Hikâyelerinin inadına: Reis Çelik
Kahraman Çayırlı“Işıklar Sönmesin”i izlemek için insanlar Beyoğlu’ndaki sinemalara bile giderken kimlik kontrolünden geçirilir, içeride slogan atmanın yasak olduğu yolunda uyarılırlar. Bir gün NTV‘den haberleri izler. Bir sinema salonundan insanlar kıpkırmızı bir yüzle koşarak çıkarlar. Neden sonra anlar oranın Diyarbakır’daki Dilan Sineması olduğunu. “Işıklar Sönmesin” oynar ve içeride insanlar zılgıt çekince polis üzerlerine kırmızı su sıkar. İnsanlar orada sonra “Işıklar sönmeyecek!” diye gösteri yaparlar. İşte böyle anlatır “Işıklar Sönmesin” filminin ardından yaşadıklarını. O bir film çeker, esas film o zaman başlar zaten…Peki ya “Hoşçakal Yarın”? Film, Olağanüstü Hal sınırları içersinde yalnız Vecdi Sayar’ın düzenlediği “Sanat Köprüsü”nde Hakkâri’de gösterilir. Ancak yaklaşık iki saatlik filminin gösteriminin dört saatte neden bitmediğini merak ettiği için sinema salonuna giderken yolda uçuşan film parçaları görür. “Ulan nereden buldular bu kadar çok filmi” derken film parçalarından birini yakalayınca görür ki uçuşanlar, kendi filminin sansürlenmiş kareleridir. 1961 yılında Ardahan’da doğar. İlk ve orta öğretimini tamamladıktan sonra İstanbul’a yerleşir. İstanbul Belediye Konservatuarında Müzik ve Tiyatro eğitimi alır. Gazeteciliğe başladığında 1982 yılıdır. Ekonomi ve politika muhabiri olarak çalışır. Çeşitli televizyon programları hazırlar. Bir yandan okurken bir yandan da 70’lerin o büyük, kitlesel siyasal hareketlenmesi içinde yer alır. Gazetecilikten dağıtımcılığa, fotoğrafçılıktan video gazete yayıncılığına kadar pek çok işte çalışır. Ama aklında hep film yapma fikri vardır. Belgesel filmler çekmeye başlayan yönetmen, farklı kuruluşlara 600 civarında reklâm filmi ve siyasal kampanya filmi çeker. Ülkemizde yapılan ilk Nazım Hikmet Belgeseli olan “Nazım Hikmet Ziyaretçin Var”a imza atar. Derken “Işıklar Sönmesin”, “Hoşçakal Yarın”, “İnat Hikâyeleri” ve nihayet “Mülteci”…En büyük hedefi gazeteci olmaktır küçükken. Doğduğu kent, Ardahan’a haftada sadece bir kere gazete gelir o yıllarda (1960lar). Gelecek gazeteleri bekler… Peki ya kentin biricik gazete satıcısı kimdir? El cevap: Hülya Avşar’ın amcası. Sokakta bulduğu her gazete parçasını keser, düzeltir, sonra annesine götürür çuvaldızla diksin diye. Çocukluğunda “gazete kitapları” biriktirdiğini anlatacaktır sonraları. İlkokula dört kilometre yürür her gün. Hem de o kar-kış altında. Anne tarafı Gürcü, babasının annesi Kürt, dedesi de Ahıska Türkü… Terekemeler var, “Malakan” denen Beyaz Ruslar, Alman köyleri… Malakanlar yöre halkına değirmenciliği, bağcılığı öğretir, Almanlar da patates ekmeyi. Hatta oralarda patatese ‘kartof’ derler. Gazetenin ancak haftada tek bir kez geldiği yerde gazeteci olunur mu? Ama Reis Çelik var diğer yanda, direnmeyen, ne olursa olsun pes etmeyen… “İstanbul’a gideceğim” der tutturur. Derken ikna eder kendinden iki yaş büyük amcası Orhan’ı. 36 saatte İstanbul’a gelirler otobüsle. Kuştepe’de indirir otobüs ikisini. Gültepe, Ortabayır’da halasının evine gidecekler. O zaman Kuştepe ile Gültepe arasında ev yok. Hava soğuk. Yağmur yağıyor. O gün geri dönmeye karar verir. Çamurda yürürler. Elinde sazı. Bir daha ötmez diye kızar. Çünkü sazı da ıslanır. Beline kadar çamur olur hatta. Donarlar soğuktan, çok üşürler. Bir kahve görürler. Kapıyı iterler. Eşik yüksek. Güç bela içeri girerler. Kapının önünde masa. Onu da iterler. Karşılarında bir garson. Elindeki çayların dumanı tütmekte. Amcası Orhan, “Bir çay ver de ısınalım. Bir de adres soracağız” der. Adamın altın dişleri vardır. “Tamam yiğenim de” der, “Kapı dururken niye pencereden girdiniz?” Meğer girdikleri yer pencereymiş. Nereden bilsin genç adam. Eşik niye yüksek diye düşünür. Çünkü geldiği yerde iklim koşulları gereği pencere tepede olur, “baca” derler hatta. İki tane küçük deliktir. Böyle pencere görmemişler o zamana dek. Onun için İstanbul’a pencereden girer yönetmen!Eniştesi Reis, Cağaloğlu’nda, bir serigrafçıda iş bulur. Maksat tabii gazeteci olabilmek için gazetelerin merkezine yakın durmak. Gündüz çalışıyor, ne yapabilir? Gece lisesine kaydolur. Sefaköy Halkevi’nde oyunlara, tiyatrolara, sazlara, korolara çıkar. Sonraysa Ruhi Su’nun Dostlar Korosu’na girer. Bu arada TİKKO’dan TKP’ye geçer. Eylemsiz günü geçmez, anlayacağınız. TKP’nin gençlik örgütü İGD’nin açtığı bir şiir yarışmasında birincilik ödülü alır. Yazdığı şiirler o dönem ‘Demokratik Almanya’dan yayın yapan TKP’nin Sesi Radyosu’nda yayınlanınca tutuklanır. O, cezaevindeyken darbe olur. Yaklaşık bir yıl yatar farklı tutukevlerinde. 12 Eylül’ün ardından ikinci duruşmada serbest bırakılır. Cezaevinden yeni çıkar ki bir bekçi gelip yönetmeni karakola çağırır. Karşısına çıktığı Laz komiser “Ula ne pok yedin Antalya’da” diye sorar. Oysa Reis Çelik o güne dek hayatında Antalya’yı hiç görmemiştir. Sonradan anlaşılır ki başka ceza veremeyince sıkıyönetim mahkemesi bir ay Antalya’ya gitmeme cezası verir. “Hani bu devlette hiç boş yok” der yıllar sonra o zamanlardan söz açılınca. 1981 senesinin şubat ayını unutmaz hiç. 28 günlük imza attırır, komiser. Bir de söz alır, bu süre içerisinde Antalya’ya gitmeyeceğine dair. “Tamam gitmem” der elbet fakat içinden kıvranır, ne var bu Antalya’da diye. Durumu arkadaşlarına anlatır. Arkadaşları aralarında para toplar, gönderir Çelik’i güneydeki turizm kentimize. Birkaç gün dolaşır gelir. Yine de bir türlü anlayamaz Antalya’nın niye yasaklandığını… Serigrafçılığa devam eder bir süre. Dünya gazetesini “müvezzi çocuk” olarak dağıtır. Şiir üzerine yazdığı bir makale, Nezih Demirkent’in dikkatini çeker. Demirkent, sorar, soruşturur, arar, tarar en sonunda bu yazıyı yazanın serigrafi işlerini yaptırdığı kişi olduğunu öğrenir. “Sen artık gazeteci olmuşsun” der. 22 yaşındadır henüz bunları duyduğunda. Sonra Günaydın gazetesine geçişi, “video gazeteciliği” yapıp kamerayı, kurguyu öğrenmesi… Aynı anda Belediye Konservatuvarı’nın Türk Sanat Müziği Bölümü’nde öğrenci. Peşisıra ATV. Televizyonun kuruluşuna katılır, reklâm filmleri ve belgeseller çeker ama hayallerinde uzun metrajlı film yapmak var tabii. Berhan Şimşek, Çelik’e bir öykü getirir. Ferdi Eğilmez’in yazdığı öyküye göre gerillayla asker çatışması sırasında çığ düşer. Film sağ kalan bir askerle bir gerilla öyküsünün çevresinde gelişir. Filmin çekimi için Genelkurmay’a başvururlar. Ama daha izin çıkmadan zaten Çelik ve ekibi Bayburt’a, Kop Dağları’na gidip çekimlere başlar. Bir tek Bayburt Valisi yardımcı olur filmin çekiminde. Genelkurmay izin vermez. Onlar da çekimleri gizli yapar. Ancak son gün MHP’liler fark eder ne yaptıklarını. Kaldıkları öğretmen evini kuşatırlar. Bir askeri cemsenin (GMC marka araçların halkımız tarafından bilinen adıdır) başında gelen komutan “Sizi kahvaltıya götürüyoruz” diye çıkarır ekibi o kuşatmadan. Askeri konvoyla çıkarlar Bayburt’tan. Bu son bahsettiğimiz durumdan birkaç sene sonra Strasbourg’da Türk Filmleri Günü vardır. Reis Çelik de bir fotoğraf sergisi açar. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Türk yargıcından MHP’lilere, diplomatlara, Apo’nun avukatlarına kadar herkes vardır. Sivil, genç biri daha vardır. Ona da “Paşam, paşam” derler. Bir akşam yemeğinde karşılıklı otururlar. Paşa bir ara “Sizi bir yerden tanıyorum” der, o da “Filmlerde figüran olarak oynarım, oradan olmasın” der. AİHM’nin Türk yargıcı “Paşam öyle davalar geliyor ki, Türkiye rezil oluyor” deyince karşısındaki sivil komutan “Bak, demokrasi gelişiyor, işte burada oynayan -Propaganda- filmi, adam, Ankara alsın bu kâğıdı kıçına soksun, diyor izliyoruz. Bu ne ki, adamın biri ‘Işıklar Sönmesin’ diye bir film çekti, bu ülkede gerilla lafını kullandı, iç savaş varmış gibi gerillayla askeri karşı karşıya getirdi. Bunun 18 yıl cezası var. Gerçi filme dava açıldı ama biz, millet karar versin, diye müdahale etmedik. Herif hızını alamadı, ondan sonra ‘Hoşçakal Yarın’ diye 12 Mart filmi yaptı, Deniz Gezmiş’leri gösterdi. TSK’yı faşist cunta ilan etti. Yine sesimizi çıkarmadık. Başka zaman olsa adamı kıçından vururlar” Bu arada masa gülmekten kırılır. Reis Çelik de “Yani şimdi kıçımı kolay mı kurtardım” der demez paşa “Tamam seni şimdi tanıdım, sen o filmleri çeken adamsın ama bana da hayatını borçlusun” der. Meğer onları Bayburt’ta kuşatmadan kurtaran cemsenin başındaki komutan karşısındaymış: Ünlü Osman Özbek Paşa.