En son “Ye, Dua Et, Sev” isimli filmi izledim. Başroller, Julia Roberts, James Franco, Javier Bardem, Billy Crudup, Richard Jenkins tarafından paylaşılıyordu. Film, yazar Elizabeth Gilbert’ın kendi yaşadıklarından yola çıkarak yazdığı aynı isimli kitabından uyarlanmış.

Julia Roberts’ın oynadığı filmleri ve onun oyuculuğunu seviyorum. Filmde gerçekten hissediyormuş gibi oynuyor. Çok samimi bir ifadesi var. Vücut dili, bakışları hepsini çok iyi kullanmış. Sempatik bir kadın. Başarılı bir oyuncu.

Filmde Julia Roberts, yazar Elizabeth Gilbert’ı canlandırıyor. 30’lu yaşlarında ve evli olan Elizabeth evliliğinde aradığı mutluluğu bulamamıştır. Evlilik yaşantısı yapmak istedikleriyle çelişiyor. Kendini bu kuruma ve eşine ait hissetmiyor. Sıkıcı, sıradan bir insan haline geldiğini düşünüyor. Bir karmaşa ve arayış içinde. Mutsuz, depresyonda gibi ve bu durumun ne kadar süreceğini ya da bu durumdan nasıl kurtulacağını bilemiyor. Bu belirsizliğin verdiği sıkıntıyı ruhunda hissediyor.

Filmin başında kendisi Bali’de bir falcıyla konuşuyor. Çok sempatik, güler yüzlü ve yaşlı bir adam bu falcı. İlk geldiğinde şüphe içinde olsa da falcının söylediklerinden etkileniyor. Falcı adam, ismi Ketut idi sanırım, ona; biri kısa biri uzun iki evlilik yapacağını, bütün parasını kaybedeceğini ama sonra tekrar geri kazanacağını ve tekrar Bali’ye geleceğini, kendisine İngilizce öğreteceğini ve bunun karşılığında da kendisinin tüm bildiklerini ona öğreteceğini söylüyor.

New York’a dönen Elizabeth’in zenci samimi bir arkadaşı var. Hep onunla dertleşiyor. Sıkıldığından bunaldığından bahsediyor. Seyahat etmeye karar veriyor. Biraz uzaklaşıp kafasını dinlemek istiyor.

Ancak önce kocasından boşanmak istiyor. Kocası onu sevdiği için ilk başta kabul etmese de sonradan boşanmayı kabul ediyor. Kendisine evliliklerini düzeltmesi için fırsat verilmediğinden yakınıyor.

Elizabeth bu arada gittiği tiyatroda izlediği oyunda rol alan bir gençten hoşlanmaya başlıyor. Çocuk sahnedeki repliğini Elizabeth’in gözlerinin içine bakarken değiştiriyor ve ona olan beğenisini ifade ediyor.

Sonra tanışıyorlar ve bir süre sonra birlikte yaşamaya başlıyorlar. İlk başta her şey çok güzelken zamanla ilişkileri ilk zamanlardaki heyecanını kaybediyor. İsmi David olan bu çocuğun bakışları gerçekten etkileyiciydi. Birbirlerine aşık gözlerle bakıyorlardı.

David bir budistti. Hindistana gitmek istediğinden ancak işleri dolayısıyla fırsat bulamadığından bahsediyordu. Elizabeth bu ilişkide de kendini bulamıyor ve içindeki boşluk bir türlü dolmuyor . Ruhundaki fırtına bir türlü dinmiyor. Ayrılmaya karar veriyorlar.

Elizabeth ilk seyahatini İtalya’ya, Roma’ya gerçekleştiriyor. Orada bir ev kiralıyor. Ancak ev konforlu bir ev değil. Su sorunu yaşanan biraz eski bir ev.

Ev sahibi kadın gece eve yabancı erkekler getirmemesini tembihliyor.

İtalya macerasına böylece başlayan Elizabeth, bir fincan kahve içmek için girdiği dükkanın alışık olmadığı şekilde kalabalık olduğunu görüyor ve orada İsveçli sarışın bir kızla tanışıyor. Birlikte kahve içip, bir şeyler yiyerek arkadaş oluyorlar.

Sonra bu yeni arkadaşı ona İtalyanca öğrenmesi için kendi öğretmenini öneriyor. Bu hoş İtalyan çocukla yemeğe çıkıyor Elizabeth ve dili öğrenmeye başlıyor. Filmin ilerleyen aşamalarında bu çocukla sarışın kızın sevgili olduklarını anlıyoruz. Yeni arkadaşlar ile tanışan Elizabeth kendini sıcak samimi bir arkadaş grubunun içinde buluyor. İtalyanca öğretmeninin annesinin evinde hep birlikte şarap içip kızarmış hindi yiyorlar.

Bu İtalyanca öğretmeninin hafif kilolu bir arkadaşı var. Kuaförde sohbet ederlerken Amerikalı olan Elizabeth’in neden mutsuz olduğundan bahsediyor. “Siz Amerikalılar akşama kadar çalışıp eve gelince televizyonun karşısına geçiyorsunuz, televizyonda bira reklamı çıktığında hemen koşup bir kasa alıyorsunuz. Sürekli direktifler bekliyorsunuz. Kendiniz bir şey yapmıyorsunuz, yaşamıyorsunuz” diyor. “Biz İtalyanlarsa sabahleyin kalktığımızda hadi kalk ve bugün eğlen şeklinde bir ses duyuyoruz, yaşıyoruz” diyor. İtalyancayı öğrenmek istiyorsa sokakta insanların vücut dillerine dikkat etmesi gerektiğini, böyle öğrenebileceğini söylüyor. Elizabeth de sokağa çıktıklarında insanların, kızdıklarında, bir yemeği lezzetli bulduklarında ya da rahatsız olduklarında yaptıkları hareketleri gözlemliyor. Roma sokaklarında hep birlikte gezip, gülüyorlar ve Elizbeth yeni şehri ve insanlarını tanımaya çalışıyor.

Bazen tek başına caddeleri keşfe çıkan Elizabeth lezzetli İtalyan pizzalarının, makarnalarının,ve şaraplarının tadına da bakıyor.

Bu lezzetli yemekler ona kilo aldırsa da çok da umursamıyor. Önceliği hayattan zevk almak, depresyondan uzak olmak.

Bir de ilgimi çeken alışveriş merkezinde bir kot pantolonun içine sığmaya çalışırken yaptığı “Türk kasım var” esprisi idi.

İtalya’da çok güzel günler geçiren ve burada kadınlarına sevgiyle davranan, çocuklarıyla ilgilenen erkekler olduğunu gören, düşünen Elizabeth bir süre sonra Hindistan’a gitmeye karar veriyor.

Hindistana vardığında şehrin kalabalığı ve yoksulluğu öncelikle onu ürkütüyor. Orada bir aşrama giderken arabanın açık olan camına Hintli çocuklar yanaşıyor. Elizabeth bu yoksulluk ve karmaşanın içinde kendi dengesini bulabileceğinden ilk başta şüpeliydi. Aşrama vardığında da zaten gurunun esasında kendisinin geldiği yerde NewYork