Henüz 10 yaşlarında, ilkokul 5. sınıf öğrencisiydim. İki odalı, dedemden kalma, ahşap merdivenli bir evimiz vardı. Tuvalet ve banyosu dışarıdaydı. Bir de çardağı vardı. Yazın, yaşadığımız yer olan Alanya; bilirsiniz aşırı sıcak olur. Ama çardakta oturması, hoş sohbetleri, akşamları serin serin uyuması güzel olurdu.Evimizin akarsuyu yoktu. Duş kelimesinin anlamını, yatılı okula gidince öğrenmiştim. Evimize yakınlarda bir çeşme vardı. Ablamlar ve kardeşimle oradan bidonlarla su taşırdık evimize. Yemekte, içmekte ve temizlikte kullanırdık bu suyu. Çamaşırlar dere kenarına kurulan sıcak su kazanlarında ve taşların üzerlerinde yıkanırdı. Kül ile beyaz çamaşırlar kaynatılır hem bembeyaz olur hem de yumuşacık bir hal alırdı. Yemeklerimiz odun ateşinde, etrafı balçıkla sıvanmış siyah tencerelerde pişerdi. Ocak mı? O da ne? Anneme sorsanız böyle bir cevap verir ya da ateş yaktığı yeri gösterirdi.Altı kişilik çiftçi bir aileydik. İki odalı evimizde dört kardeş, oturma odası, misafir odası hem de yemek odası olarak kullandığımız yerde ders çalışır ayrıca yatardık. Annemle babam da mutfak olarak kullandığımız yerde sabahlarlardı. Çaresizlik ne yaparsın? İlk televizyonumuz 1987 yılında oldu. 37 ekran ve siyah beyazdı.Okula giderken ne ben ne de kardeşlerim harçlık nedir bilmedik. Yatılı okula giderken oldu ilk kez ama ablamların o da olmadı… İlk pantolonum ortaokula giderken oldu. Kunduram da öyle. Bunun öncesinde kara lastik pabuçlar ve şalvar giyerdik. Ne de olsa yöremizin kıyafetiydi. Yörük çocuğuyduk. Yeni bir giysimiz çok nadir olurdu. Birbirimizin eskileriyle idare ediyorduk. Öğretmenlerimiz “Eski olabilir, yamalıklı olabilir ama asla kirli olmasın.” der bizim gibilere destek olurdu. Çantalarımız da terzilikten anlayan halamın, artık kumaşlardan diktiği bez torbalardı. Bütün bunları bir tarafa bırakalım hiç bir zaman bisikletim olmadı. oyuncaklarımız hep çamurdandı…Bütün bu anlattıklarımın hepsini içimizden bir çoğu belki de daha fazlasını yaşamışlardır. Bana asıl koyan ve yıllarca unutamayacağım o fotoğrafı henüz 10 yaşında yaşamış olmamdır. Yoksulluğun ya da yokluğun ne demek olduğunu anlatan fotoğraf…Bir bayram arifesiydi. Bilirsiniz, bayram öncesi evlere şeker, lokum, kolonya, bisküvi gibi bayramlaşmaya gelenlere ikram etmek için alınır. Babam, bu ihtiyaçlardan sadece kolonya ve şeker almak için bakkala gidiyor. Bakkalcı daha önce borcu olduğu gerekçesiyle babama istediklerini veremeyeceğini söylüyor. Köyde bakkal bir tane. Başka alternatif yok. Borç ne kadardır sizce… 24 yıl öncesi… Sadece 1000 lira. Günümüzün parasıyla da sadece ve sadece 10 YTL civarındadır. Babam, alacaklarını almadan geri döner. Evimizin hemen alt tarafındaki portakal ağacının altına çökmüş, sigarasını yakmış, bir taraftan da gözleri bulutlanmış ağlamaktadır. Sebep 1000 liranın olmayışıdır. Bu resim, hayatım boyunca gözümün önünden gitmiyor. Ne zaman bir yoksul görsem içim cız ediyor. Elimden geleni yapmak istiyorum… Yapıyorum da…Allah’a şükürler olsun ki durumumuz şimdilerde son derece iyi. Babam, daha önce amelelik yaparken birikmiş sigartasını durumunu düzeltince yatırmaya devam edip emekli oldu. Ama hala çiftçiliğe devam ediyor. 155 metrekare koskocaman bir evimiz var. Ablamlar evlendi. Hepsi de mutlu bir yuva kurdular. Ben de okuyup öğretmen oldum. Babamın, yok zamanlarında bile bizim için çırpınışları ve köhne bir evden ve zor şartlardan sadece toprakla uğraşarak bu günlere gelmesi dünyanın hiçbir özverisinden ve emeğinden daha değerli değildir benim için. Teşekkürler babacığım ve onu asla yalnız bırakmayan anneciğim…Benim yokluk hikayem bu şekilde mutlu sonla yani bir Türk Filmi gibi bitti. Ya bitmeyenlerin hali…