Önce Karanlık Sokak 1‘i okumalısınız.
Karakola ulaştıklarında, uzun süre bekledi. Kendisiyle birilerinin ilgilenmesini istiyordu o an. Ancak herkesin çok işi vardı. Karşısındaki orta yaşlı kadın yemek yiyordu, çok uzakta biri sürekli öksürmekle meşguldü, bir diğeri hiçbir şey yapmıyordu. Gözleri, kendisini buraya getiren polisleri aradı. Ancak bulamıyordu. Uzunca bir süre sonra, Annie’nin evinde, John’a kapıyı açan polis, Bay Wins, John’un yanında beliriverdi ve kendisini takip etmesini istediğini söyledi. Duvarlarında resim olmayan bir koridordan geçerek ufak ve çok sıcak bir odaya girdiler. John’un ilk dikkatini çeken, odadaki çalışmayan vantilatör oldu. Onun çalışmasından daha başka ne isteyebilirdi? Ama çalışmadı. John, vantilatörü çalıştırmak için izin istemeden, çalıştırdı. Kimse, bu harekete dikkat etmemişti.
John, vantilatörün yanındaki koltuğa oturmak isterdi, ama o koltuk boş değildi. Koltukta genç bir kadın polis oturuyordu. John onun yanındaki koltuğa oturdu. Ardından üzerindeki gömleği çıkardı ve koltuğunun arkasına attı. Üzerinde, Conquer yazan t-shirt’ü kalmıştı sadece. Karşısındaki masanın arkasındaki koltuğa ise Wins oturdu ve John’a bir kağıt uzattı. Ondan kağıdı doldurmasını istedi. John, istenileni yaptı ve kağıdı geri iade etti. Sonra Wins, John’a, “artık gidebilirsin” dedi.
John, sinirlenmişti. Bu kadar basit bir işlem için, saatlerce burada kalmıştı. Ancak ağzını açacak, laf söyleyecek hali yoktu. Bir an önce eve gitmek ve sabah evden çıkarken odasında unuttuğu sigarasını içmek istiyordu. Şimdi o paket yanında olsaydı, tüm paketi içebileceğini düşündü.
John, eve ulaştığında, evde kimse yoktu. Saat epeyce geçti. Bu saatte annesinin evde olması gerektiğini biliyordu. Ama annesi evde değildi. John, programlanmış gibi doğruca mutfağa gitti ve dolaptan bir bira aldı -halbuki eve gelirken bunu hiç düşünmemişti- ve doğruca odasına gitti. Evet, sigara odasında duruyordu. Hemen bir tane alıp yaktı ve derin bir nefes çekti. Teybe Deep Purple’ın en sevdiği albümü “Slaves and Masters”ı koydu ve “Love Conquers All” şarkısını açtı. Üzerindekileri çıkardı ve yatağına uzandı. Yatağının karşısında Annie’nin resmi durmuyordu. Hiçbir zaman öyle bir şey yapmadı, çünkü John, duygusal biri değildi ve bunu her fırsatta söylerdi.
Birasını masasının üzerinden alırken, birayı elinden düşürdü. Az sonra, eğer birayı açarsa olacakları biliyordu. Bira köpürecekti. Ama etrafın pislenmesi, umurunda değildi. Birayı açtı. Umduğu kadar köpürmemişti. Birasından bir yudum aldı ve onu yanına koydu. Sigarasından derin bir nefes daha çekti.
Evet, sıra düşünmeye gelmişti. Bugün olanları düşünmek istiyordu. Her şeyi çözümlendirmesi gerektiğini bilmese bile hissediyordu.
Annie… John’un hayallerini süslemiş miydi? Şimdi düşünüyordu da, aslında öyle bir durum yoktu. Geçen yaz, Annie’yle tatil yapmak için Likestown kentine gitmişlerdi. John’un ailesinin orada ufak bir evleri vardı. Orada yaklaşık 5 saat kaldılar. Çünkü gittikleri gün Annie ile kavga etmişlerdi ve Annie oradan ayrılmıştı. John’sa onun peşinden koşmayı hiç düşünmemişti. Daha sonraları Annie onu aramıştı -bu yaklaşık 1 ay sonra olmuştu- ve John’u etkileyecek sözler söyleyerek, bir nevi John’u tavlamıştı. En azından John, şimdi böyle düşünüyordu.
Ancak şimdi durum çok farklıydı. Ortada bir ölü vardı ve her ne olursa olsun John’un sevgilisiydi. John, belki de ilişkinin bugün bitmesinin daha iyi olacağını düşünüyordu. Ama kesinlikle bu şekilde değildi. Her ne olursa olsun, John, Annie’nin yanında eğleniyordu. Özellikle son bir aya kadar her şey mükemmel gidiyordu.
Ayrıca dün gece, Cindy ile beraber olmuştu. Bu teklifi ona Cindy yapmıştı. Dün gece, geç saatlerde, John dışarıdaydı. Evde oturmak onu sıkmıştı ve uzun bir süre yürümüştü. İnşaat halinde bir müzenin önünden geçerken bir kadın, John’a “Seni mutlu edebilirim genç bey” dedi. John, ilk başlarda kadının yüzüne bakmadı. Ama daha sonra kadın, elini, adamın omzunda dokundurunca, John, istemsizce bakmak zorunda kaldı. John, “Hayır” dediyse de, bir süre sonra, bir otel odasında buldu kendini. Aslında John bunu istiyordu. Ama kendine söylemek istemiyordu. Sadece yaşamak istiyordu. Öyle de oldu. Otel odasına girdiklerinde -otel odasını kadın tutmuştu ve çok lüks bir oteldi-, kadın telefonla bir şişe şarap sipariş etti. Özellikle kırmızı şarap istediğini vurguladı. John bunu bu kadar üstelemesine şaşırmıştı, ancak sesini çıkarmadı. Lüks, ona her zaman olduğu gibi çekici gelmişti. Kadın telefonu kapattıktan sonra ona kaç yaşında olduğunu sordu. John “23” diye yanıtladı. Kadın başka bir soru sormadı ve yatağa uzandı. John’da yanına yattı ve ona sarıldı. Onu öpmeye başladı. Kadın bira kokuyordu. John’un ilk cinsel deneyimini yaşadığı kadın da bira kokan bir kadındı. Kadın John’a sıkıca sarıldı ve hararetli bir şekilde sevişmeye başladılar. Sanki ikisi de bunu uzun süredir istiyorlar gibiydi. Kadın, John’un üzerindekileri hızlıca çıkardı. John’da kadınınkileri. Sıcak otel odası ikisini de terletmişti. Kadın, John’u sürekli kendine çekiyordu. John kendinden geçmişti. Hiçbir şey demiyordu. İkisi de konuşmuyorlardı. Birliktelikleri yaklaşık yarım saat sürmüştü. İkisi de derin nefesler alıp veriyorlardı. Yorulmuşlardı. Kadın’ın bira kokusu, John’u sarhoş ediyordu. Gerilim onu mutlu ediyordu. Birden kadının aklına sipariş ettiği şarap geldi. Kadın tam telefona gidecekken kapı çaldı. Bir görevli şarabı getirmişti. Kadın, şarabı aldı. Ancak ikisi de şaraptan bir yudum içmediler. John, ona adını sormamıştı. Yaşını da.. Ancak kendisinden yaşça oldukça büyük olan bir kadınla beraber olmuştu.
John, bunları düşünürken kendinden utandı. Düşünmekten utandı. Bu kadar ayrıntısına kadar düşünmek utanç vericiydi. Ancak bu John’un elinde olan bir şey değildi.
Birden evin kapısı anahtarla açıldı. John, annesinin eve geldiğini düşünerek, kapıya gitmedi. Ama annesi, oğlunun evde olup olmadığını merak ediyordu. Elindeki büyük kutuyu yere bıraktı ve John’un odasına girdi. Girer girmez ilk yaptığı şey, odanın penceresini açmak oldu. İçerideki tek sigaranın dumanı anneyi rahatsız ediyordu. Halbuki anne de sigara kullanıyordu.
John’un annesi, 52 yaşındaydı. 6 gün sonra 53’üne girecekti. Ya da 7 gün sonra. John, bunu bir türlü hatırlamıyordu. 26 Ağustos muydu 27 Ağustos mu?
Carol Ann, oğluna bir öpücük kondurdu ve arkasından gününün nasıl geçtiğini sordu. John olan her şeyi annesine anlattı. Carol, olanlar karşısında oldukça üzülmüştü. Hatta John’dan daha fazla üzülmesi, John’u rahatsız etmişti ve olayları anlatmayı bir süre sonra geçiştirmeye başladı. Ardından annesi odadan çıktı. John, annesinin odayı terk etmesinin ardından saatine baktı. Epeyce geç olmuştu. John yarın işe gidecekti ve hemen yatmazsa, John’un deyimiyle çorba gibi olacaktı. John bu lafı hep kullanırdı.
John, bir beyaz eşya fabrikasında çalışıyordu. Gelenin gidenin kaydını tutan bir muhasebeciydi. Ama iyi para kazanıyordu. Üç yıldır orada çalışıyordu ve orada tanınan biriydi. Patronu, John’ların aile dostu sayılırdı. Bu işin bulunmasında, Carol’un büyük bir payı vardı. Carol ise bir bankada çalışıyordu. Bu aralar Carol, bankanın kapanacağı söylentilerini düşünerek tedirgindi. John, babası Willie’yi hayal meyal hatırlıyordu. Willie, bir orman yangınının söndürülmesine gönüllü olarak yardıma gitmişti, ancak bir anda alevlerin arasında kaldı ve yaşamını yitirdi. Bu olay tam 18 sene önce oldu. Bu olay John’u üzmüyordu. Her yılın 18 Temmuz’unda anıyordu sadece. John’un kardeşi Amie, ise üniversite öğrenimini ülke dışında geçiriyordu. Başarılı bir okul hayatı vardı ve Jason Üniversitesi’nden burs kazanmıştı. Pek çok saygın kişinin yetiştirildiği bu okula gitmek, Amie için bulunmaz bir fırsattı. Ailesi de bu konuda Amie’ye destek olmuştu. Amie şu an 19 yaşında ve uzun bir süre daha ülke dışında kalacak.
John, sabah uyandığı sırılsıklam terlemişti. Sıcak, John’un sinirlerini oldukça bozuyordu. Ancak bu sabah öyle olmamıştı ve John, sanki dün hiçbir şey olmamışçasına huzurlu kalktı. Uykusuz da değildi. Ne zaman uyuduğunu hatırlamıyordu. John, işe gitmek üzere hazırlıklarına başlamadan önce, saatine baktı. Saat oldukça erkendi. Bir duş alıp güzel bir kahvaltı edecek kadar vakti vardı. Genelde kahvaltıyı tek başına yapardı. Annesi, işe, John’dan iki saat geç giderdi. John, banyoya girdi ve duş aldı. Duş aldıktan sonra banyodaki aynadaki çıplak görüntüsüne baktı. Baktı.. Baktı…
“Alo?”
“Merhaba. Kiminle görüşüyorum?”
“Ben Carol Ann. Siz kimsiniz?”
“Benim adım Wins. Bay John Snitz’i aramıştım.”
“Oğlum şu an evde değil. Bir mesajınız varsa…”
“Dün gece karakolda oğlunuz bir eşyasını unutmuş. Onu söylemek için aramıştım.”
“Oğlum akşamları eve geç gelir. Eğer yerinizi bildirirseniz…”
“Bayan Carol, bu eşyayı oğlunuza vermemiz daha doğru olur.”
“Peki Bay Wins. Ben, John gelince, ona durumu bildiririm.”
“Teşekkür ederim Bayan Carol.”
“Rica ederim…”
Carol, bu telefon konuşmasından sonra, oğlunun ne unutabileceğini düşünmedi. Çünkü oğlu unutkan biriydi ve Carol, bunu çok iyi biliyordu. Hatta bir keresinde anahtarı kapının arkasında unutmuştu ve Pazar günü olduğu için çilingir bulamamışlardı. Geceyi, John’un bir arkadaşının evinde geçirmek zorunda kalmışlardı.
John, işe ulaştığında saat hala erkendi. Sanki zaman bugün, John için yavaş işliyordu. Koltuğuna oturdu, bir kahve istedi ve bilgisayarını açtı. John her sabah ilk iş olarak bu üçünü yapıyordu. Bilgisayarını açtığında 35 yeni elektronik postanın geldiğini gördü. John postaların başlıklarına baktı. “Site tanıtımları, tavsiyeler, reklamlar, istekler, ıvır, zıvır…”. O an için önemli gördüklerini okudu. Sonra arkasına yaslandı. Oturduğu sandalyeyi masaya biraz daha yaklaştırdı. Her gün kambur bir biçimde oturmaktan, yakında sakat kalacaktı. Annesi hep böyle derdi. Annesinin ilgisini düşünerek, onu çok sevdiğini düşündü. Bir yandan da önünde duran dosyalara bakıyordu. John, çalışıyordu…
Carol Ann, o gün iş çıkışında, alışveriş yapacaktı. Geçen hafta, mağazada gördüğü ve çok beğendiği bir kazağı, cüzdanı yanında olmadığı için alamamıştı. Ertesi gün kazağı almak için mağazaya girdiğinde, kazağın satılmış olduğunu öğrendi ve bir tane sipariş etti. Bugün o kazağı alacaktı sonunda. Kadın, mağazaya ulaştığında, ilk iş olarak bir görevliye, sipariş ettiği kazağı sordu. Görevli ona, bir gecikme yaşandığını ve istediği kazağı iki gün sonra alacağını söyledi.
John’un gözleri, uzun süre ekrana bakmaktan yorulmuştu. Bir an arkasına yaslandı ve pencereden dışarı bakmaya çalıştı. Gördüğünü netleştirmesi uzun zaman almıştı. Yoğun bir ışık hüzmesi, yavaşça küçülüyordu ve diğer cisimler daha belirgin hale gelmeye başlıyordu. Binalar, yoğun güneşin camda oluşturduğu çizgi, sokak lambası ve lambayı koruyan plastik. Sonunda her şey netti. Ama dün olanlar da keşke, şimdiki kadar net olsaydı. Telefon çaldı. Arayan Cindy’di. Ama John ilk başlarda bunu anlayamamıştı.
“Alo?”
“John?”
“Buyurun, benim..”
“Nasılsın?”
“Pardon, siz kimsiniz?”
“Ben Cindy”
“A.. şey.. Merhaba…”
“Merhaba, John.”
“Nasılsınız?”, bu soruyu sormadan önce biraz düşünmüştü. Ona “siz”li mi konuşup konuşmayacağını bilmiyordu. Ama sonunda bunu söylemeyi uygun gördü.
“İyi olmaya çalışıyorum. Asıl sen nasılsın?
“Sizin gibi.”
Cindy küçük bir kahkaha atmıştı. “Seninle görüşmem lazım.”
John’sa bunu hiç istemiyordu. “Ne zaman?”
“Benim için fark etmez. Yeter ki gündüz olsun”
“Aslında benim için iş çıkışı en uygun zaman olur.”
“Tamam, uygun.”
“Peki Bayan Cindy. Yarın saat 18:00 gibi merkez meydanında buluşalım. Tabi sizin için uygunsa.”
Kadın yine ufak bir gülüş attıktan sonra “Bayan Cindy” dedi ve yine güldü. “Tamam benim için uygun.”
“Tamam o zaman. Hoşça kalın.”
“Görüşürüz John.”
John telefonu kapattıktan hemen sonra yeniden telefon çaldı.
“Alo?”
“John?”
“Ha anne.. Nasılsın?
“İyiyim. Eve geldim şimdi. Hani sana bahsettiğim kazak vardı ya…”
“Evet…”
“Bugün mağazaya gittim, daha getirmemişler. İki gün sonra gel dediler.”
“Hımmm..”
“Ee.. Şey… Bir de seni bugün Wins diye biri aradı.”
“Ne istiyormuş?”
“Dün karakolda bir eşyanı unutmuşsun. Ben gelip alırım dedim ama sana vermeleri lazımmış. Öyle dedi.”
“Allah allah.. Ne unuttum ki ben yine?”
“Ben nereden bileyim. Telefon, cüzdan, anahtar…?”
“Yo hayır, onlar yanımda.”
“Git, orada görürsün ne unuttuğunu. Sana şaşıyorum John. Unutkanlığın yetmezmiş gibi, ne unuttuğunu da unutmaya başladın.”
John gülümsedi. “Tamam anne, ben uğrarım oraya. Eve gecikebilirim.”
“Tamam. Hoşça kal!”
“Sen de…”
John telefonu kapattıktan sonra ne unuttuğunu düşünmedi. Kim bilir, belki bunu da unutmuştu. İlk işi saate bakmak oldu. Saat 6’ydı. Bir an önce Wins’in yanına gitmeliydi. Kahvesindeki son yudumu içti, bilgisayarını kapattı, koltuğunu geriye itti ve ayağa kalktı. Bürosundan ayrılırken Bayan Rionda, bir kutuya bir şeyler dolduruyordu.
John, Wins’in bürosuna geldiğinde, yine yoğun bir sıcak vardı. Gün artık bulanıklaşmaya başlasa bile, burada çok net hissediliyordu. John, dün olduğu gibi vantilatöre baktı. Yine çalışmıyordu. Vantilatörün yanındaki koltuğa oturdu ve vantilatörü çalıştırdı. Bir süre sonra Wins içeri girdi. Elinde John’un gömleği duruyordu. John gömleği görür görmez, istemsizce yanındaki koltuğun arkasına baktı. Sonra da Wins’in elindeki gömleğe baktı ve gülümsedi. Wins “Dün bunu burada unutmuşsun” diyerek John’a gömleği verdi. John gömleği alırken, annesinin “artık ne unuttuğunu da unutmaya başladın” sözünü düşünerek yeniden gülümsedi. “Neden bunu annem alamazdı” dedi. Wins, “Annen?” diye karşılık verdi.
“Bugün telefonla konuştuğunuz kadın. Carol Ann.”
“Aslında onun almasında bir sakınca yoktu. Sadece seni görmek istedim. Kendini nasıl hissediyorsun, dünden sonra?”
“İyi olmaya çalışıyorum”
“Güzel.”
“Hoşça kalın Bay Wins”
“Görüşürüz John”
“Aslında görüşmesek daha iyi olur” diyerek gülümsedi John. Wins’in yüz ifadesi değişti. John “Suç” diye karşılık verdi. Wins bir süre sonra gülümsedi.
John, Wins’in bürosundan ayrılırken, saçmaladığını fark etti. Durağa yürürken Inner Garden şarkısını mırıldanıyordu. Bir süre bekledikten sonra otobüse bindi. Ne yazık ki oturacak yer yoktu. Omzunu, otobüsün duvarına yaslayarak dışarıyı izliyordu. Otobüs, Merkez Meydanı’ndan geçerken, John, bir kadının ve üç çocuğun otobüsten indiğinin farkında değildi.
yorumlar
…hikayenin devamı yakında gelecek. bitmedi yani…
umarım Microsoft’un bir yarışması vardı yazarlarla ilgili amatör yazarlarla ilgili ona katılmışsındır 🙂
Daha önce yapıldımı ya da örneği var mı bilmiyorum ama bir blog öykü yapmayı deneyebilirsin. Örneğin “John dikkatle bakıyordu” gibi.
Belki saçma ama sadece bir düşünce..
Güzel fikir. Ama bunu Karanlık Sokak’ta yapmayalım. Başka bir blog olabilir mesela… Onu konuşuruz.
Orada tamamlanmış bir hikaye isteniyor ve anlaşılan olaya çok profesyonel bakacaklar. Karanlık Sokak henüz tamamlanmadı. Sadece Karanlık Sokak’ın ikinci bölümünde yeni olayların oluşmasına hazırlık yaptım. İlkinden daha sakin oldu bu bölüm…
nedense bu hikayede enerji kaybolmaya başladı. tasvirler sıklaştı ama yetersiz. kısa kısa bir çok tasvir dikkati hep farklı yönlere çekiyor.
bence de tam tersi WeaponX.. bende de tam, tasvirler bana olayı bire-bir yaşattı diyecektim..
kurgusu beklediğimden de iyi olmuş.. ellerine sağlık pinkfloyd.
2. bölümde john yeni pisliklerle karşımızdadır. ya şaşkın ya da sinirli bir imaja bürünen john, bu kez sinirlidir. sebebini saatlerce boşuna karakolda beklemek olarak açıklasa da, esasen, kendisi vantilatörün yanındaki koltuğu başkasına kaptıdığı için hırs yapmıştır, bir türlü hakettiği koltuğa oturamamaktadır. ayrıca ‘basit bir işlemden dolayı saatlerce beklemek’ şeklinde tesmiye ettiği işlem, sevgilisinin vefat işlemidir, oysa ki john’un o an en büyük arzusu sigara içmektir. bu da kendisinin aynı zamanda bencil ve vefasız olduğunu göstermektedir.
zaten john’un ikiyüzlülüğü de tavana vurmuştur, odasına girer girmez müziği açıp ‘love conquers all’ı dinlemeye başlar, vefekat az önce kendini tavana asan sevgili zikinde bile değildir, ‘zaten duygusal biri değilim, bunu her fırsatta söylerim, zaten duvarda resmi de yok, hem zaten o benim peşimde koşmuştu’ diyerek sigarasını tüttürmekte ve umduğu kadar köpürmeyen birasını içmektedir.
gerçi haksızlık etmemek lazım, ‘yine de ortada bir ölü var, ne de olsa sevgilimdi kendisi’ diyerek insafa gelmiş ve hatta onun yanında eğlendiğini bile söyleyerek yüzümü kızartmıştır. ancak dün geceki davranışı affedilir gibi değildir.
dün gece hiç tanımadığı bir kadına yaşını söylemiştir. kendisine ‘genç bey’ diye hitap eden hayat kadını, onu ışınlamak suretiyle bir otel odasına götürmüş ve baştan çıkarmıştır, zira john nedense kendisinde değildir, hatta yaşı sorulduğunda bir cevap verebilmiş olması bile hayli enteresandır. ben açıkçası kendisinden ‘acaba kaç yaşında olmam gerekirdi? bunu biliyor muydum? bilmem gerekir miydi?’ içsesini beklerdim.
toplumsal ahlak kuralları gözönüne alındığında daha sonra utanmış olması büyük meziyet, ancak john’un ahlak mekanizması da farklı çalışmaktadır, zira kendisi yaptığı şeyden değil, yaptığı şeyi düşünmekten utanmaktadır. yine de suçlayamayız onu, düşünmek onun elinde olan bir şey değildir (diye beyan ediyor kendileri).
john’un, ‘yaşça çok büyük bir kadın’ diye düşündüğü anda evin kapısının anne tarafından açılması, okuyucuya, elinde olmadan cindy’i anneyle özdeşleştirme ve af buyurun, dolaylı olarak bir tür ensest hissi vermekte, dolayısıyla esere odipus kompleksli bir tema da katmaktadır, ve hatta annenin elindeki büyük kutuda bira olduğunu bile düşündürmektedir. zaten hemen ardından carol ann’in yaş mevzuuyla ilgili detaya girilmesi de carol ann’i (zaten isim de dul bir western yosması menşelidir), okuyucu gözünde, anne kutsallığından uzaklaştırıp tanımlanamayan-cinselkaynaklı-objeye dönüştürmektedir. aksi gibi cindy’yle carol ann’in telefonları bile peşpeşe gelmekte, john’un zihnini peşpeşe meşgul etmektedir.
sonrasında tekrar görüyoruz ki, john, aynı zamanda fırsatçı bir emperyalisttir. annesi vasıtasıyla aile dostu bir fabrikaya kapağı atan ve fırsat bulsa gözünü kırpmadan patronun yerini kapabilecek tıynette olan john, zaten bir orman yangınında ölen, muhtemelen o da emekçi, fedakar babasının ölümüne kesinlikle üzülmediğini de itiraf etmiştir. aklı fikri lüks otellerde, saygın kişilerin okuduğu üniversitelerde, tekerlek üstlerinde ve vantilatör önlerindedir. açıkçası pisliğin tekidir john.
dahası kendisi narsistin önde gidenidir. banyodan çıktığı zamanlarda çıplak vücuduna anlamsız bir şekilde bakmakta, bakmakta ve bakmaktadır. hatta sanıyorum sırf bu yüzden aklı kendi çıplak bedeninde kalan johnthenarcissus, çıkarken anahtarı kapının arkasında unutmak suretiyle kendisini ve annesini kapı dışarı etmiştir. zaten john annesini de ne zaman sevmesi gerektiğini bir türlü bilememektedir. aklına gelebilen en sevilesi an, annesinin ona ‘kambur olacaksın, sakat kalacaksın’ dediği anlardır.
zaten john çalışıyordu.
bundan sonrasında gelişen en önemli olay, john’un sonunda vantilatörün önündeki koltuğu kapması vefekat dönüş yolunda otobüste ayakta kalmasıdır. ancak yaptığı olağanüstü espriyi ‘saçmalamak’ olarak nitelemesi, kendisinin aynı zamanda tatminsiz bir karakter olduğunu da ortaya koymaktadır.
john’un ırkçı ve emperyalist tutumunun etkisiyle, zaten bir süredir sitemizde hüküm süren türkiye, türklük, türkbükü, türkütürkütürküyem kapsamında günlüğümüze birkaç not düşmek arzusundayım sevgili yazar adayı arkadaşım, o yüzden şimdilik bu kadarla kesiyor, eserin devamını huşu içerisinde bekliyorum.
bu süper işte. pink yazsın justine de bu kadarla kesmesin.
John’u bir melek gibi sunmak istemedim zaten ben.
e şimdi yeni yazıları nasıl beklicem ?
Justine, John’u çok sert eleştirdin gibime geliyor. John’un bencilliği ve vefasızlığı konusunda bir şey demek istemiyorum, bunu onu daha yakından tanıyanlar anlatsın, fakat..
Yazar da söylüyor ki, “Bu, bir ucuz roman”dır. Amerikan tipi ucuz romanları aklıma getirdiğimde, Karanlık Sokak’ın onlara yakın bir atmosfere sahip olduğunu düşünüyorum. İsminden tut, kullanılan dekora (Vantilatör falan, hep olur bu tür romanlarda-filmlerde), güzel ama sorunlu sarışına (Annie), John’un “saygın” olmayan mesleğine (Bir buzdolabı fabrikasında muhasebeci), seks konusunda kafa karıştırıcı orta yaşlı kadına (Annie’nin annesi), insanı sinirlendirmekten başka bir işe yaramayan polise kadar, tesis, bir ucuz roman yaratmaya uygun. “Bakalım şimdi n’olacak?” dedirtecek bir atmosfer var yani ortamda.
Fakat bu macerada aksiyon biraz eksik kalmış sanki. Ayrıca Annie’nin cenaze töreni ne zaman?
cok sıkıldım okurken. sonuna kadar okuyamadım zaten. ama ahkamlardan anladıgım kadarıyla begeniliyor falan. Benim beğenmememin sebebi; John oturdu. yurudu. konustu. dusundu. gibi seyler. Blog yazar gibi hikaye yazıyorsun.
Bence anlatım tarzını (bilmiyorum nasıl ama yani onerimde yok) guclendirmelisin. Degiştirmelisin başka ogelerle desteklemelisin.
yazının başında ki uyarıyı pek sallamamıştım. Ama artık o linke tıklamak için çok nedenim var. Bu arada sadece ufak bir eleştiri John ismi çok geçmekte. Bunun yerine biraz zamirleri tercih etsen? Ama hoş hoş ve yine hoş. Artıııı Justine tarafımdan kınanıyorsun. Duble muhalefet seni.
geçen seferde aynı uyarıyı yaptım, sen de sebebini bir nebze de olsa söylemiştin ama …
bu arada kafka nın çevirlerinde parmağın yok di mi ?
her hikayede tekerlek üzerine en az bir kez oturmalı,.. john’lar ayakta kalmasın,..
sevgili kaptanhayal, ‘sert eleştiri’ yolundaki ithamınızı üzülerek geri çevirmek zorundayım, zira benim yaptığıma olsa olsa eski bir mutfak hilesi denebilir. defalarca ısıtılarak masaya getirilmiş bayat ve tatsız bir yemeğin üzerine bir miktar baharat serpmek suretiyle yemeği biraz daha katlanılabilir bir hale getirmek olarak da açıklayabileceğim bu usulde, eğer bu baharatlardan biber olanın dozu biraz fazla kaçarsa, bu, baharatı eklemek zorunda kalanın değil, beceriksiz aşçının kabahati olarak telakki edilebilir ancak. hele de bu yemek daha önce mutfak tarihinin mahir aşçıları tarafından esef miktarda sunulmuş bir türün 5. sınıf bir taklidiyse. ucuz roman tadında olduğunu ifade ettiğiniz nesne, birtakım benzerlik saydığınız kelime grupları yüzünden aklınızı çelmiş olabilir, eğer daha önce hiç ucuz roman görmemiş olsa idim, size hakverebilirdim, lakin o bahsi geçen özellikler mavi, pembe ve beyaz olarak addedilen dizilerin serüven ve polisiye adı altında her gün üretilen serilerinde de hayli mevcuttur, hakikaten ne olacağını merak eder bir zevk hissiyatı içinde bıraktıysa sizi onlara da bir göz atmanızı öneririm, sizi hayalkırıklığına uğratmayacaklarını düşünüyorum.
ayrıca sevgili ozan kardeşim tarafından kınanmak ve duble muhalefet makamına layık görülmek benim için apayrı bir onur, zira kendisinin duble şiir hadisesi hafsalamdaki tazeliğini ilk günkü heyecanıyla korumakta.
bir de romansmac kardeşimin microsoft yarışması önerisini yeterli bulmadım ben, hikayenin içeriğindeki fantastik ve sürreel öğelerden dolayı şurayı da eklemek isterim, john’un tekerleküstü tutkusunu ancak bu yarışma keser gibime geliyor.
John, tekerlek üzerine oturup oturacağına pişman olmuştur sanırım. Bu söylenti böyle sürer gider artık, zaman içinde anlam değiştirir, “şöyleydi böyleydi” denir.. Annie’nin laneti de diyebiliriz buna.
…bir türlü oturamıyorum… sadece tekerlek üzerine oturma konusuna kafanız takıldıysa, diyecek çok şeyim var, ama yok… okumayın.
…bir not daha. Özellikle justine’e. sen, ki bir hikaye yazdım diye beni hapse attırmayı bile düşünebilirsin, hikayemdeki karakterleri sorgulamanın ne kadar anlamsız olduğunu hiç düşündün mü? Sen schindler’in listesi’ni izledikten sonra, Stern’in kıyafetlerini eleştirdin mi? Yaptığın bundan çok farksız ve amaçsız. Anlamsız. Aslında seninki eleştiri de değildi. Seninki ne onu da bilmiyorum. Benim kişisel kavramlarımı aşağılıkça yargılamak kesinlike senin hakkın değil. Hatta beni görme. İstemiyorum.
justine, tarz olarak kendine bu üslubu benimsemiş herhalde ki hoşuna gitmeyen her yazıda, karşısındakini gıcık etme amaçlı abartı eleştirileriyle hem kendine mizahını aksetme ortamı sağlıyor, hem de sözcük kültürünü sergileme imkanı elde ediyor. pek tınmamak, iplememek hatta s.klememek gerektiği kanaatindeyim.
pinkfloyd, hikayenin diğer kısımlarını uzun bir müddet geçirmeden buraya yazmanı umut ediyorum. bence başarılısın. amatör bir yazar olarak.
ah sevgili pinkfloyd, bu alıngan ve hassas psikolojinizin (keza oky’nin kuyruk acısının) beni hangi yıllarıma götürdüğünü bir bilseniz.. çocukken validemin misafir kabul günlerine teşrif eden küçük erkek çocuklarını ağlatarak annelerinin yanına kaçırdığım, akabinde validemden azar işittiğim, ancak sabah olur olmaz sokakta da aynı uygulamaya devam ettiğim yıllarıma döndüm ister istemez. ve korkarım bu durumda bir miktar köteği de haketmiş bulunmaktayım.
fakat günümüze dönersek sevgili pinkfloyd, diyeceğim şudur ki, burda esas sorun john’un melek gibi bir kalp eksikliği ve tekerüstü merakı değil, kendisinin karanlık sokakta yolunu şaşırmak suretiyle hafif.org’un anasayfasına düşmüş olmasıdır. halka açık bir mekanda hikayenizi teşhir etmeye kalkışmışsanız, güzel sözler ve alkışın yanısıra, kahkaha ve çürük domatesleri de aynı derecede göze almış olmanız gerekirdi. ve de pulp edebiyatı telakki edilen bir türe soyunmuş bir yazar adayından bu durum karşısında alıngan ve içerlemiş bir tavır değil, gerçek bir pulp yazarının sıkı ve kuul tavrını beklerdim açıkçası. işte o zaman john’un gerçek bir john olacağına dair hiç bir şüphem kalmayabilirdi.
bununla birlikte hayatınızda nefret edeceğiniz bir şahsiyetin bulunmasının da edebiyat hayatınızdaki kariyerinize çok büyük faydaları olacağına bütün kalbimle inanmaktayım. pek çok büyük yazar, şair, bestekar, maestro vs hayatlarının erken dönemlerinde, kendilerine ‘ahahaa sen mi?’ diyen taş yürekli insanlarla karşılaşmışlar, fakat günün birinde yapacakları olağanüstü bir eseri ellerinin tersiyle ‘işte!’ diyerek o taş yüreklerin önüne atacakları günün hayaliyle asla yılmamışlar ve böylece muvaffakiyete ulaşmışlardır. samimi söylüyorum o günü gördüğümde utanç değil, kıvanç duyarım sevgili pinkfloyd. bu durumda sizi görmemek gibi bir seçeneği kullanmayı değil, eserinizin, dolayısıyla kaleminizin tekamülünü görmeyi tercih edeceğimi de herhalde tahmin edersiniz.
ayrıca unutmayınız ki benim amaçsız ve anlamsız olduğunu söylediğiniz, ancak esasında acımasız ve haksız olduğunu düşündüğünüz yorumlarım sizi ziyadesiyle kuvvetlendirecek ve ileride karşılaşacağınız daha da çürük domateslere karşı size ayrıca bağışıklık kazandıracaktır. (sayın oky’nin böyle bir şansı olamayacak maalesef, s.klemiyorum dediği halde ‘hala’ ne yazık ki s.kleyerek olduğu yerde saydığı hissini vermektedir. hiç bir umudum yok kendisine dair.)
bu arada takdir edersiniz ki takıldığım şey sadece tekerleküstü değildir, her 2 hikayenize de yazdığım yorumlarda birbirinden enteresan temalar mevcuttur. fakat üstteki hırçın ahkamınızda yazdığınız ‘ne yapmaya çalıştığınızı..bir türlü oturamıyorum..’ şeklindeki cümlenizin de kafamı ayrıca karıştırdığını itiraf etmek mecburiyetindeyim. gücenmezseniz tekerleküstüyle ilgili bir gönderme olarak alabilir miyim bunu?
burada bir klikleşme olduğu açık, ancak kriterler objektif değil,.. ortadaki yazıtın edebi değeri ya da değersizliğine göre taraf alınacağına, beğenmeyip haklı sebeplerle karşı tutum alanlar, ve gencecik bir wannabe’nin kırılmaması için beğenmeyenlere karşı duranlar
şeklinde gruplara ayrılıyor insanlar,.. ah, elbette upuzuuuun yazan kişiler de birbirlerine destek oluyorlar,..
ancak jüstin’e haksızlık edildiği kanaatindeyim, çünkü basit, dramatik kurgusu oturmamış, yazarın kafasında bir storyboard kurulmadan yazılıvermiş, hikayesinin bu mevcut zaaflarını tasvirlerle yamamaya çalışmış, ancak iğreti tasvirlerle bunu başarmaktan çok uzakta bulunan bir eser ile karşı karşıyayız,.. en fazla, türkçe dersi dönem ödevi için “polisiye öykü yazma” assignmenti alan bir lise öğrencisi heyecanı hissedilebilen bir eser,.. elbette yazar lise yaşlarında da olabilir, bu da durumu bir nebze mantık çerçevesine oturtur.
ancak tasvirlere ve dramatik yapıdaki gereksiz ayrıntılara takılmış durumdayım. vantilatör, hikayenin önemli bir ayrıntısı gibi dururken, aslında ne metaforik bir anlamı var, ne de olay örgüsüne bir katkısı, elbette hacimsel olarak katkısı var, bir paragraf bu konuya ayrılmış,.. keza kahramanın, baskılı bir tişört giymesi ve tişörtünün yazısı da aynı şekilde,.. daha sonradan yazar, bu yazı ve kahramanın en sevdiği şarkı arasında bir bağ kurarak bizi haince şaşırtıyor, ancak yine aynı şey söz konusu,.. bu çalışmanın, kahramanın karakter çalışmasına bir katkısı yok,.. john’un babasının cansiperane yangına koşması, kız kardeşinin eğitim durumu ve annesinin saplantılı ve çaresiz bir şekilde bir kazağa kavuşmak için debelenmesi de, hikaye için önemsiz, okuyucuyu sıkmaktan başka işe yaramayan bölümler,.. ya da daha basitçe söylersek, bize ne kardeşim john’un kardeşinin okulundan?
yazarın dil kullanımı sade,.. elbette edebi bir eserde bu ne ölçüde iyi bir özellik, tartışılır. ard arda gelen cümlelerde birbirini tutmayan zaman kipleri, ve john’un annesine önce “anne”, sonra vazgeçip carol denmesi, okurken kafamıza takılna unsurlar.
yazarın bir türlü seks diyememesi, ancak bir kez “sevişme” diyebilmesi, bunun yerine cinsellik, cinsel tenasül, cinsel deneyim, birliktelik terimlerini kullanması, dilini biraz korkak alıştırdığının göstergesi,. adam gibi “seviştiler” dese bu derece göze batmayabilir,..
son olarak, eğer john’un birası, alman lager tipi bir bira ise, köpürmesinin bir sakıncası yok. ancak bir stout ya da belçika tipi bira ise, köpüklü tercih edilmez. yazar, bu konuda ilgili tasvirleri eksik bırakarak, hem okuyucuyu hayal kırıklığına uğratıyor, hem de öykünün dramatik kurgusunu taa omurgasından yaralıyor,…
şimdi pink, benim için de aşşağılık ya da anlamsızca eleştiriyor diyebilir. ben, vic vega’nın, pink’in şimdiye kadar çizdiği çizgiyi beğendiğini söyleyebilirim. yani pink, lütfen bu sözlerimi kişisel olarak almasın,.. ama her edebi eser yazmaya heveslenenin, bunu yapmamasını gerektiğini kuvvetli bir biçimde gösteren bir hikaye bu,..
saygılar,..
ben bu ahkamı yazana kadar, jüstin zaten durumu ziyadesiyle açıklayan bir ahkam girmiş,.. üzerine diyecek birşey yok. onun oluşturduğu huzur ve anlayış ortamını zedelemeye çalışıyormuşum gibi bir anlam çıkmasın lütfen,.. zaten yazar, uyarıları dikkate alarak beni s.klemeyecektir muhtemelen,.. öte yandan yazara, eserinin ve eserin yazarının, “bu ne be böyle, olmamış ki, öööö” yorumlarını dikkate almayacak ve yorum yapanların üzerine yürüyecek kadar kalifiye olmadığını, bu yüzden eleştirileri daha bir olgunlukla karşılaması gerektiğini hatırlatmak isterim,..
saygılar,..
denedim ama duramadım yazıyorum. İnsanların yazı konusunda sürekli cesaretlerinin kırılması taraftarıyım. Nedense ülkemiz insanı (genel olarak tüm insanlık desek de olur) ilkokulda yazı yazmayı öğrendiği için yazar olabileceğini düşünmekte. Yazık gerçekten. John ve tekerlek üstü ayrıntı tabii ama Justine’e katılmamak elde değil bazı konularda. Bişiler yazıp kendine saklamadan buraya postalayan bireylerin her türlü eleştiriyi göze alması lazım. Hatta yukarda bazı bireyler söz konusu eleştirileri gereksiz olarak nitelemiş, erojen bölgelere yapılan göndermelerle garip bir tavır içine girmişler. Ve fakat bu durumda açık konuşmaktan kaçınmayalım, Justine’in eleştirileri bence söz konusu hikayeye biraz fazla. Belki bu tepkileri alması bu yüzden. Haa bir başka şey de dikkatimi cezbetti, oky Pinkfloyd’a şöyle bir gaz vermiş “bence başarılısın, amatör bir yazar olarak.”
İyisin hoşsun oky ama nerde gördüğümü hatırlamasamda şöyle bir cümlen yankılanıyor kulaklarımda “kitap okumasamda her hafta leman, lombak, bok, püsür alıyorum, bunu uzun zamandır yapıyorum”. Hadi diyelim o uzun zaman 170 yıl olsun yine de pek bir şey ifade etmez edebi zevk adına. Malum kendisi inceltilmesi uzun süren birşeydir yani “amatör bir yazar olarak” biraz boyundan büyük bir cümle gibi geldi bana. Neyse geçelim bunları, birşeyler yazanlar pış pışlanma beklememeli sadece. Tarkan felsefesi “iyiye iyi, kötüye kötü deme” gibi bir önerme içersede kötüye kötü demenin daha yararlı olduğu kanısındayım. İyiye de iyi derim o ayrı ama söz konusu hikayede iyi bir şey göremedim.
benim “s.klememe” tavrı içinde bulunmam, justine’in hikaye hakkında yapmış olduğu eleştiri yazısının geneli için değil; eleştiri ahlakı sınırlarını zorlayıp, hikayeyle dalga geçme moduna kısmen bürünmesinin gereksizliği ve anlamsızlığı üzerineydi. belki bunu belirtmedim, hataydı, ancak justine’in yazısını okuyan her tarafsız birey, justine’in esas amacını aştığını ve farklı yöntemlerle yazara aşırı yüklenme girişiminde bulunduğunu farkederdi zaten.
kitap okumadığımı söylememiştim. o günlük ahkamımda mizah anlamında leman, lombak tarzı dergilerle beslendiğimi ifade etmiştim. o günlüğün de mizah yazılarıyla ilgili olduğunu düşünürsek, önce cümleyi nerde gördüğünü hatırlamanın ve kulaklarında yankılanmadan evvel temel anlamını yitirtmemenin sana fayda getireceğini görürüz, değil mi olhor?
mesela vic vega’nın eleştirisi bir eleştiridir. ya da hikayeyle dalga geçmiyor dersek daha mantıklı hareket etmiş oluruz çünkü eleştiri de görece bir mevzudur. ama justine dalga geçmiştir. bu açıkça ortadadır. yoksa ben niye böyle yapayım, pinkfloyd babamın oğlu da değil, herhangi bir akrabalığımız, bir arkadaşlığımız yok. vega’nın upuzun yazanlar birbirlerini destekliyor düşüncesi, sadece gülümsememe sebebiyet verdi, ince bir espri yapmış, biliyorum ki böyle düşünmüyor.
her ne ise.
Gecenin bu saatinde hic de bu karanlik sokaga girmek istemiyodum ve ‘kusandigimiz bu alkol kokusu bize ne getirdi ki’ diye baslayan bazi sayiklamalara gecmek uzereydim. Lakin Pink Bey’in dort ahkam yukaridaki laflarini gorunce icim burkuldu ve hemen akabinde dusundugum bazi seylerin ‘just’ belirdigini gorunce iyice ayildim.
Yasca sizden biraz daha iri oldugumu varsayarak, kullanicaam tabiri hosgormeniz umuduyla diyorum Pink kardesim…
Oolum, erkekligin serefini iki paralik etmissin. Insan “Hatta beni gorme, istemiyorum; cok alindim, kirildim” gibi laflar eder mi? Bununla da kalmamis “hikayemdeki karakterleri sorgulamanın ne kadar anlamsız olduğunu hiç düşündün mü? ” gibi sacma sapan defansif seyler demissin. John denilen adami yaratan ve yazan sen diil misin kardesim? Boyle bi sey soylenir mi? Deli misin nesin? John Bey butun tuhafliklarina ragmen sana ait bi karakter; bu arkadasi sonuna kadar desteklemelisin. Onu ancak sen oldurebilirsin. Baskalarinin mudahale etmesine neden izin verirsin? Ters bi laf geldi diye John’u nasil terkedersin? Onu nasil bu kadar kolay satarsin? O zaman biz senin samimiyetinden suphe etmez miyiz? Senin okurlarin olarak hayal kirikligina kapilmaz miyiz? Kapiliriz. Kapildik. Zaten sen butun amatorlugune ve mutevazi olman gereken pozisyonuna ragmen; gelen bi kac ‘cok iyi yazmissin, acayip kiyak’ tarzi ahkamlardan etkilenerek ‘ama bir kac bolum sonra deger yargilariniz alt ust olacak’ gibisinden ucuz egosantrik ve turk isi reyting frekansina gectigin icin hayal kirikligina hazirlanmaya baslamistik.
Nitekim sen bu yanlis pistte kaymaya devam ettin ve sonunda kendini ‘çocukken validemin misafir kabul günlerine teşrif eden küçük erkek çocuklarını ağlatarak annelerinin yanına kaçırdığım…’ laflarina obje ettin. Ustelik bununla da kalmamis, bu laflari yazan kadin karakter, senin boyle bi durumda nasil bi davranis icine girmen gerektigini de sana tarif etmis.
Rezalet! Utanc verici!
Ama yilma. Dusulebilecek en derin cukurlarin bile insana muhim bi dusus tecrubesi kazandiracagini unutma. Daha cok oku. Mesela hemen Dostoyevski’nin ‘Budala’ adli kitabini satin al. John’u terketme. Schindler’in Listesi gibi sacmaliklari dusunme. Otur, yazdigin kisimlari bi daha yaz. Tekrar oku; daha cok oku. ‘Benim canim orda oyle istedi, icimden o sirada oyle geldi’ diyi bi b.. yazilmaz. O zaman yazilanlar b..a benzer. Geri don; karakterleri tekrar elden gecir; onlar senin; onlari yuzustu birakamazsin.
Boyle cok tavsiye gibi duruyo bu laflar ama buna takilma. Vic Bey’in dedigi ‘her edebi eser yazmaya heveslenenin, bunu yapmamasını gerektiğini kuvvetli bir biçimde gösteren bir hikaye bu’ seklindeki comment’lerine de aldirma. Bu tur kritikleri yeni yazacagin bolumlerde kullan. Sana yoneltilen elestirileri, karakterlerin icin malzeme yap. Kizdigin veya bozuldugun icin diil; bu bi zenginlik ve cesitlilik oldugu icin.
Sonra unutma: dunya edebiyatina damgasini vurmus kac kadin var? Hic kadin. Hadi abartmiyim belki biraz Jean Rhys falan. Peki neden? Cunku onlar yazdiklari her seyde kadin olmakliklariyla ilgili durumlari one cikartirlar ve bunu oylesine kadinca yaparlar ki insanlik durumlari gume gider. Turkiye’dekileri saymiyorum bile.
Neyse. John moralini bozmaz ve kendisi hakkinda yeniden dusunmeye baslar…
Orta yolları sevmem. Uç durumlar her zaman daha çok ilgimi çekmiştir ama burada gördüğüm iki ucu da pek sağlıklı bulamadım, belki de sadece birbirine muhalif ve fakat uç değiller, ondandır. Her iki fikir de dürümün içinde ne işe yaradığını anlamadığım bir fazladan tad. Ahenksiz yani… Şöyle söyleyeyim:
Sevgili Pink; dilin çok sıradan, hiç içimizden bir öykü olmadığı için anlattığın inandırıcı, sahici, beni içine koyabileceğim bir öykü değil. Ayrıca okumayı sevmediğini hissediyorum, bu da çok fena. tasfirlerin zabıt katibi gibi
– Ne görüyorsun anlat katip!
– Tekerlek var, huni var, çöp güzel, saman sarı
Öyküyü anlatan katip olursa tabii ki bu da doğal olur.
Diyeceğim şu; özgün değilsin. Yani bize “aha işte bunu pinkfloyd yazmıştır” dedirtemezsin bu halinle. oysa ismini aldığın grubun ellerinin balon oluşunu anlattığı şarkı ile “bari” yorumlar benim zihnim seni. Kendine şunu sor: “bu hikayede başka hiç kimsenin düşünemeyeceği ve sadece benim yazabileceğim ne yazdım?” … bu soruya “zaten var” dersen çok okumadığını, “evet yok cidden” dersen yazar saygınlığını anlayabileceğini, kendinle yarışabileceğini düşüneceğim.
ne demek “özdürtüsünü bir adam kazanma adına bari kullanmamak”?? bu kelime grubunu yanlışlıkla ve aceleyle yazdığınıza hükmediyor, kitap okuduğunu iddia eden insanların, okuduklarını daha iyi anlama yetisine sahip olmalarını ısrarla bekliyorum sevgili numb.
sevgili baby700, yazdıklarınızı zaten zevkle okumaktayım, ayrıca fena halde takdir ettim dayanışma hareketinizi. doğrudur, ne yazık ki kadınlar pek çok alanda genetik özelliklerinden dolayı yetersizdir, ancak gördüğünüz gibi erkeklerin yetersiz olanları da istisna olan kadınların karşısında fena halde çuvallamaktadırlar. neyse, genetik ilmi ilerleyene dek yapacak bir şey yok. şimdilik böyle idare edicez.
@justine: halka açık bir mekanda hikayenizi teşhir etmeye kalkışmışsanız, güzel sözler ve alkışın yanısıra, kahkaha ve çürük domatesleri de aynı derecede göze almış olmanız gerekirdi. Sen çürük domates atmıyorsun ki.. Çürük domates atmış olsaydın, kimilerinin dediği gibi “isimleri çok fazla kullanmışsın biraz zamir kullanmalıydın” veya “tasvirlere çok yer veriyorsun” demen gerekirdi. Ama sen ne yaptın? Özensizce, hikayemdeki karakteri eleştirdin. Buna eleştiri diyemiyorum açıkçası. Sokaktaki bir insanın kişiliği üzerine yorum yapmandan farksızdı bu. Bunu yapmanda bir problem yok ama anlatım tarzından ötürü, insanların hikayeden soğumasını sağlayabiliyorsun.
fakat üstteki hırçın ahkamınızda yazdığınız ‘ne yapmaya çalıştığınızı..bir türlü oturamıyorum..’ şeklindeki cümlenizin de kafamı ayrıca karıştırdığını itiraf etmek mecburiyetindeyim. gücenmezseniz tekerleküstüyle ilgili bir gönderme olarak alabilir miyim bunu?: Orada, “ne yapmaya çalıştığınızı bir türlü anlayamıyorum” yazmak istemiştim. Ahkâmı gönderdikten sonra farkedip kendi kendime güldüm. Saman altından kılıç savurmuyorum.
@vic vega: cevap veriyorum. demişsin ki; “ya da daha basitçe söylersek, bize ne kardeşim john’un kardeşinin okulundan?” şunu söyleyebilirim ki, her yazarın olduğu gibi benim de kendime özgü bir anlatım tarzımın oluşmasını istiyorum. Okuduğum diğer yazarların kitaplarının bir çoğunda, olayla hiç alâkası olmayan olaylar anlatılmıştır. Ancak bu küçük ayrıntılar bile -en azından beni- hikayeye bağlamaktadır. Bu tarzı senin beğenmeyişin, benim korku romanları sevmemle senin polisiye romanı sevmen gibi bir şey. Bunu böyle algılayarak, bu yorumu yapmaman gerekirdi.
john’un annesine önce “anne”, sonra vazgeçip carol denmesi, okurken kafamıza takılna unsurlar. bu hatayı nerede yapmışım? Yuh bana!
@olhor: ben kesinlikle senin deyiminle “pışpışlanma” beklemiyorum. Zaten beni pışpışlayan iki – üç kişi oldu bu hikayede. Ama beğenmeyen çok kişi oldu. Ben bu kişilerden, neden sadece justine’e taktım? Bunu düşünmediniz mi?
@baby700: sanırım ahkâmlarımdan, hikayeden vazgeçtiğimi düşünmüşsünüz. Öyle bir şey düşünmedim. Tekrar ediyorum baby700: Ben, bana gelen eleştirilere karşı olmadım. Ben, eleştiri yapmadan saldıranlara karşı oldum. Bir kitap yazım biçimi yönünden eleştirilebilir, anlatım tarzı yüzünden eleştirilebilir. Ama hikayedeki adamın kişiliğini, aşağılayıcı bir üslupla eleştirmek, beni sinirlendirdi. Siz, ve bazı diğerleriniz, beni eleştiren herkese karşı çıktığımı düşünmüşsünüz. Erkekliği yerle bir ettim konusuna ise değinmeden geçiyorum.
@NuMB: Çok başarılı ve doğru konuşmuşsun. Örneğin, boktan yazdığımı söylemen, benim için önemlidir. Ben bu yorumları dikkate alıyorum. Kabul ediyorum. Ancak şu konuda yanılıyorsun ki, kimse beni dolduruşa getirmiyor veya “yaz lan kim tutar seni” demiyor. Demeleri beni ilgilendirmiyor. Bu hikaye, benim için, yemekten sonra içilen sigaradan farksız. Bundan önce yazdıklarım da öyle. Yazmayı seviyorum. Sana göre başarısız, olsam bile. Ancak hep şunu unutuyorsunuz ki, ben amatörüm. Bu ikinci yazım. Hatalarımın olmadığını söylersem beni öldürürsünüz. Özgünlüğüm konusuna gelince, bu dediğin o kadar kolay bir şey değil. Pohpohlanmadan yazamadığımı düşünmen, ne kadar yanlış…
Sonuç olarak eleştirilerinize kesinlikle karşı değilim. Ancak bazılarınızın benim bazı ahkâmlarımı yanlış anladığı görüşündeyim. Benim sadece justine’e karşı çıkan ahkâmım, şimdi bir çoğunuza cevap yazmamı gerektirdi. Büyük oranda beğenilmediğini gördüğüm hikayemi, bundan sonra ana sayfaya yollamayı düşünmüyorum. Öz’e veya günlüğe yollayacağım. En azından ilgilenenlerinizin bunu görmesini istiyorum. Ancak bunu, kaçan bir çocuk olarak düşünürseniz, diyecek bir şey bulamıyorum.
ELEŞTİRİLERİNİZ için teşekkür ederim.
Evet bazen kendimi kaptırıp ağdasının şekerinden yenmez, hatalı cümleler kurarım. Ama maalesef o cümle öyle bir cümle değil sevgili Justine. Buralara yazdığın yazıların genelinden (ahkam-blog-günlük) hayatın nerelerinde olduğun, algılayabilme kapasitenin boyutları anlaşılır durumda, anlamayı bilene. Ki bu sadece senin için geçerli değil hepimiz için aynı şey söylenebilir. Ben de senin yazılarından edindiğim intibayla konuşmuşum “hayatı ileri götürmeyi şiar edinmiş” bir tarafın olduğunu ki özdürtü diye adlandırdığım o işte ve fakat bunu pinkfloyda fazla gördüğünü anlatan bir cümle sonuçta. Söylediğin yerden başlamıyor zaten cümle dikkat edersen; “ileri götürme şansını ve özdürtüsünü” yazmışım. ileri götürme şansın ve özdürtün var ama kullanmamışsın. Cümle doğru, fikir yanlış olabilir, başka bir tartışmanın konusudur!
Yukarıdaki ahkamların hiçbiri, Pink Floyd’un iyi bir yazar olma yolunda olduğu konusundaki görüşümü değiştirmedi. Haklı olduğunuz bir sürü yan var tabii, öyküdeki anlam kaymaları falan.. Bunlar ağır sorunlar tamam, ama işin özü bence başka bir yerde:
Ben her zaman, bir yazarın nasıl yazdığının değil, ne yazdığının önemli olduğunu düşünmüşümdür. İşin “nasıl’ kısmı, yani “temiz yazmak”, “öyküyü sağlam kurgulamak” vs., bunlar sanatçılık değil zanaatçılık kategorisine giriyor. Zanaatçılığı ise dileyen herkes öğrenebilir; çok yazmak-çok okumakla ilgili bir şeydir ki, kafaya takılırsa, yaklaşık 5 yılda çıraklıktan ustalığa atlanabilir görüşündeyim.
İşin sanatçılık kısmı ise, nasıl bir hayal gücünüz ve ne kadar cesaretiniz olduğuyla ilgili. Sizi bilmiyorum ama ben, hikaye kahramanının ikinci sayfada bunalıma girdiği, dördüncü sayfada hayatın anlamı üzerine ahkam kesmeye başladığı, altıncı sayfada hayatın saçmalığına ilişkin bizi ikna etmeye başladığı;
ya da
Hikaye kahramanının, modadır diye, Osmanlı’da bir takım maceralara giren tarihi kişisi olarak kurgulandığı, Osmanlı üzerine abuk subuk ahkamların kesildiği,
ya da
Orhan Pamuk’tan ya da Oğuz Atay’dan, şundan bundan arak, belki beşincı sınıf değil, ama ikinci sınıf,
Türk romanlarından ve hikayelerinden bıktım. “Bi allahın kulu çıksa da, ‘moda olayına yan gideyim’ hissiyatını bırakıp, kafasına göre takılsa” diyen bir kişiyim. Var tabii böyle yazarlar, ama üç beş kişiler sonuçta.
İşte bu nedenle, Karanlık Sokak yazarının, rahat bir şekilde “Ben ucuz bir yazarım” demesi, “hayatın saçmalığı üzerine varoluşçu bir deneme” değil, bir ucuz roman yazmayı denemesi, “Başkaları ne der?” diye düşünmeden, öyküsünde İngiliz isimlerini kullanması, muhasebeci John, sorunlu sarışın Annie, salak polis, sorunlu kadın Cindy gibi tanıdık kişilikleri Amerika’dan alıp Türkiye’ye getirmesi, gelecek vaad eden bir cesaretin işaretleri olarak geldi bana.
Ama sizin bu eleştirileriniz karşısında insan, “Aman abi, ben bi dahaki sefere Türk insanının psikolojik coğrafyasına temas eden, varoluşçu-imgelemik-sosyopizkolojik bir roman yazayım” diyebilir tabii.
Karanlık Sokak’ta problemli bin tane yan var OK, ama bana “Bakalım John şimdi n’apacak?” dedirtiyor sonuçta. Ayrıca bir şey daha söyleyeyim: John’un bir takım alışkanlıklarını alay konusu yapmış olmamız bile, karşımızda, bir karakter yaratabilen bir yazarın bulunduğunu gösteriyor olabilir.
Fakat tabii, tekerlek meselesi John’un hayatına kara bir leke olarak geçti, o başka..
Son bir şey daha: Edebiyatı o kadar ‘teknik’ bir şey olarak algılamamak lazım; netekim kimse Sex Pistols’ın iyi müzik yaptığını söyleyemez, ama bunun tersini de kimse söyleyemez, di mi ama? Edebiyat da böyle bir şey, onu edebiyat öğretmenlerinden alıp sokaklara salmak lazım.
iddia ettiğin kadar zenaat tanımına uymuyor kanısındayım kaptanhayal, zenaatla sanat arasında ince bir çizgi vardır ve kurgu kesinlikle sanat tarafında yer alır kanımca. Sana Umberto Eco’nun Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti, Calvino’nun Amerika Dersleri isimli konferans metinlerini ve iyi kurgunun 2 sayfada nelere kadir olabildiğini ispat etmesi açısından Borges’in Alçaklığın Evrensel Tarihi isimli çalışmalarını okumanı öneririm. Diğer dediğin şeye ise kesinlikle katılıyorum.
sevgili pink’in kendisi de asıl sorunun ayırdına varmış zaten,.. bu, daha ikinci hikayesi,.. mesela ben iki java script üstüste koyup site yaptım diye buraya göndersem, beni yuhalamaz mı halk? pink de iki kıçıkırık karakter üstüste koyup hikaye yaptım diye göndermiş,.. bizi sıkmadan önce yıllarca kendini sıkmadan, yazıp yazıp çöpe atmadan, kendini tatmin edecek kadar pişmeden test sürüşüne çıkartırsa eserini, bu kadar çiğ bir hikaye karşısında insanların verdikleri tepkileri de anlamalı,..
lütfen bir dahaki sefere de moderasyondan kaçma. Daha yaşın genç. Her türlü eleştiriye alışmalısın. Herkesi memnun etmek olanaksızdır.
not:Yahu bu da babavari bir ahkam oldu ama ne yapayım. Ben bir babayım işte.
diyelim o zaman ilk iki maceraya, arayı bulalım. Yukarıdaki ahkamlara da, bug mail list’e gönderilen bug’lar olarak bakarsak, macera develope eden kişinin de şevkini kırmamış oluruz.
İngilizarahtarı, kurgu konusunda haklı olabilirsin..