bildirgec.org

uncategorized hakkında tüm yazılar

ŞU KARAPARA DEDİKLERİ

Sule34 | 14 December 2010 14:36

ŞU KARAPARA DEDİKLERİ
Dünya üzerinde vergi kaçırma suçu insanlığın tarihi kadar eskidir. Paranın bulunuşu ve aktif olarak günlük hayatta kullanılmaya başlanmasıyla da iyice somutlaşmıştır. Tarih boyunca suçlular yakalanıp cezalandırılsa dahi çoğu kez kazançları yanlarına kar kalmış bu yüzden de insanlar tarafından sıklıkla başvurulan bir kazanç yöntemi olarak görülmeye devam etmiştir.Suçlu yakalansa da suç sonucu elde edilen gelirin takibinin tam olarak yapılamaması ve bu gelire el konulamaması organize suç örgütlerinin güçlenerek varlığını sürdürmeye devam etmesindeki en önemli etkenlerdendir.
1900’lerin başından itibaren kara para aklanması konularında dünya devletlerinin duyarlılıklarının artması suç ile ilgili gelirlere ve suçluların mal varlıklarına el konulmaya başlanmasıyla birlikte yasa dışı kazanılan paraların gizlenmesi, nev’i nin değiştirilmesi suretiyle yasal kimlik kazandırılması şeklinde tanımlanabilecek “kara paranın aklanması “ durumu oluşmuyu başlamıştır.
L’expresse gazetesinde yayımlanan bir haberde 1920 ‘li yıllarda kanun dışı paranın yasal hale getirilmesi için,Chicago ‘da mafya üyesi bir şahsın; o dönemde çok popüler olan ve sadece nakit para kullanılabilen ;çamaşırhaneler zinciri almak suretiyle suç gelirlerini yasal gelirleriyle karıştırarak muhasebe kayıtlarına geçirdiğini belirtmektedir.İngilizce de kara para aklama anlamında kullanılan “laundering”(çamaşır yıkama) tabirinin buradan buradan geldiği söylenmektedir.

1960’lardan sonra uyuşturucu ticaretinin uluslar arası hale gelmiş olması paralelinde kara para aklamasının da uluslar arası hale gelmesine sebep olmuştur.Dünya ülkeleri çok uzun süre kara para aklanması konusuyla bireysel mücadele etmiş ancak;suç örgütlerinin uluslar arası düzeyde örgütlenmiş olmasından dolayı tek başlarına etkin olamamışlardır.

Üstad Nusret Fatih Ali Han

alacahirka | 14 December 2010 11:51

Cennetten gelen ses.. İnsan olmanın dehşetiyle görkemini onun kadar iyi ifade edebilen bir müzisyen nadirdir…Kavvali’nin parıldayan yıldızıdır sonsuza dek sönmeyecek olan ve “üstad” dır her şeyiyle…Geçmişinde büyük kavvallerin olduğu bir aileden gelen üstadın babası da kavvaldi fakat babası onun doktor olmasını istemiş ve bu yüzden müzikten uzak tutmuştur… O gizlice babası ve grubunun çalışmalarını yıllarca gizlice izlemiş ve bu şekilde kendi kendisine öğrenmiştir. Kavvali söylemeye başlamasını ise kendisi şöyle anlatır :”Babam Üstad F. Ali Han’ın 1964 yılında vefat etmesinden on gün sonra bir rüya gördüm. Rüyamda babam bana gelip şarkı söylememi istiyor. -Yapamam- deyince -Bir dene..- diyor, eliyle boğazıma dokununca şarkı söylemeye başlıyorum. Rüyamda babamın cenaze töreninde ilk konserimi verdiğimi görüyorum. Herkes yan yana oturmuş ve ben Kur-an’dan ayetler okuyorum…”Kendisine sufi olup olmadığı sorulduğunda “sufi değilim fakat onların yolundayım..” diyerek “bir sufi, sufi olduğunu asla söylemez” düsturunu da çiğnememiştir…Kavvalinin batı medeniyetince tanınmasını sağlamış ve bu türün dışında pek çok büyük müzisyenle ortak çalışmalar yapmıştır ki özellikle Peter Gabriel’le özel bir yakınlığı vardır. Kendisiyle birebir çalışma onuruna erememiş pek çok müzisyen ise kendisinden etkilenmiştir ki bu da çok doğaldır çünkü üstadın sanatı eşsizdir.Bir keresinde kavvali okurken ne hissettiği kendisine sorulduğunda ise :”Allah için şarkı söylerken kendimi onunla bütünleşmiş hissediyorum ve Allah’ın evi Mekke önümde uzanıyor. Peygamberimiz Muhammed için söylerken sanki Medine’de mezarının başında oturuyor ve onun için dua ediyorum.” demiştir. Yine kendisi kavvalinin gücünün eşsizliğini de “kavvalide aynı ezgiyi asla ikinci kez duyamazsınız..” diyerek açıklamış ve dinleyenlerin de anladığı gibi kavvalinin spontane bir müzik olduğunu ama kurallarıyla birlikte zorlu bir öğrenme sürecinin olduğunu vurgulamıştır.Üstad jazz müziğini sever, dinlerdi ki pek çok batılı jazz sanatçısıyla da birlikte müzik yapmışlardı ve Jan Garbarek, Michael Brook ilk aklıma gelen sanatçılardır.Kendisinin vefat ettiği gün haberini almış ve dostlarla birlikte dağa çıkıp sonsuzluğa uğurlamıştık yüreğimizden kopan ezgilerle,aradan 13 yıl geçmiş oysa ki daha dün gibi..

aşk-aşk-aşk..

morfik | 14 December 2010 08:55

Adam uzanıyor, sere serpe-yorgun ve inatçı-huzurlu,,çok huzurlu
_rüya mı?

Kadın adamın başucunda, ayağında ve başucunda, baştan sona adamla..atmış günü sırtından, dinç ve dindar,
_inşallah-kader,
gerçek olur mu?

Gerçekleşmiş rüya-rüyalanmış gerçek..
silinmiş bulutlar, en tepeye kadar aşk..delinmiş yer-en dip aşk..
inanılası değil, inanmıyorlar..varsın inanmasınlar..

dağlar tünel tünel aşk, ovalar başak başak aşk, nehirler akar aşk, caddeler sokaklar-köşedeki ev-uzaklardaki meşe-geçip giden araba,bisiklet-bahçe kapısı.. her şey.. denizler, denizlerce aşk..

ey sevgili-ey sevgili diyerek uyanıyor-uyuyor her şey..

Vaveylacılar sizi..

zarifce | 14 December 2010 07:59

Neden her yer bembeyaz olunca “kara kış geldi” denir? Neden kar yağınca bazı tv ler felaket tellalığı yapar? Aman, yandık, öldük, bittik diye feryadı figan edenler acaba yağan karın ne anlama geldiğini biliyorlar mı yoksa göbekten mi atıyorlar ya da bir amaçlarımı var? Bilmeyecek kadar zekalı olamazlar. Herhalde bir amaçları vardır ya da doğa ile bir alıp veremedikleri var. Bırakın kardeşim velveleyi feryadı kar da yağsın yağmurda esas bunlar olmazsa felaket gelir dua edin de sizin gibiler yüzünden başımıza taş yağmasın. İki gün önce haberleri izliyorum kar yağdı denince şükrettim ama haberin devamında sunan spikere ve tv kanalına beddua edecektim, vazgeçtim. Öyle bir kar haberi veriyorlar ki duyan kıyamet kopmuş sanacak. Hepi topu yağan karın kalınlığı 20 cm yi geçmez, şehirlerde ana alterler açık ara sokaklarda çok çok 1-2 saate açılır ne var bunda niye vaveyla ediyorsunuz? Yağmur yağar felaket, kar yağar felaket, güneş ısıtır. Felaket yapmayın esas sizin gibi insanların yaptığı felakettir. Doğaya kafa tutmayı bırakın vatandaş da kimin ne olduğunu iyi biliyor. Diyeceksiniz ki başka tv yi seyredin; o zaman iyi de hiç mi zaplamayalım? Teşekkürler.

merhaba aşkına..

morfik | 13 December 2010 17:17

Nasıl başlar aşk?
Yüreğiniz göğsünüzü yumruklar..
İlk kez görüyormuşçasına bakarsınız her gün geçtiğiniz sokağa..sokaktaki ağaç daha bir yeşildir..
sanki güneş batmıştır gözlerinize, yanıyordur dünya kirpiklerinizde, körsünüzdür onun adının geçmediği her konuda..
! nasıl başlar aşk?
Öylesine başlar, bilirsiniz.

Bilirsiniz, eskiden zormuş tanışmalar..bir çöl hikayesi gibi anlatılanlar. Kimi deniz uğruna savrulup gitmiş, kimi denize ulaşmış eninde sonunda.
Rast gelmişti yetmişli yaşlarda bir amca, hoş muhabbet, yanında yıllara rağmen güzel bir teyze, hala el ele. Takılmadan duramam zaten.
’Kapmışsın gül gibi hatunu.’
_öyle ya, neler yaptım bir kez görmek için. Dilenci kılığında kapısına giderdim. Kapıyı açtığında anlar gülümserdi, bir iki meyve getirirdi, eli elime değerdi. Sonunda babası bana verdi.

Türk Malı Türk’ün Malı!

Kamil Cengiz | 13 December 2010 16:17

1929 yılı hem Dünya hem de Türkiye için önemli bir yıldı. O yıl dünya çok önemli bir ekonomik kriz yaşamıştı. Türkiye içinse 1929 bir umut yılıydı. Çünkü Lozan’da kabul edilmiş olan bazı ekonomik sınırlandırmalar anlaşma gereği o yıl geçerliliğini yitiriyordu. Ekonomik karar alma yetkisi artık tamamen Türkiye’nin kendi eline geçiyordu. Gümrükle ilgili vergiler hazine için artık yüksek miktarda bir gelir kaynağı olmaya başlayacaktı. Kısacası umut dolu bir yıldı.

Bununla birlikte 1929 yılının son aylarına kadar dünya krizin eşiğinde olduğunu tam anlamıyla fark edememişti. O yıla kadar Türkiye çok basit ihtiyaçlarının bile çoğunu ithalatla sağlıyordu. Ancak umutlu Türkiye bir anda pahalılaşan ithalat fiyatlarıyla sarsıldı. Dalgalı döviz hareketleri ve içeride tüccarların stoklama girişimleri başlayınca Sterlin karşısında Türk parasının değeri süratle düşmeye başladı.

UY

takyon | 13 December 2010 14:59

Sabah her zamanki telaşla evden çıkıyordu kardeşim. “Aman” dedim “telefonuna kaydet de akşam gelirken unutma listedekileri”. Önemli gündeyiz çünkü: annemin doğumgünü. Biz öyle klasik kutlamalar sevmiyoruz. Bu sefer de hamsi tava yapalım dedik, bu başlı başına eğlence demek zaten. Yanına da bol yeşillik. Hatta ben mumları hamsinin üstüne koymayı düşünüyorum. Yok yok laz değiliz ama hem karadeniz yemeklerine hem de laz vatandaşlara karşı ayrı bir sempatimiz var. Bir kere özgüveni bu kadar yüksek, bu kadar enerji dolu, neşeli, sohbetli bir topluluk daha ben bilmiyorum. Kendimi bildim bileli onlarla içiçe olduk. Ev sahiplerimiz hep Karadenizliydi. Sonra mahalledeki çoğu esnaf da öyle.
Kimi zaman oldu, özgüvenleri sinirden çatlatmadı mı? Evet çatlattı. Hele o “ben bilirim” havaları. Bakın bir keresinde ne oldu: Yıllarca önce henüz mutfakta tüp kullandığımız dönemde, her zamankinin yerine başka bir eleman eve tüpü getirdi, takmaya uğraşıyor. Ben de bu gaz konularında o kadar huyluyum ki onlarca metreden kokuyu alabiliyorum(ya da öyle sanıyorum). Neyse tüpçüye dedim ki “lütfen şunun kontrolünü yapar mısınız?” Adam zaten bezmiş ve yorulmuş o ağırlıkları taşımaktan; kesin küfretmiştir içinden. Ben bekliyorum ki köpük yapıp tüpün ağzına sürecek diye. Adam çakmağını çıkarmaz mı cebinden. Fırladım öne, çaktı çakacak! “Ne yapıyorsunuz!” Kalbim oynadı yerinden resmen. Adam bir sakin ve umursamaz ki hiç cevap verme gereği duymadı önce, bir güzel çaktı çakmağını, tüpün etrafında çevirdi. Ben gittim geldim bir taraflara o ara. Sonra çakmağı cebine koyarken gülerek “N’olacak patlarsa anlarız” demez mi! Çıldırdım o an, gözüm döndü ama ne yaparsın ki. Hala hayatta olmak coşkusu avuttu beni.
Hayatlarını fıkraları gibi yaşıyorlar, belki de fıkra değil bir çeşit biyografi denmeli o yazılara. Üstelik bu fıkralardan hiç de gocunmuyorlar. “Bana ha!” tribi yok hiç birinde. Bir Karadenizli arkadaşım yaşadıkları yörede birilerinin ahşaptan yaptığı yangın merdivenlerinden bahsedince koptum artık. Yaşıyorlar, anlatıyorlar, gülüyorlar; hayranım.
Evet bu önemli günü hamsi tava şenliği ile kutlama fikri hele de bu kar kış havasında içimizi kıpırdattı. Fırında tahin helvayı da balığın üstüne aldık mı değmeyin keyfimize. Sıkı sıkı tembihledim ufaklığa: “aman telefonuna not yaz”. Akşam oldu kardeşim ellerinde poşetlerle geldi. Baktım telefonunu çıkarıp bana gösteriyor: “unutacağım sandın değil mi?”. Bir kağıda listeyi yazıp, telefon kapağına içten yapıştırmış ufaklık. Gülmekten karnıma ağrılar girdi. Acaba laz doğulmaz olunur mu?

venüs tepesi

astral | 13 December 2010 11:52

İçimde bir şeyleri kaçırıyormuşum gibi bir his… Nerede, neyi kaçırıyorum? Belki iç sesim. Sadece bu.

‘Evet, yanıt bu olmalı.’ dedi küçük melek; mavi kanatlarını çırparak ve beyaz tüllerin arasından sıyrılarak ve ağaç dallarının arasından kayboldu. Bunun için gelmişti belli ki.

Bir filmde bir yazar, onun nereye gideceğini ben de bilmiyorum, yazarken ortaya çıkacak dedi, bana ait tonla şeyi bilmeden yanıtlarken…

Sen benim kadar, sert olsaydın kimi zamanlar, – sert derken doğru sözcüğü kullandığımdan emin değilim- ne bu ilişki kalırdı, ne de bugün bu denli unutulmaz geçerdi.

Ütopya nedir?

sislipuslu | 13 December 2010 10:29

Şu sıralar siyaset felsefesine ilgi duyduğumdan dolayı sürekli ütopya şeklinde yazılmış eserleri okuyup duruyorum. Yazımı da bunun hakkında yazmak istedim.

Öncelikle ütopyanın ne demek olduğundan ve nereden geldiğinden bahsedelim. Ütopya kelimesi Thomas More tarafından, Yunanca ou (yok) ve topos (ülke) kelimelerinin birleştirilmesiyle türetilmiştir. Yani yok-ülke demektir. Aynı zamanda içinde muzip bir kelime oyununu da barındırır; eu (iyi) ön ekiyle yazıldığında iyi-ülke, yaşanası-yer anlamına gelir.

Ütopya tanım olarak; bir ideal veya karşı-ideali temsil eden bir toplum ve insan tasarısıdır. Üstün insanların yaşadığı, mükemmel yasalarla yönetilen, ideal ülkedir. Karşı ideal diye bahsedilen çeşit, ters ütopya, diğer adıyla distopyadır.