onu nasıl mı tanıdım?o, buldu beni. webcam marifetiyle millet bilumum organlarını göstererek sanal seksin âlâsını ifa ederken el yordamıyla, bizim zamanımızda bıyıkları yeni terleyenler ile âdet döneminin kanlı patikalarında ürkek adımlarla gezen kızlara yönelik “gençlik” dergileri vardı.tabii, bunların olmazsa olmazı olan “mektup arkadaşı” köşesi…kompozisyon dersinde on üzerinden en yüksek not olan beşi alan biri olduğum için de mektup yazarken zorlanmazdım.severdim yazmayı. “toplumcu” çizgide şiirler yazmaya çalışırdım. engels, marks okuyor, clara zetkin’in ateşli nutukları içimi kavuruyordu. bir de rosa lüksemburg…arkadaş arayan genç erkekler ile kızlar bu “mektup arkadaşı” köşesinden mahcup mektuplar yazardı…resim yapmaktan hoşlanırım, boş vakitlerimde kitap okurum, okulun voleybol takımında oynarım…bense, en sivri ilanı bırakmıştım mektup arkadaşı köşesine… descartes, platon, kant okurum, kedi sevmem, yılan beslerim…orhan hançerlioğlu’nun felsefe sözlüğü’nü karıştırıp “örgensellik”, “uzam”, “eytişimsel özdekçilik”gibi öztürkçe kelimeleri anlamaya çalışıyordum biyoloji’den bütünlemeye kalmamaya yırtınırken…bir hafta sonu, fizik kitabımın arasında ailenin ve özel mülkiyetin kökeni’ni okurken annem odamın kapısını aralamıştı.- oğlum bir mektup gelmiş sana…havada kaptım zafı.bir cerrah gibiydim. masaya koydum ve açmadan önce içini dikkatle inceledim.rengi, ebadı, üzerindeki pulu, kalınlığını, kokusunu, dokusunu, nereden atıldığını…sarıyer’den atılmıştı. zarfın sol üst köşesinde tükenmez kalemle yazılmış bir isim duruyordu: karaca özmillet.takma bir isim olduğundan şüphe etmemiştim.kız arkadaşım hiç olmamıştı. ciddi manada yani…bu ilk ürkek adımdı… mektupla… gözlerim karıncalandı. usulca açtım.çizgili dosya kağıdına mavi tükenmez kalemle yazılmış bir mektuptu. adım şu, burcum bu, şu okulda okuyorum,şu şarkıcıları seviyorum, makarnaya tapıyorum falan…belli ki, onun da “erkek arkadaşı” yoktu. iki hormonal acemi…davul da çalıyormuş. daha doğrusu çalmaya çalışıyormuş.ilginç olmaya mı çalışmıştı o da?cevapladım. iki gün sonra cevabı geldi. ikinci mektubunda çizgisiz dosya kağıdına yazmıştı ve dosya kağıdı parfüm kokuyordu.hatırlıyorum da, içim gıcıklanmıştı. kasıklarıma giden damarlardaki kan akışı şiddetlenmişti.saçmalama, diyordum kendi kendime.neydi şimdi bu parfüm sıkmalar falan…bir de telefonunu yazmasın mı?! “ararsan daha çok ve hızlı konuşuruz”muş…”toplumcu” şiirler yazıp felsefe yapmaya çalışan biri olarak kendime yakıştıramadım şaha kalkan hormonların emrine girmeyi…bir ay yazmadım ona. bir ay içinde yedi mektup geldi ondan. yahu, neyimi beğendi ki? nasıl güveniyor, inanıyor ki bana?niye bırakmadı peşimi?politika sözlüğü’nün indeksine sıkıştırdığım mektuplarını karıştırdım. telefonunu yazdığı mektubu buldum.eşim ve ben ansiklopedisi’nden libido maddesini hatmettikten sonra verdiği numarayı çevirdim.o olamazdı. annesi açmıştı telefonu. yıldırım hızıyla kapadım. on dakika on saat gibi geldi. tekrar aradım.bu sefer annesi değildi telefona çıkan: alooo!şeker pembesiyle, papatya beyazı el ele tutuşup güneşe tırmansa buna benzer bir melodi olurdu herhalde…- ben, şey, eee, murat…- heeeyyy, sen ha? çok sevindim aramana, biz de kızlarla toplandık şimdi… sen n’apıyorsun?- hiiiç, seni aramak istedim, o kadar.- niye yazmadın bana? o kadar mektup attım sana…- bilmem, dersler kötüydü, ders çalıştım…o konuşmaya can atıyordu ama arkadan arkadaşlarının kıkırdayışlarından yüzümün sivilceli kızarıklığının görüldüğü hissini üzerimden atamıyordum.- şimdi kapamam lazım karaca…güldü. durdu bir an.- ismim karaca değil murat; nesrin.- zaten anlamıştım takma isimle bana yazdığını…- tamam murat, madem işin var, biz de kızlarla dışarı çıkacağız birazdan… ne zaman görüşürüz bir daha?- bilmem ki…- aman ya murat, uzatma bu gizemli adam havalarını…birden bozuldum. yüzümün un çuvalına döndüğüne emindim.- ben, gizemli adam numarası falan yapmıyorum tamam mı nesrin!sinirlenmemden memnun olmuştu sanki. gülerek cevap verdi.- şaka yaptım ama ben murat!- tamam, ben kapatıyorum.- ba baaayy!ahizeyi indirdim ve oturdum divana. “baaaayy” mı dedi?tipik burjuva tomurcuğu. komprador yavrusu.eytişimsel özdekçilik desem şimdi ben buna, ağzını açar ve aha’dan bahseder ya da george michael’dan…sivilcelerin ilacının “kız arkadaş” olduğuna sınıfın o üç fırlama tipi inandırmıştı beni.bir de “mektep”teki maceralarını salyalarını sile sile teneffüslerde anlatıp birbirlerinin sırtlarına vurmaları yok muydu…aile dergisi elele’nin cinsel yaşam sayfalarındaki fotoğraflara kaçamak bakışlarımı yakalayan halamın yanında toprak altına girmek için çabalayışımı unutmak isterim hep.hele hele mamografi konulu yazıdaki konu mankeninin meme kontrolü fotoğraflarına bakarken oramın şişmesi benim proleter sınıf bilincimle hiç bağdaşmamıştı.günlerce aramadım onu. o da aramadı. yazmadım. yazmadı.bir gece uzay yolu’nun en heyecanlı yerinde telefonumuz çaldı. annem açmaya giderken, engelledim. anne ben açayım, dedim.telefonları açmaktan kaçan biri olduğum için bu medeni cesaretime şaşmıştı annem. açtım.oydu. heyecanımı kontrol etmeye çalışarak konuşmaya başladım.- n’aber, nasılsın?- murat çok âlemsin sen ya biliyor muydun?- bilmem, öyle miyim sahiden de?bir kızın benimle ilgilenmesi, değer vermesi, ışıklı sesiyle içimi aydınlatması hoşuma gidiyordu.- eveeet, öylesin işte! bak, seni tanıdım ben tamam mı? itiraz etme, yarın beşiktaş parkına gel, görüşelim…sesindeki sert, kararlı, ne istediğini bilen tavır beni savunmasız bıraktı.- ne, yarın öğle mi? nasıl yani?- murat sen de hoşsun ha! evet, yarın gelecek misin?bak, bir daha sormayacağım!üç beş saniye durdum ve cesaretimi toplayıp:- kaçta buluşuyoruz nesrin, dedim.bu sorum havada giderek büyüdü, büyüdü ve beni içine aldı. nasıl oldu da bunu söyledim, inanamıyordum.- heeyy, işte bu ya murat! yarın birde barbaros heykelivar ya, hani korsan gibi, palabıyıklı heykel…orada buluşuyoruz, tamam?- ta, ta-mam… ben kot giyerim, ayağımda mekap ayakkabım olacak. kahve rengidir…- anlaştık, ben de adidas’larımı giyerim. dişlerim gibi bembeyazdır…annem, hadi ama oğlum baban arar da, telefon meşgul çalarsa gebertir beni, hadi kapat artık diye söylenip duruyordu bir yandan.- oldu nesrin, yarın barbaros saat bir, hadi hoşça kal…kapattım telefonu. birkaç dakika olduğum yerde kaldım ve aramızda geçen konuşmaları düşündüm.eytişimsel özdekçilik, id-ego-süperego, androjen, libido, jung, freud, sivilcelerim, ergenliğim, toplumbilim…sabah ezanı okunurken petting, necking, ön sevişme, öpüş türleri, dokunmak maddelerini okuyordum ezberlercesine resimli cinsel atlas’dan…kahvaltı edememiştim. karnım gurulduyor, ellerim titriyor, yüzüm buz kesiyordu. deneyimli biri nasıl davranırdı?piç mehmet ve arkadaşlarını düşündüm.”mektep” maceralarını anlatışlarını… ellerini pantolon ceplerine sokup briyantinli saçlarını sıvazlayışlarını…evden çıktım. beşiktaş’a gidene dek, ilk cümlemin ne olması gerektiğini düşünmekten başım kazan gibi olmuştu.bir an geldi ki, düşünemiyordum bile. bıraktım kendimi boşluğa, bu garip hoşluğa…buluşma noktasına geldim. bir kanepeye oturdum. saçlarımdaki limon kolonyasının briyantinden daha iyi olduğuna karar vermekle doğru yapmışım.on beş dakikanın nasıl geçtiğini bilemiyorum.dedemin sünnet hediyesi saatime baktım.akrep ile yelkovanın pis pis sırıtışlarını gördüm. saat tam birdi.saatimi bir gölge kapladı. başımı kaldırdım. upuzun boyu ve bembeyaz spor ayakkabılarıyla tam tepemdeydi. bakıyordum. dudaklarım açılamıyordu.yüzüm sıvası dökülmüş duvarlar gibiydi. ellerim kuzey kutbuna çoktan varmıştı. kalbimin atıp atmadığından emin değildim.o hâlâ ayaktaydı ve tebessümler fışkıran ela gözleri buz tutmuş kalbimi eritmeye başlamıştı bile…ama ben hâlâ konuşamıyordum. sadece bakıyordum. bakıyordum. yağıyordum kendi içime son sürat.ikimizin imal ettiği sessizliği o bozdu:- çok mu beklettim?- yo, ha-hayır, daha yeni geldim ben de… otursana…oturdu. çantasını tam aramıza koydu ve bana döndü. benden ayrıldıktan sonra sirke mi gideceksin, dedi.afallayan kalbim, beynim iyice altüst oldu. niye ki, dedim.- yanaklarındaki pudralarla başka nereye gidilir ki?leblebi beyazına dönmüştüm. kalakaldım. sustum. başlamadan bitti işte, bitti.elime dokundu, bana bak dercesine…- murat, sivilceler de senin bir parçan, niye pudra sürdün suratına?”baaayy” diyen bir burjuva tomurcuğundan böyle felsefi bir cümle beklemiyordum.sevinç ile yıkılmışlık atbaşıydı. güvenim dörtnala koşuyordu.- çok kötü görünüyor, bunu sen de görüyorsun…- tamam ama, her şeyi örtemezsin murat…sustum. başımı kaldırdım. yüzüne, o ela gözlerindeki uçuruma uzattım kafamı. düşeceğimi bile bile baktım.- sahiden de, her şey örtülmez değil mi?- evet murat, her şey örtülmez.bir sessizlik fabrikası inşa etmiştik ve el değmemiş tatlı sessizlikler imal ediyorduk kalblerimizden.öylece oturduk. hiçbir şey konuşmadık dakikalarca.saatime bakmayı akıl ettiğimde yarım saatin geçtiğini gördüm.- pastanede ekler yemeye ne dersin?- ekler mi? hiç sevmem. ama pastaneye gidelim tabii, ben piramit pasta yerim.ayağa kalkarken fatih’in istanbul’a girişine benzer bir ruh halini yaşadığımı hatırlıyorum ya da che’nin kapitalizmin karargâhlarını yerle bir edip sosyalizm bayrağını dalgalandırdığını…boyunun uzunluğunu fark ettim.en az on santim kısaydım. olsun. ruhlarımız şimdilik aynı boyda. içimden onlarca güvercin havalandı.oradan buradan konuşurken dudaklarına takıldı dudaklarım… allahım!sarıyer’de iki katlı evleri varmış. babasının da oto galerisi… saçlarına takıldı gözlerim. saçlarının göğsümü kapladığını düşledim.arsızlaştım. o kadar rahattı ki… sanki ortaokulu beraber okumuşuz… sıkılganlığım yakamı da, peşimi de bırakmıyordu.duran duran dinlermiş… big in japan’a taparmış…che’ye de ben…bir an sandalyemden ayağa kalkıp eve, odama koşmayı istedim.ne olacaktı yani? flört mü edecektik? el ele tutuşup sinemanın loşluklarında kaçamak öpücüklere iman mı edecektik?külodumu ıslatan rüyalarımda ona başrol verecektim de ne olacaktı?o da beni arkadaşlarına anlatıp acemiliklerimi mi çekiştireceklerdi? ne olacaktı yani? ayağa kalkıp gitmek istedim. yapamadım. olmadı.annesinin nasıl kapandığını anlattı. ağabeylerinin almanya’ya gidiş serüvenlerini…iki saatte altı tane ekler yemişim. dört de limonatayı indirmişim mideme…- sen çok mu seviyorsun ekleri?- evet.- bak murat, haftaya bize gelsene…gözlerim yuvalarından kanatlandı.- nee?! size mi?- evet, ne var ki bunda?!- annen, baban var daha ne olsun!- annem içeride bize yemek hazırlar, babam öğleye doğru galeriye gider…seninle odamda müzik dinleriz, hem sen şu felsefekitaplarını da getirirsin… ha, olmaz mı?- bilmem ki, olur mu?- olur, olur… hafta ortası ararım seni…hesabı ödemek için kasaya doğru yürüdüm. yanıma geldi. yarı yarıya ödeyelim, sosyalizm hesabı, tamam mı, derkengözünü kırptı. bir yanım kırpıldı benim de…sesimi çıkaramadım.ayrılırken tokalaşmak için uzattığım elimi sıkaca kavradıktan sonra yanaklarını sivilceli yanağıma değdirincehavaifişek oldu bütün sivilcelerim…devam edecekti. etmeyecek.