Muzaffer bir Roma generali, savaştan galip çıkıp sokaklarda zafer turu atarken, arkasındaki aciz köle geleneklerin icap ettirdiği şekilde kulağına eğilip şunları söyler: “Arkana bak! Sadece bir insansın, hatırla!” (“Respice post te! Hominem te esse memento!”). Bugün en tepede olsan da, yarın başka bir gün olacak. Kişi ne kadar güçlü olursa olsun, sonuçta bir faniden başka bir şey değildir. Bu hatırlatma, o zamanlardan günümüze “MEMENTO MORI”; yani, “Fani olduğunu hatırla” cümlesiyle bir anekdot mahiyetinde geçmiş. Bizim Zincirlikuyu Mezarlığı’nın girişinde yazan “Her Fani Ölümü Tadacaktır” ibaresi, müslüman kişilere aynı şeyi tüyler ürperterek hatırlatır.Zaten müslüman ülkeler ve Doğu Avrupa’nın bazı yerleri dışında mezarlıkları şehrlerin içinde pek göremezsiniz. Hatırlamaktan korkarcasına yerleşim yerlerden uzakta ayarlanır ebedi istirahatgahlar. Bu anekdotun Tertullian‘ın Apologeticus‘unun 33. Bölümünde yer alıyor olması, İncilde (1 Thessalonians 5:23) insanı oluşturan 3 hayat elementinden; -Tanrıdan aldığımız can, irade ve arzularımızdan oluşan ruh ve etten ibaret vücut-tan bahsedilmesiyle alakalı mıdır bilinmez, ancak Tevratta Ecclesiastes’te “İnsanlar fanidir. Onları Tanrı böyle yapmıştır (Tanrı, böyle olmalarını istemiştir). Faniliklerine yenilmeleri de keza onun yaratışından ötürüdür.” diye yazar. Kur’an’ın Yûnus’da verdiği mesaj da gayet net ve açıktır: “Ey insanlar taşkınlığınız kendi aleyhinizedir. Sadece fani dünyanın zevkinden (başka bir şey elde edemezsiniz). Sonra bize dönersiniz, biz de size bütün yaptıklarınızı haber veririz.” (Yûnus, 10/22-23).Biraz ağır girdim sanırım konuya. Hemen o kadar karartmayın içinizi. “Tecavüz kaçınılmazsa bacaklarını açıp zevk almaya bak” da demiş birileri tüm bunların yanı-sıra…Her ne kadar Roma’da aşşağılık bir kölenin, muzaffer bir generale bir gün kendisi gibi öleceğini hatırlatma selahiyetine sahip olması çok ciddi bir şeymiş gibi gelse de, tarzları daha çok “vur patlasın, çal oynasın”a yakınmış. Belki de zamanı gelince olacaklar belirsiz olduğundan, belki de fazla takmadıklarındandır bilinmez, “Carpe Diem”; yani “Bugüne sarıl” diye bir tema daha icat etmişler. Horaşyus, Ode‘sinde Nunc est bibendum, nunc pede libero pulsanda tellus.; yani; “Şimdi içmek zamanıdır. Şİmdi, dansetmek zamanı, dünyada serbest kalacak” deyivermiş. Eh, onlarınki can da hristiyanlarınki patlıcan değil ya, Yeni Amerikan İncili‘nde “Yiyin, için. Yarın öleceğiz” lafı hemen yerini almış. Edward Fitzgerald, Ömer Hayyam’ın Rubaiyatından “İçin! çünkü bir kere öldüğünüzde bir daha geri dönemeyeceksiniz” çümlelerini çevirmiş. Benim hatırladığım kadarıyla tam olarak “Ey insan oğlunun doğurduğu insan! Seni bir zevk anıdır dünyaya salan. Boşuna mı şarap iç diyorum sana?, bir gittin mi bir daha dönmek yok, inan!” şeklindeydi.

Herneyse…Efendim, bu ikilem, tarih boyunca nice felsefeye şekil vermiş. Freud insanları “cinsel arzularıyla (Libido) yönlendirilenler” ve “ölüm korkusuyla (Thanatos) yönlendirilenler” diye ayırmadan çok önce, 17. yy Amerikasındakı Puritan Cemiyeti‘nin, Tanrı inancını sekteye uğrattığı, yaratıcılık kavramını tanrıdan uzaklaştıracağı ve Tanrıdan uzaklaşan bir şeyin artık Şeytan’a ait olacağı gerekçesiyle sanatı aşağılamaları, bizdeki ‘insan suretlemenin günah olduğu’ düşüncesinin hemen hemen aynıdır.Antropolojide, bir toplumu tanımak için bakılan, ele alınan ilk unsurlar, doğum ve ölümün uyandırdığı gibi güçlü hisler uyandıran olguların yansımalarıdır. Bir kadının askerdeki eşine yazdığı mektupta, bir ölünün arkasından yakılan ağıtta, bir düğün davetiyesinde, yeni doğan albümlerindeki mesajlarda, sahiplerinin mensubu olduğu toplumlar hakkında ince detaylar gizlidir. Vikinglerin savaşta öldükleri taktirde tanrıları Odin’in yanına götürüleceklerine inanmaları, yunanlıların ölülerinin ağzına para koymaları, bazı akdeniz kültürlerinde (bizler tam tersi olmasına alışıkken) doğum günü sahibinin misafirlerine pasta yapması ve onlara hediye alması gibi detaylardan başlanarak önemli bulgulara varılır.Doğum sevindirici bir hadise iken ölüm çoğunlukla rahatsızlıkla karşılanır. Başta söylediğim gibi, belki de sonrası belirsiz olduğundan, ölüler çoğunlukla varoluşlarının düşündürdüğü şekilde uğurlanırlar. Çok basitçe örneklemek gerekirse, ölülerini yakanlar ateş kültlerine, gömenler ise toprak kültlerine mensup varsayılırlar. Buna dayanarak, ölülerini akbabaların yemesi için hazırlayan Aryanlar ya da Parsilerin gayet naturalist oldukları, hatta Ana Tanrıça’nın Kültü‘nün izlerini taşıyor olduklarını söylemek (eksik olsa da) yanlış olmaz.Ölünün nereye gittiği bilinmez, ama her zaman onlardan arta kalan birşeyler vardır. Geride birşeyler bırakmaya çalışmak, insanın faniliğine bir isyan gibidir. Maalesef hepimiz, nesilden nesile söylenecek şarkılar yazabilecek kadar yetenekli değiliz. Ya da hayatımız boyunca tarihin yazacağı kadar önemli bir işe imza atamayacağız. Çoğumuzun yaptığı resimler de müzayedelerde kolleksiyonculara sunulmayacak. Ama belki görenleri hafif tebessüm ettirmek için, belki ruhumuzu bir duayla kutsayıp acımızı hafifletmek için, belki naçiz hayatımızı bir iki kelimeyle özetlemek, belki de hocanın verdiği talkımı duymayacağımız ihtimali düşünüldüğünden; karanlık, ıslak kabrimizde doğrup kafamızı baştaşına çarpanda “aha! ben ölmüşüm lan!” diyelim, ve kaderimize razı olup burnumuzun düşmesini sükunetle bekleyelim diye tepemize bir taş dikecekler.
İşte bu yazı, onlar hakkında…

MEZARTAŞLARI

İngilizce “grave stone” denilir. Grave kelimesi aslında çoğu avrupa dilinde kullanılan (`) aksanıdır. Bizim dilimizde “Ziyaretgah”, “ziyaret edilen yer” anlamına gelen “mezar” kelimesinin avrupa dillerinde “Grave” ismiyle anılması, Latince “ağır” anlamına geldiğinden midir (lt. ‘gravis‘), yoksa aynı zamanda “vakur” anlamı taşıdığından mıdır bilinmez.Bir mezarı taşlarla işaretleyip üzerine ölünün ismi, yaşı gibi şeyler yazmak eski ibranilere çok yabancı bir fikirdi. Jakob tarafından Rachel‘in mezarı üzerine konulan “mazzebah” gibi taşlar, mezarlıkları belli etmek için kullanılırdı. Mazzebah’ın üzerindeki “ziyyun” işareti, Ezakiel’e referans vererek konulmuştur, ancak herhangi bir tarif ya da bilgi içermez. Geonik Zamanda bile doğudaki yahudilerde böyle bir gelenek yoktur, ki buna istinaden, Talmudik zamanlarda da olması beklenemez.Buna rağmen, “mezartaşı” kelimesinin ölülerinin kabirlerine ufak taşlar koyan yahudilerden geldiği sanılmakta. Söylentiye göre bir keresinde bir yahudi, Sebt Gününü ihlal etmiş. Çok gerekli olduğu (hatta gene anlatılanlara göre bir suçu aydınlatacağı) için cumartesi günü çalışmış. Yaptığının büyük günah olduğunu, ancak yapılması da gerektiğini bilen yahudi, suçunu affettirmek ve ruhunu rahatlatmak için demiş ki:“Öldüğümde mezarım taşlansın”
Gelenek, bu zatın mezarını taşla örtmekle başlamış. Sonradan görüntü herkesin hoşuna gitmiş olacak ki, mezarlar ve mezar taşları, bugünkü saygıdeğer ve prestij ifade eden hallerini almışlar.İlk başlarda mezarların üstlerine yatırılan büyük yassı taşlardan ibaretlermiş. Daha sonradan meftanın baş tarafına dikilen süslü taşlar halini almışlar. 1700 lü yıllardan itibaren (anadolu da daha eskidir) avrupa da baştaşlarının yanı sıra ayaktaşları (meftanın ayak tarafına dikilen taş) da görülmeye başlamış. Daha sonradan, çimleri biçmek kolay olsun diye bir çok kilise, mezarlıklarındaki ayak taşlarını sökmüş, ancak halen ingilterede bazı mezarlıklarda baştaşları olmadığı halde sadece ayak taşları vardır. Günümüzde, yağmur, rüzgar gibi aşındırıcı doğa olaylarından daha az etkilendikleri, dolayısıyla daha uzun dayandıkları gerekçesiyle, yüksekliği olmayan lahitlere benzeyen yerle yeksan mezar taşları daha çok tercih ediliyor.Ölünüzü bir mezarlığa gömebilmeniz ve bir de taş dikebilmeniz, para gerektiren bir işti. Hatta her zaman iyi bir mezar yaptırmanın oldukça masraflı olduğu söylenebilir. Bu durum, mezar taşlarının sahiplerinin ve ailelerinin cemiyet içindeki yerini sağlamlaştırdı. Dolayısıyla, mezarın görkemi ve dayanıklılığı, üzerlerinde yazan soyadlarının imajları haline geldiler.Adi taşlarya da arazi taşları avrupada kullanılan en eski mezar malzemeleridir. Bazen metal çubuklarla desteklenmişler. Bu malzeme, bir mezarda kullanılabilecek en sade malzeme olması itibarıyla da mezar sahibinin alçakgönüllüğüne işaret edebilir. Bu tip mezarların üzerlerinde, ölünün ismi ve öldüğü zamanki yaşı, ve belki sade bir haç figüründen başka bir şey bulunmaz. Granit, dayanıklı olduğu kadar da sert bir malzemedir. Şimdilerde granit üzerinde oymalar oluşturmak için kum püskürtme, bilgisayar kontrollü lazer gibi yöntemler kullanılıyor olsa da, eskiden iyi bir granit oymacısı bulmak oldukça zor bir işmiş, tabii nadir olan her şey gibi bununda oldukça pahalı olduğu rahatlıkla söylenebilir. Viktorya döneminde, mezartaşları için demir tercih edilirmiş. Bu tercih sahiplerinin hata yaptığı söylenebilir. Nitekim, demir mezarlar o zamanlarda parıltılı ve ağır gözükmüş, aileler demirci ya da dökümcülere çuvalla gümüş ödemiş olsalar da günümüze kalan yeşil paslı ve oldukça kirli görünümleriyle sahipleri hakkında pek de iyi şeyler düşündürmüyorlar. 1600 lerde, sade ve hesaplı mezarlar için adi taşlar yerine kumtaşları tercih edilir olmuş. Kumtaşları birbirine yapışık tabakalardan oluşur. Havadaki nem, kumtaşının yüzeyindeki ufak deliklerden içeriye girer. Soğuk havalarda içerdeki nemin donması itibarıyla genleşip kumtaşını parçalama riski vardır, ama bu risk, iyi bir ustanın muntazam yontuşu ve gözenekleri kapatmasıyla ortadan kaldırılabilir. Dolayısıyla, günümüze kadar kalmış kumtaşı mezarları yapan ustalar da, mezarda yatanlar kadar saygıyı hak ediyor. 1800 lerde kumtaşının yerini bir o kadar iyi işlenebilen mermer ve kireçtaşı (kalker) almış. Daha sonraları, mezarlarda kayrak kullanımı öne geçmiş. Kayrak mezarlar ve mezar taşları güzel gölgeler verirler. Kayrak taşlara, çoğunlukla vernik ya da parlatıcı uygulanmış, ve varaklamayla desteklenmişler. 20 yy. başlarında ortaya çıkan Beyaz Bronz, nispeten ucuz ve oldukça da dayanıklı olması ve olması sebebiyle halen mezartaşı malzemesi olarak kullanılır. Aslında “beyaz bronz” diye bir şey yok, beyaz bronz dedikleri resmen çinko. Bu isim, pazarlama amaçlı kullanılıyor.Sağlamlığın mezar taşı malzemelerinin tercih edilmesinde gözetilen bir numaralı unsur olmasının sebebi, bir hayatın özetini taşıyor olmalarıdır. Tabii benim ilgimi çekmelerinin bir numaralı sebebi de bu mesajlar. Peki koskoca bir hayatı ufacık bir mezartaşına nasıl sığdırır insanlar? “Bütün hayat felsefenizi bir cümleyle özetleyin” deseler kolaycacık cevap verebilir misiniz?
Good friend, for Jesus’ sake forbear,
Güzel dostum, İsa aşkına çekin,
To dig the dust enclosèd here.
Burayı örten tozu kaldırmaya.
Blest be the man that spares these stones,
Bu taşları koruyanlar kutsansın,
And cursed be he that moves my bones.
ve iskeletimi bozanlara lanet olsun.
Böyle yazmayı tercih etmiş William Shakespeare. 18. yy da avrupadaki mezarlarda kurukafalar, melek-çocuk suratları, mezar kazıcının kazma ve küreği, cennetsel taç figürleri, vs. gibimemento mori figürleri modaymış. Yani, insanlar mezartaşlarında, diğerlerine “sen de öleceksin” mesajı verirlermiş. Bunların yanı sıra nadir de olsa ticari ya da statüsel semboller gibi özenli hazırlanmış alegorik figürlerin kullanımı göze çarpsa da, memento moriciler olayı abartıp insanların duyacağı rahatsızlığı arttırmak adına işi “kadavra mezarları”na kadar götürmüşler. Aynı yüzyılın sonlarında, aynı ailenin birkaç ferdini birden barındırabilen daha küçük mezarlar, hatta mezar odaları soylular ve toprak sahipleri tarafından tercih edilir olmuş. 19. yy da mezarlarda kullanılan semboller çok fazla çeşitlenmiş.Çapa: mutlak ümitArk: Cennetle yar ile birleşmeKuşlar: RuhÇocuk görünümlü melek: Tanrısal bilgelik ya da adaletSütun: Asil yaşamKırık sütun: Erken ölümDeniz minaresi: BilgelikHaç, çıpa ve incil: Denemeler, zafer ve ödülTaç: zafer ve ödülYunus: Kurtuluş. Ruhların taşıyıcılarının cennete gitmeleriGüvercin: Saflık. Aşk ve kutsal ruhÇelenk: Ölümle beraber kazanılan zaferGord: Üzüntüden arınmaKalp: BağlılıkAt nalı: Kötülüğe karşı korumaKumsaati: Zaman ve onun yumuşak seyriSarmaşık: İnançlılık, hatıralar ve daim dostlukKuzu. MasumiyetDefne ağacı (ya da defne yapraklarından çelenk: ZaferZambak: Saflık ve yeniden doğuş.Deniz kızı: İsanın dualliği (hem tanrısal hem de insan oluşu)Meşe: KuvvetZeytin dalı: Affedilmek ve barışPalmiyeler: Şehitlik mertebesi (ya da ölümle beraber kazanılan zafer)Tavus kuşu: Sonsuz yaşamHaşhaş çiçeği: Ebedi uykuHoroz: Uyanış. cesaret ve tetikte olmaDeniz kabuğu: doğum ve yeniden doğuş (resurrection)6 uçlu yıldız: Tanrıİskelet: hayatın geçiciliğiHalka olmuş yılan: Cennette ebedi hayatKırlangıç: AnnelikKırık kılıç: Kısa kesilmiş yaşamÇapraz kılıçlar: Savaşta kaybedilmiş yaşamMeşale: Ebedi yaşamın ters dönüşü ve bitiminde ölümün gelişiAğaç gövdesi: Yaşamın güzelliğiÜçgen: Doğruluk, eşitlik ve kutsal üçlü (baba, oğul ve kutsal ruh)Kırık küp (Burada küp diye çevirdiğim ‘Urn’, yakılan ölülerin külelrinin konulduğu kap manasına gelir): Yaşlılık, ve kefenle gelen matem.Ağlayan söğüt: Keder ve matemDaha ayrıntılı bilgi için kaynakÂh Mine’l- MevtÂh ey çarh-ı denî ve âh ey baht-ı siyâhİtmedin hiç kimseye sen rahm-i lutfinle nigâhİşte ezcümle bu bîçâreye kıydın cevrileEyledin hemşîresin efnâk ile dûçâr âhSeyyidu’l- kevneyn olan Zât-ı Risâlet `aşkınaİtsün ol biçârenin meskenini Cennet AllahSöyledim târîhini âh-ı derûn ile şefîkÂh gitdi Mîr Kadri genciken dünyâdan âh
Bu yazı da bir Osmanlının mezar taşından. Ne kadar farklı değil mi?Bizim mezarların sade olmasının sebebini “bizim dinimizde sadelik esastır. Mezarda süs olmaz. Allah katına çıkarken mütavazı olmak gerekir” diye açıklamıştı bir büyüğüm. Canımdan çok sevdiğim dedem ve anneannem rahmetli olunca onlar için tasarladığım mezarı da aynı sebepten yaptırmadılar.Ölülerini Göktengri’ye yakın olsun diye ağaçlara koyanı göçebe türkler, müslümanlığın kabuluyle kümbetler, türbeler gibi yapılar oluşturmaya başlamış. Basit mezartaşları tahtadan yapılırmış (bir de mezarın içine tahta döşenir, ama çabuk çöktüğü için artık tercih edilmiyor). “Tahtalıköy” lafı buradan gelir.

Bazen kapılara eşik, bazan helalara taş olarak kullanılan tarihi mezar taşlarının önemi ve sakladıkları kültürel değerler, Türkiyede daha yeni farkedilmeye başladı. İstanbul’da Hekimoğlu Ali Paşa Camii haziresindeki tarihi mezar taşları ile ilgili yapılmış çalışma. Damla Yayınları tarafından yayınlanan ve “Kaybolan Medeniyetimiz” adını taşıyan çalışmayı, bu camide 24 yıl imamlık yapan ve günümüzün önde gelen hat sanatçılarından biri olan Hüseyin Kutlu hazırlamış. Bir kitap daha var; Konya’daki çeşitli mezarlıklarda bulunan tarihî mezar taşlarının bir kısmının yer aldığı, üzerlerindeki yazıların çevrildiği ve mezar taşları ile bilgilerin verildiği bir eser. “Konya Mezarlıkları ve Mezar Taşları” adlı kitap, Meram Belediye Başkanı Refik Tuzcuoğlu’nun girişimiyle ve sanat tarihçisi Prof. Dr. Haşim Karpuz’un danışmanlığında iki genç araştırmacı, Hacer Kara ve Şerife Danışık tarafından hazırlanmış.15. yy. başlarında bir statü sembolü olarak serpuş, kavuk Osmanlı mezartaşlarında görülmeye başlar. Osmanlılar, mezartaşının okunur olması ve meftayı tanıtmak için büyük çaba sarfetmişler. Mesela mezartaşının üzerine dikilmiş kavuğun hemen altında, boynu sembolize eden yerdeki bir ip, kişinin idam edildiğine işaret ederken, genç yaşta ölenlerin mezartaşları çiçeklerle bezenirmiş. Cellatların ölüleri bile, can aldıkları için mezarlıklarda istenemezmiş. Küfeki Taşından (kireçtaşı) yapılma mezar taşlarının üzerinde, merhuma lanet edilmesini engellemek için dahi bir ibare yer almazmış.

…Bunlardan bir tanesi, Eyüp sırtlarında mezarlığın bittiği yerden daha ötelerde Karyağdı bayırı yada yeni adı ile Karlıtepe denilen bölgeye yakın yerler buraları istanbulda ilk kar alan ve en son kar kalkan yerlerdir ve oldukça da soğuktur o zamanlar buralarda mukim kimseler yokmuş mezarlığın en uç noktaları oluyormuş tabi yerleşim alanlarıda bu kadar sık değilmiş tabiki.Daha sonraları bölge süratle yerleşim alanlarına açıldığından mezarlık tan geriye pek bişey kalmamış kalan 5 – 10 mezar taşını da kaybolmasın diye eyüp sultan camii ile pierloti kahvesi arasında uzanan yolun üst kısımlarına muhtelif yerlere muhtelif aralıklarla dikmişler bazıları toprakla nerdeyse aynı seviyede yakında bunlarda yavaş yavaş kaybolup gider.Cellat mezar taşları üzerinde beddua edilmesini engellemek için herhangi bir bilgiye de rastlanmazdı, taşların üzerinde isim, doğum tarihi, ölüm tarihi gibi hiçbir yazı ve işaret yoktur. Küfeki taşından olup,Toprak üstünde kalan kısımları 50 cm den başlayıp1,90 cm’ye kadar varan yükseklikte 40-50 cm. genişliğinde dikdörtgen şeklindedir. Birçok insan bu taşların bu mezarlıkta ne aradığını, niye dikildiklerini bilmez, ama normal mezar taşları ile yan yana öylece dururlar.

Ersin KalkanOsmanlıda mezar taşlarının bir numaralı belirleyici unsuru, serpuş; yani kavuk figürleriydi. Mevlevi, Selimi, Yusufi, Celali, Mücevveze (sarayda yüksek makam sahibi kişilerin tören kavuğudur), Edhemi, Ahmedi, Cüneydi, Kallavi, Örfi, Serden geçti, Düzkayı, Kalafat Dardağan Mollayi, Paşayi, Zaimi, Katibi, Kafesi, Perişani, Çatal, Horasani (Hacegan), Silahşor gibi isimleri olan kavuklar, mezarın sahibinin de statüsüsünü belirlemek için kullanılır. Bunlardan başka, Mevlevi, Nakşibendi, Kadiri, Rufai, Halveti, Bektaşi, “Melavi/Hamzavi gibi dini titrler, mezar taşlarının başlıklarında, sahiplerinin inançlarını simgelemek için kullanılır.1828 yılından itibaren dönemin padişahlarına ait fesler ölen kişinin mezar taşı başlıklarında kullanıldı. II Mahmud dönemindeki fesler “Mahmudi fes” Sultan Abdülaziz dönemindekilere “Azizi fes” Sultan II Abdül Hamit dönemindekilere ise “Hamidi Fes” denir. Osmanlı dönemine ait mezarlıklardaki başlıkların çoğu Azizi feslerdendir.“Hayat Ağacı” ve “Mür-ü Süleyman” motifleri; bolluğu, bereketi, Meyveli ağaç ise insanı kamil-i, “Servi Ağacı” ölüm ve faniliği, Gül; İlahi güzelliği, Lale; Vahdet-i Vücud yani Allah’ı, kandil; Aydınlık Meyve; ölümsüzlük yani cennette ebedi ikramlarını, Haşhaş-Çam kozalağı; (ebedi) uykuyu, cenneti temsil eder.Bunlar arasında en çok mana yüklenen ‘Servi’dir. Vahdeti, yani Allah’ı, birlemeği, sembolize eder. Allah lafzının ilk harfi olan elif’e de benzetilen servinin sallanırken yapraklarından çıkan “Hu” sesiyle Allah’ı zikrettiğine inanılır. Dalları kolay sarsılmaz bu haliyle sabrın ve temkinin sembolüdür, dik ve doğru duruşu dürüstlüğüne yorulur. Üst dallarının eğri durması yaradanın karşısında boynu bükük, aciz kaldığındandır.Bunlar dışında Osmanlı mezar taşlarında kullanılan daha genel semboller:Sarık: Müderris ve defter eminleriKavuk: Orta dereceli memurlarihtişamlı kavuklar: Osmanlı yönetiminde sadrazam, Kubbealtı vezirleri ve kaptan-ı deryalarUzun külah: Mevlevî tarikatı mensubuÇapa, gemi direği, yelken: DenizciHokka ve kalem: KâtipLahana, bamya: Cirit takımı oyuncularınıYazısız mezarlar: CellatKırık başlı mezar taşları: YeniçeriMüzik enstrümanı: MüzisyenDaha ayrıntılı bilgi için kaynak…Dünya, yaşam koskoca bir arena. Belki Tanrı(lar) aciz halimizi seyredip gülmekte, belki de kendinden verdiği ruhu geri alıp layık olduğu yere koymak için beklemekte. Ne olduğunu “arkasında güneş doğmayan büyük kapı” açıldığında göreceğiz. O zamana kadar belki de eski Romalı gladyötörlerin Sezarı selamlarken yaptığı gibi selamlamalıyız dünyayı. Geç kalmış sayılmayız.

Ave Mundo! Morituri te Salutamus!

Not: Belirtmek isterim ki; “Allah” yazarken “(cc)” sıfatını eklememem, inançlara saygısızlık ettiğimden ya da umursamadığımdan değil, orijinali arapça olan ve arapça yazılırken farklı yerde kullanılan bu kısaltmayı, latin alfabesiyle yazarken kelimenin sonunda kullanmanın uygun olmadığını düşünmemedendir.