Önce Karanlık Sokak 1‘i okumalısınız.


    Karakola ulaştıklarında, uzun süre bekledi. Kendisiyle birilerinin ilgilenmesini istiyordu o an. Ancak herkesin çok işi vardı. Karşısındaki orta yaşlı kadın yemek yiyordu, çok uzakta biri sürekli öksürmekle meşguldü, bir diğeri hiçbir şey yapmıyordu. Gözleri, kendisini buraya getiren polisleri aradı. Ancak bulamıyordu. Uzunca bir süre sonra, Annie’nin evinde, John’a kapıyı açan polis, Bay Wins, John’un yanında beliriverdi ve kendisini takip etmesini istediğini söyledi. Duvarlarında resim olmayan bir koridordan geçerek ufak ve çok sıcak bir odaya girdiler. John’un ilk dikkatini çeken, odadaki çalışmayan vantilatör oldu. Onun çalışmasından daha başka ne isteyebilirdi? Ama çalışmadı. John, vantilatörü çalıştırmak için izin istemeden, çalıştırdı. Kimse, bu harekete dikkat etmemişti.

    John, vantilatörün yanındaki koltuğa oturmak isterdi, ama o koltuk boş değildi. Koltukta genç bir kadın polis oturuyordu. John onun yanındaki koltuğa oturdu. Ardından üzerindeki gömleği çıkardı ve koltuğunun arkasına attı. Üzerinde, Conquer yazan t-shirt’ü kalmıştı sadece. Karşısındaki masanın arkasındaki koltuğa ise Wins oturdu ve John’a bir kağıt uzattı. Ondan kağıdı doldurmasını istedi. John, istenileni yaptı ve kağıdı geri iade etti. Sonra Wins, John’a, “artık gidebilirsin” dedi.

    John, sinirlenmişti. Bu kadar basit bir işlem için, saatlerce burada kalmıştı. Ancak ağzını açacak, laf söyleyecek hali yoktu. Bir an önce eve gitmek ve sabah evden çıkarken odasında unuttuğu sigarasını içmek istiyordu. Şimdi o paket yanında olsaydı, tüm paketi içebileceğini düşündü.

    John, eve ulaştığında, evde kimse yoktu. Saat epeyce geçti. Bu saatte annesinin evde olması gerektiğini biliyordu. Ama annesi evde değildi. John, programlanmış gibi doğruca mutfağa gitti ve dolaptan bir bira aldı -halbuki eve gelirken bunu hiç düşünmemişti- ve doğruca odasına gitti. Evet, sigara odasında duruyordu. Hemen bir tane alıp yaktı ve derin bir nefes çekti. Teybe Deep Purple’ın en sevdiği albümü “Slaves and Masters”ı koydu ve “Love Conquers All” şarkısını açtı. Üzerindekileri çıkardı ve yatağına uzandı. Yatağının karşısında Annie’nin resmi durmuyordu. Hiçbir zaman öyle bir şey yapmadı, çünkü John, duygusal biri değildi ve bunu her fırsatta söylerdi.

    Birasını masasının üzerinden alırken, birayı elinden düşürdü. Az sonra, eğer birayı açarsa olacakları biliyordu. Bira köpürecekti. Ama etrafın pislenmesi, umurunda değildi. Birayı açtı. Umduğu kadar köpürmemişti. Birasından bir yudum aldı ve onu yanına koydu. Sigarasından derin bir nefes daha çekti.

    Evet, sıra düşünmeye gelmişti. Bugün olanları düşünmek istiyordu. Her şeyi çözümlendirmesi gerektiğini bilmese bile hissediyordu.

    Annie… John’un hayallerini süslemiş miydi? Şimdi düşünüyordu da, aslında öyle bir durum yoktu. Geçen yaz, Annie’yle tatil yapmak için Likestown kentine gitmişlerdi. John’un ailesinin orada ufak bir evleri vardı. Orada yaklaşık 5 saat kaldılar. Çünkü gittikleri gün Annie ile kavga etmişlerdi ve Annie oradan ayrılmıştı. John’sa onun peşinden koşmayı hiç düşünmemişti. Daha sonraları Annie onu aramıştı -bu yaklaşık 1 ay sonra olmuştu- ve John’u etkileyecek sözler söyleyerek, bir nevi John’u tavlamıştı. En azından John, şimdi böyle düşünüyordu.

    Ancak şimdi durum çok farklıydı. Ortada bir ölü vardı ve her ne olursa olsun John’un sevgilisiydi. John, belki de ilişkinin bugün bitmesinin daha iyi olacağını düşünüyordu. Ama kesinlikle bu şekilde değildi. Her ne olursa olsun, John, Annie’nin yanında eğleniyordu. Özellikle son bir aya kadar her şey mükemmel gidiyordu.

    Ayrıca dün gece, Cindy ile beraber olmuştu. Bu teklifi ona Cindy yapmıştı. Dün gece, geç saatlerde, John dışarıdaydı. Evde oturmak onu sıkmıştı ve uzun bir süre yürümüştü. İnşaat halinde bir müzenin önünden geçerken bir kadın, John’a “Seni mutlu edebilirim genç bey” dedi. John, ilk başlarda kadının yüzüne bakmadı. Ama daha sonra kadın, elini, adamın omzunda dokundurunca, John, istemsizce bakmak zorunda kaldı. John, “Hayır” dediyse de, bir süre sonra, bir otel odasında buldu kendini. Aslında John bunu istiyordu. Ama kendine söylemek istemiyordu. Sadece yaşamak istiyordu. Öyle de oldu. Otel odasına girdiklerinde -otel odasını kadın tutmuştu ve çok lüks bir oteldi-, kadın telefonla bir şişe şarap sipariş etti. Özellikle kırmızı şarap istediğini vurguladı. John bunu bu kadar üstelemesine şaşırmıştı, ancak sesini çıkarmadı. Lüks, ona her zaman olduğu gibi çekici gelmişti. Kadın telefonu kapattıktan sonra ona kaç yaşında olduğunu sordu. John “23” diye yanıtladı. Kadın başka bir soru sormadı ve yatağa uzandı. John’da yanına yattı ve ona sarıldı. Onu öpmeye başladı. Kadın bira kokuyordu. John’un ilk cinsel deneyimini yaşadığı kadın da bira kokan bir kadındı. Kadın John’a sıkıca sarıldı ve hararetli bir şekilde sevişmeye başladılar. Sanki ikisi de bunu uzun süredir istiyorlar gibiydi. Kadın, John’un üzerindekileri hızlıca çıkardı. John’da kadınınkileri. Sıcak otel odası ikisini de terletmişti. Kadın, John’u sürekli kendine çekiyordu. John kendinden geçmişti. Hiçbir şey demiyordu. İkisi de konuşmuyorlardı. Birliktelikleri yaklaşık yarım saat sürmüştü. İkisi de derin nefesler alıp veriyorlardı. Yorulmuşlardı. Kadın’ın bira kokusu, John’u sarhoş ediyordu. Gerilim onu mutlu ediyordu. Birden kadının aklına sipariş ettiği şarap geldi. Kadın tam telefona gidecekken kapı çaldı. Bir görevli şarabı getirmişti. Kadın, şarabı aldı. Ancak ikisi de şaraptan bir yudum içmediler. John, ona adını sormamıştı. Yaşını da.. Ancak kendisinden yaşça oldukça büyük olan bir kadınla beraber olmuştu.

    John, bunları düşünürken kendinden utandı. Düşünmekten utandı. Bu kadar ayrıntısına kadar düşünmek utanç vericiydi. Ancak bu John’un elinde olan bir şey değildi.

    Birden evin kapısı anahtarla açıldı. John, annesinin eve geldiğini düşünerek, kapıya gitmedi. Ama annesi, oğlunun evde olup olmadığını merak ediyordu. Elindeki büyük kutuyu yere bıraktı ve John’un odasına girdi. Girer girmez ilk yaptığı şey, odanın penceresini açmak oldu. İçerideki tek sigaranın dumanı anneyi rahatsız ediyordu. Halbuki anne de sigara kullanıyordu.

    John’un annesi, 52 yaşındaydı. 6 gün sonra 53’üne girecekti. Ya da 7 gün sonra. John, bunu bir türlü hatırlamıyordu. 26 Ağustos muydu 27 Ağustos mu?

    Carol Ann, oğluna bir öpücük kondurdu ve arkasından gününün nasıl geçtiğini sordu. John olan her şeyi annesine anlattı. Carol, olanlar karşısında oldukça üzülmüştü. Hatta John’dan daha fazla üzülmesi, John’u rahatsız etmişti ve olayları anlatmayı bir süre sonra geçiştirmeye başladı. Ardından annesi odadan çıktı. John, annesinin odayı terk etmesinin ardından saatine baktı. Epeyce geç olmuştu. John yarın işe gidecekti ve hemen yatmazsa, John’un deyimiyle çorba gibi olacaktı. John bu lafı hep kullanırdı.

    John, bir beyaz eşya fabrikasında çalışıyordu. Gelenin gidenin kaydını tutan bir muhasebeciydi. Ama iyi para kazanıyordu. Üç yıldır orada çalışıyordu ve orada tanınan biriydi. Patronu, John’ların aile dostu sayılırdı. Bu işin bulunmasında, Carol’un büyük bir payı vardı. Carol ise bir bankada çalışıyordu. Bu aralar Carol, bankanın kapanacağı söylentilerini düşünerek tedirgindi. John, babası Willie’yi hayal meyal hatırlıyordu. Willie, bir orman yangınının söndürülmesine gönüllü olarak yardıma gitmişti, ancak bir anda alevlerin arasında kaldı ve yaşamını yitirdi. Bu olay tam 18 sene önce oldu. Bu olay John’u üzmüyordu. Her yılın 18 Temmuz’unda anıyordu sadece. John’un kardeşi Amie, ise üniversite öğrenimini ülke dışında geçiriyordu. Başarılı bir okul hayatı vardı ve Jason Üniversitesi’nden burs kazanmıştı. Pek çok saygın kişinin yetiştirildiği bu okula gitmek, Amie için bulunmaz bir fırsattı. Ailesi de bu konuda Amie’ye destek olmuştu. Amie şu an 19 yaşında ve uzun bir süre daha ülke dışında kalacak.

    John, sabah uyandığı sırılsıklam terlemişti. Sıcak, John’un sinirlerini oldukça bozuyordu. Ancak bu sabah öyle olmamıştı ve John, sanki dün hiçbir şey olmamışçasına huzurlu kalktı. Uykusuz da değildi. Ne zaman uyuduğunu hatırlamıyordu. John, işe gitmek üzere hazırlıklarına başlamadan önce, saatine baktı. Saat oldukça erkendi. Bir duş alıp güzel bir kahvaltı edecek kadar vakti vardı. Genelde kahvaltıyı tek başına yapardı. Annesi, işe, John’dan iki saat geç giderdi. John, banyoya girdi ve duş aldı. Duş aldıktan sonra banyodaki aynadaki çıplak görüntüsüne baktı. Baktı.. Baktı…

    “Alo?”

    “Merhaba. Kiminle görüşüyorum?”

    “Ben Carol Ann. Siz kimsiniz?”

    “Benim adım Wins. Bay John Snitz’i aramıştım.”

    “Oğlum şu an evde değil. Bir mesajınız varsa…”

    “Dün gece karakolda oğlunuz bir eşyasını unutmuş. Onu söylemek için aramıştım.”

    “Oğlum akşamları eve geç gelir. Eğer yerinizi bildirirseniz…”

    “Bayan Carol, bu eşyayı oğlunuza vermemiz daha doğru olur.”

    “Peki Bay Wins. Ben, John gelince, ona durumu bildiririm.”

    “Teşekkür ederim Bayan Carol.”

    “Rica ederim…”

    Carol, bu telefon konuşmasından sonra, oğlunun ne unutabileceğini düşünmedi. Çünkü oğlu unutkan biriydi ve Carol, bunu çok iyi biliyordu. Hatta bir keresinde anahtarı kapının arkasında unutmuştu ve Pazar günü olduğu için çilingir bulamamışlardı. Geceyi, John’un bir arkadaşının evinde geçirmek zorunda kalmışlardı.

    John, işe ulaştığında saat hala erkendi. Sanki zaman bugün, John için yavaş işliyordu. Koltuğuna oturdu, bir kahve istedi ve bilgisayarını açtı. John her sabah ilk iş olarak bu üçünü yapıyordu. Bilgisayarını açtığında 35 yeni elektronik postanın geldiğini gördü. John postaların başlıklarına baktı. “Site tanıtımları, tavsiyeler, reklamlar, istekler, ıvır, zıvır…”. O an için önemli gördüklerini okudu. Sonra arkasına yaslandı. Oturduğu sandalyeyi masaya biraz daha yaklaştırdı. Her gün kambur bir biçimde oturmaktan, yakında sakat kalacaktı. Annesi hep böyle derdi. Annesinin ilgisini düşünerek, onu çok sevdiğini düşündü. Bir yandan da önünde duran dosyalara bakıyordu. John, çalışıyordu…

    Carol Ann, o gün iş çıkışında, alışveriş yapacaktı. Geçen hafta, mağazada gördüğü ve çok beğendiği bir kazağı, cüzdanı yanında olmadığı için alamamıştı. Ertesi gün kazağı almak için mağazaya girdiğinde, kazağın satılmış olduğunu öğrendi ve bir tane sipariş etti. Bugün o kazağı alacaktı sonunda. Kadın, mağazaya ulaştığında, ilk iş olarak bir görevliye, sipariş ettiği kazağı sordu. Görevli ona, bir gecikme yaşandığını ve istediği kazağı iki gün sonra alacağını söyledi.

    John’un gözleri, uzun süre ekrana bakmaktan yorulmuştu. Bir an arkasına yaslandı ve pencereden dışarı bakmaya çalıştı. Gördüğünü netleştirmesi uzun zaman almıştı. Yoğun bir ışık hüzmesi, yavaşça küçülüyordu ve diğer cisimler daha belirgin hale gelmeye başlıyordu. Binalar, yoğun güneşin camda oluşturduğu çizgi, sokak lambası ve lambayı koruyan plastik. Sonunda her şey netti. Ama dün olanlar da keşke, şimdiki kadar net olsaydı. Telefon çaldı. Arayan Cindy’di. Ama John ilk başlarda bunu anlayamamıştı.

    “Alo?”

    “John?”

    “Buyurun, benim..”

    “Nasılsın?”

    “Pardon, siz kimsiniz?”

    “Ben Cindy”

    “A.. şey.. Merhaba…”

    “Merhaba, John.”

    “Nasılsınız?”, bu soruyu sormadan önce biraz düşünmüştü. Ona “siz”li mi konuşup konuşmayacağını bilmiyordu. Ama sonunda bunu söylemeyi uygun gördü.

    “İyi olmaya çalışıyorum. Asıl sen nasılsın?

    “Sizin gibi.”

    Cindy küçük bir kahkaha atmıştı. “Seninle görüşmem lazım.”

    John’sa bunu hiç istemiyordu. “Ne zaman?”

    “Benim için fark etmez. Yeter ki gündüz olsun”

    “Aslında benim için iş çıkışı en uygun zaman olur.”

    “Tamam, uygun.”

    “Peki Bayan Cindy. Yarın saat 18:00 gibi merkez meydanında buluşalım. Tabi sizin için uygunsa.”

    Kadın yine ufak bir gülüş attıktan sonra “Bayan Cindy” dedi ve yine güldü. “Tamam benim için uygun.”

    “Tamam o zaman. Hoşça kalın.”

    “Görüşürüz John.”

    John telefonu kapattıktan hemen sonra yeniden telefon çaldı.

    “Alo?”

    “John?”

    “Ha anne.. Nasılsın?

    “İyiyim. Eve geldim şimdi. Hani sana bahsettiğim kazak vardı ya…”

    “Evet…”

    “Bugün mağazaya gittim, daha getirmemişler. İki gün sonra gel dediler.”

    “Hımmm..”

    “Ee.. Şey… Bir de seni bugün Wins diye biri aradı.”

    “Ne istiyormuş?”

    “Dün karakolda bir eşyanı unutmuşsun. Ben gelip alırım dedim ama sana vermeleri lazımmış. Öyle dedi.”

    “Allah allah.. Ne unuttum ki ben yine?”

    “Ben nereden bileyim. Telefon, cüzdan, anahtar…?”

    “Yo hayır, onlar yanımda.”

    “Git, orada görürsün ne unuttuğunu. Sana şaşıyorum John. Unutkanlığın yetmezmiş gibi, ne unuttuğunu da unutmaya başladın.”

    John gülümsedi. “Tamam anne, ben uğrarım oraya. Eve gecikebilirim.”

    “Tamam. Hoşça kal!”

    “Sen de…”

    John telefonu kapattıktan sonra ne unuttuğunu düşünmedi. Kim bilir, belki bunu da unutmuştu. İlk işi saate bakmak oldu. Saat 6’ydı. Bir an önce Wins’in yanına gitmeliydi. Kahvesindeki son yudumu içti, bilgisayarını kapattı, koltuğunu geriye itti ve ayağa kalktı. Bürosundan ayrılırken Bayan Rionda, bir kutuya bir şeyler dolduruyordu.

    John, Wins’in bürosuna geldiğinde, yine yoğun bir sıcak vardı. Gün artık bulanıklaşmaya başlasa bile, burada çok net hissediliyordu. John, dün olduğu gibi vantilatöre baktı. Yine çalışmıyordu. Vantilatörün yanındaki koltuğa oturdu ve vantilatörü çalıştırdı. Bir süre sonra Wins içeri girdi. Elinde John’un gömleği duruyordu. John gömleği görür görmez, istemsizce yanındaki koltuğun arkasına baktı. Sonra da Wins’in elindeki gömleğe baktı ve gülümsedi. Wins “Dün bunu burada unutmuşsun” diyerek John’a gömleği verdi. John gömleği alırken, annesinin “artık ne unuttuğunu da unutmaya başladın” sözünü düşünerek yeniden gülümsedi. “Neden bunu annem alamazdı” dedi. Wins, “Annen?” diye karşılık verdi.

    “Bugün telefonla konuştuğunuz kadın. Carol Ann.”

    “Aslında onun almasında bir sakınca yoktu. Sadece seni görmek istedim. Kendini nasıl hissediyorsun, dünden sonra?”

    “İyi olmaya çalışıyorum”

    “Güzel.”

    “Hoşça kalın Bay Wins”

    “Görüşürüz John”

    “Aslında görüşmesek daha iyi olur” diyerek gülümsedi John. Wins’in yüz ifadesi değişti. John “Suç” diye karşılık verdi. Wins bir süre sonra gülümsedi.

    John, Wins’in bürosundan ayrılırken, saçmaladığını fark etti. Durağa yürürken Inner Garden şarkısını mırıldanıyordu. Bir süre bekledikten sonra otobüse bindi. Ne yazık ki oturacak yer yoktu. Omzunu, otobüsün duvarına yaslayarak dışarıyı izliyordu. Otobüs, Merkez Meydanı’ndan geçerken, John, bir kadının ve üç çocuğun otobüsten indiğinin farkında değildi.