Salondaki duvar saatinin pilinin bittiğinden mi yoksa bozulduğu için mi çalışmadığı ile ilgilenmiyordu. Yatak odasında başucundaki saat dursa işe vaktinde kalkamayacağı endişesi belirebilecek ve ancak o zaman ilgilenecekti bozuk bir saatle… Yok, yok olmayacak! Bir daha âşık olamayacağı hissi kapladı bir an içini. Duygularının saatiydi duran aslında, kimseye atmayan bir kalp taşıyordu.Sarışınlar aptal olur icadının, üzerinde yarattığı git-gelleri atlatmıştı uzunca bir süre önce. Yaptığı ve sonradan pişman olduğu hataları sarışınlığından sorumlu tutan ‘sarı saçlarımdan ben suçluyum’ anlayışı bazen göz kırpsa da hınzırca, aptal sarışın değil zamanında hep âşık olduğunu hatırlar ve rahatlardı.İşe gidilmeyen tek günün mecburi tatil ruhunun ağırlığını taşıyamadığından ayaklarını sürükleye sürükleye salona kadar hareket ettirebilmişti, duran saate bakmadı bile…Sehpaya ilerledi, küçük kâğıt parçasını aralayıp önce dudak büktüyse de telefonu çarçabuk eline alıp numarayı bir defada çevirdi. Her çalma sinyalinde ‘ sen ne yapıyorsun’ diyecek olduysa da üçüncü ses aralığında bu cümle yok olup silinip gitmişti beyninden.Ve konuşma gerçekleşti; kısa, amacına ulaşan duygusuz bir görüşmeydi.Bu adamı arattırdığı için en yakın arkadaşına bir süre sövdü, evin içinde söylene söylene dolaştı rahatladı sonunda.Sadece bu en yakın arkadaşı değildi, pek çokları vardı birini bulmaya çalışıp zavallı hayatını organize etmeye çalışan. Hepsinden nefret etti bir anda…Terk edip gitmişti eski sevgili, ‘özgürlüğüme çok düşkünüm, bir ilişkiyi taşıyamıyorum’ deyip gitmişti. Ama erkeklik değildi bu yaptığı, gerçeği saklamıştı, seni artık sevmiyorum diyememişti…Sevgim bitti diyebilseydi yas bu kadar uzun olmayacaktı, her terk edilen gibi karalar bağlayacak ama uzun ağlama saatleri dingin bir kabullenişe ulaşacak, çiçeği böceği tekrar sevmeye başlayabilecekti. Alçak adam, sahtekârlığı ile yas bile tutmaya izin vermemiş öfke izleri bırakarak çekip giden olmuştu.Ama bu yalan, yamuk terk ediliş tüm erkeklere nefret yaratmıştı işte; güzel kadın, zeki kadın olmak gözünde değildi artık. O iple çekilen randevular esnasında; seksi ve hınzır bir gülümseyişin zekice edilen pratik birkaç cümleye karıştığı o sarhoş edici ve ilişkiye yön verici sahneler bile çekici gelmiyordu artık…Gidecekti bu buluşmaya, çıkamayacağı bir hayat çemberiydi bu. Bile bile mutsuz olma ihtimalinin yüksekliğini, seçilecekti şık bir kıyafet…Evet! İşte kahverengii elbise! İyi fikir… Ne demişti bir renk uzmanı geçen radyoda: karşısında kahverengi giyen biriyle ortan kişi çok fazla konuşurmuş, sen sormadan anlatmaya başlarmış, birçok yazar önemli mülakatlarında bu renk kravat takıp o çok isim olan konuğu çok rahatlıkla konuşturabilirlermiş, vesaire… İyi işte ben ne konuşacağım, adam anlatsın dursun bütün akşam ben de şarabımı içip kafa dinlerim diye düşündü ve bir heves giyiliverdi o mat elbise…Cep telefonu çaldı sonunda:—Aşağıdayım, bekliyorum diyenÇok büyük holdinglerin kibar olmak zorunda bırakılmış ama asla içinden size samimi olmaya çalışmak gibi bir isteği olmayan santral memurları gibi mekanik bir sesle, yarı emir kipi tonunda bir adam sesi duyuldu.— Peki, iniyorum diyebildi usulca…Evden yeni arayışlar için her ayrılış ruhundan çok şey kopartıyordu, buna inat diğer tarafı da her randevuya ‘acaba hayatımın aşkı olabilir mi?’ diye gitmek zorunda hissediyordu.Son bir kez baktı boy aynasına, kim için süslendiğini bilemeden asansörün kapısını araladı, aşağı katlara değil sanki ruhunun derinliklerinin katmanlarına inen karanlık bir başka seyahat başlamıştı yine…