Yorucu bir otobüs yolculuğu nihayet bitiyor 9 saat sonra…İzmir’deyiz. Sabahın çok erken saatleri… Birkaç gevrekçi, mesaiye yetişmeye çalışan birkaç telaşlı Karşıyakalı, vapurdakilerin onlarla seve seve paylaşacakları gevrekleri bekleyen martılar ve biz.O kadar yorgunuz ki, bir an önce “hocam”ın evine varıp kendimizi birer fincan kahveyle şımartmak istiyoruz. “Hocam”…Eski ev arkadaşım, eskimeyen dostum…Karşılıyor bizi evine yakın bir köşede ve hızlı adımlarla dalıyoruz daracık sokağa.Kutu gibi denilen cinsten sevimli evine geliyoruz nefes nefese. Bavullar ne kadar ağırmış…Ve hava ne kadar sıcak…Hemen yapıyorum kahvemi. Çöküyorum koltuklardan birine. Özlediğim sohbete dalıyoruz hocam, ben ve sevdiğim adam…İşte o sohbet için değer saatlerce çekmeye sevimsiz yolları.Akşam oluyor. Birkaç dostla buluşup sahile atıyoruz kendimizi. İçiyoruz, sohbet ediyoruz oradan buradan. Kah gülüyoruz, kah dertleşiyoruz, kah tartışıyoruz. Çok keyifliyiz. Sıcakta ilaç gibi gelen soğuk biralar kanımızda dolanıyor, zaman akıp gidiyor, gece yarısını buluyoruz. İlk günün yorgunluğu var üzerimizde. Eve dönüyor ve hemen uyuyoruz.Ertesi gün önce Kızlarağası’na gidiyoruz. İzmir’e kadar gelip de burada Türk kahvesi içmeden dönülmez diyerek…Hala çok sıcak, nefes alınmıyor…Ama olsun, İzmir’deyiz ya…Akşam üstü Kordon’a doğru yürüyoruz. Sevdiğimiz iki dost daha…Güneşi batırırken güzel Kordon’da Ata’mızı da anıyoruz yeri gelmişken…”Şurada güneşin batışına karşı rakı içmediyse ne demeye işgal etmiş Yunan komutanı bu şehri?” diye sorduğunu hatırlayıp gülüyoruz.Saatler süren sohbet bir anda yanımızda bitiveren “müzisyen ekip”le son buluyor. Eski ama eskimeyen dostlarım gelmişler…Çok cazip bir teklifle üstelik. Kordon’da çimenlere yayılıp müzik sefası yapacakmışız. Biralarımızı alıp yerleşiyoruz yeşil alana…Etrafımızda bir sürü genç insan. Kimi sevgilisiyle romantizmin doruklarında denizi ve mehtabı seyrediyor. Kimisi bizim gibi almış gitarını gelmiş, şarkılar söylüyor, eğleniyor.Önce, aslında neyzen olan ama o akşam gitarına sarılmış olan bu genç adamın, Volkan‘ın, güzel sesine bırakıveriyoruz kendimizi…Hayranlıkla dinlediğimiz bu genç adamın sesi ve yeteneğinin etkisinden çıkmamıza fırsat kalmadan asıl vurgunu yiyoruz…Klasik kemençe…Burada gitarıyla dinlediğiniz Mahmut Sözer’in, büyük bir özenle ve tutkuyla çaldığı klasik kemençesini dinliyoruz…Allah’ım o nasıl bir tını…O nasıl bir ses…Gözlerimi kapatıyorum…Çok uzaklardan geliyor sanki ama aynı zamanda çok da yakından. İçime doluyor, anlatılır, tarif edilir bir duygu değil. Sessiz, sözsüz kalıyorum bir anda. Ruhumu teslim ediyorum kemençenin sesine…Derken bir vurgun daha. Yeteneği ve başarısı herkes tarafından kabul görmüş bir diğer genç arkadaşımızın flütünden dökülen nağmeler eşlik ediyor klasik kemeçeye…Dağılıyoruz…Ruhlarımız ne kadar da açmış…Beslendikçe büyüyoruz gecede…Sevgilime dönüp: “İzmir’i dinle bak…” diyorum. “Aklımızda bu sesler kalsın buralardan…şu geçen boyozcunun sesi, meltemin uğultusu, kemençenin, flütün, gitarın sesi…olur mu?”Çimenler uzanıp dinlemeye devam ediyorum bu harikulade sesleri. Yıldızlı ve dupduru bir gecede şımartıyorum kendimi…”Ellerinize, yüreğinize sağlık” diyorum sürekli içimden…Şimdi İstanbul’da, küçük odamda o sesleri hatırlayarak bir şarkı mırıldanıyorum ben de:“İzmir özledim seniGözümde tütüyorsun…”