bildirgec.org

shmoo

11 yıl önce üye olmuş, 59 yazı yazmış. 856 yorum yazmış.

Romulus

shmoo | 01 May 2008 16:25

Uzun zaman sonra bu filmi yazıyım dedirten bi film oldu romulus my father benim için…. Tabii ki beni filme çeken ilk bakışta çok sevdiğimiz eric bana ….Onu Berlin’den, Truva’dan hatta kötü film Black Hawk Down’dan, Hulk’tan hatırlayabiliriz, ve unutamayız …Kendisi cool, samimi ve tam tanımı gerçekçi oyunculuğu ile filmlerine renk katıyor..Şu sıralar kitabı bestseller Boleyn Girl filminde de başrolde…Sakin, sevecen, aynı zamanda hafif sert kişiliği ile hatrı sayılı bi hayran kitlesine sahip…Sakin agresiflerden 🙂 Film mülemmel güzellikte bir çekim kalitesine sahip, bunu geçemeyiz. Renk seçimi, filmin kötümser yapısını bozan, olaylar seyirciyi içten içe karartabilecekken yine de iyi bişeyler olacakmış hissini veriyor. Beklenmedik olaylardansa hayatın basit akışını sıkmadan anlatabiliyor. Film, göçmen 3 kişilik bir ailenin hikayesi..baba karakter becerikli, sabırlı, çalışkan..çocuk yaşından fazla bilinçli, olgun ama çocuk sonuçta…çok da başarılı bir performans çizmiş, çocuğun gözlerindeki bakışları, taşıdığı ama belli etmediği yük..hakikaten başarılı..bu filmin hafızama kazınan 2 sahnesi var.. Biri Rumulus’un karısının sevgilisini tren istasyonuna götürdükten sonra, motorsikletle dönerken bi an karşısındaki ağaca bakması ve ona çarpmak istemesi..Bence bu sahne çok başarılıydı, klasik bi intihar sahnesi havası vermedi kesinlikle..İkincisi ise, anne (Franka Potente ki ben çok severim) intihar ettiğinde babasının dönmesini sabaha kadar bekleyen çocuğun evin verandasında köpekle beraber uyuduğu ve sabah babası geldiğinde uyandığı sahne..Sahnelere daldım direk, anne karakter unuttum. Anne dengesiz, ciddi gel gitler yaşayan bi kadın..Sonunda da gittiği yerden dönemiyor zaten ve intihar ediyor …Üzücü tabii..Sadede gelicek olursak basit hayatımızın içinde akan olayların iç yaşamımıza yansımasını basit ama etkili bi şekilde anlatabilen ve bu anlamda başarıyla temsil edebilecek bir filmdi..Duragan konusuna rağmen, filmden koparmayan , sıkmayan bu başarılı filmi alkışlıyoruz o halde…

The City Of Lost Children

shmoo | 29 May 2004 16:32

Karanlıklar içinde yemyeşil ve kırmızı.. Bu saygın filmi anlatmama yetecek bi cümle aslında. Ama merak edilesi, özendirilesi yönleri olduğundan konuya girmekten de kendimi alamıyorum. Büyüklere masallar filmler silsilesinden çok daha masal, çok daha etkileyici. (Harry Potter’ı tenzih edebilirim) Jeunet&Caro’nun filmlerinin sanırım ikincisi. Hayır hayır, vahiy geldi 2 değil, 4. filmleri. Çoğumuzun Alien Resurrection ve Şarküteri’den tanıdığımız Jeunet&Caro yani.. La cite des enfants perdus.. ..rüyalarınızı çalar.. reklamlarıyla, 95 te çekildi, bense 2003 te izleme imkanı buldum. Evet tabii bu benim geri kalmışlığım, özür diliyorum filmin kendisinden. Rüyaları çalan masalsı bir bilim adamı, klonlanmış ( şarküteriden ve Amelie den tanıdık, yönetmenin takıntı oyuncusu) cüce kardeşler, yine cüce bir anne, küçük çocukları, karanlıklarla dolu görüntüler içinden yeşil tozların uçuştuğu kendi yaşam alanlarına kaçırıyorlar. Kötü bilim adamı Krank’ın duygularının yittiğini ve bu yitikliğini de küçük çocukların rüyalarını çalarak giderebileceğini düşünmesiyle filmin ana teması oluşuyor. Çocuklar ondan korktuğu için hep kabus görüyor ve eline kalan sadece çocukların kabusları oluyor. Filmin küçük kızı rolundeki Miette, tipik Amelie küçüklüğünde, esmer güzeli, kırmızı dudaklı ve kardeşini aradıkları dev insana aşık..Miette ve kardeşinin rüyalarını çalmadan kurtarmaya çalışan devimsi kişilikle arasındaki bağ Leon’u andırsa da izlenmeye değer.. Film, başında sizi atan, ama tam vazgeçtiğinizde geri çağıran, bittiğinde ağladığınız filmlerden işte..Alex Proyas’ın Dark City’si ve BATMAN e olan görsel benzerliği yadsınamaz. Tabii Dark City ayrı bi blog konusu ki onda da enjeksiyonla beyinden anı çekme hali vardır.( bunu yapan da 24 saat dedektifi Keifer Sutherland’dır) Şehirde sürekli gece yaşanır ama insanlar bunun farkında değillerdir. Anıları alıp, yine aynı insanlara başka anılar yüklerler. Düşünsenize dün başbakandınız, yarın bir hamam tellahı olmuşsunuz…Yine bi takım rahatsız edici insan görünümündeki bilim adamları ya da uzaylı yaratıklar sözkonusu yani. Ve onlar daima ingiliz aksanıyla konuşuyorlar. Kayıp Çocuklar Şehri’yse fransızca olduğundan ve fransızca bilmediğimden kötülerin aksanını çözümseyemedim o ayrı.. Filmin yönetmenlerinin çok övülen diğer bir filmi de (Şarküteri)Delicatessen..Bu film için bütün düşündüklerini kağıtlara yazıp, bir kutuya atmışlar ve 15 yıl sonra da bu kutuyu açıp işte bu filmleri yapmışlar. Kostüm tasarımlarını Gaultier yapmış, soundtrack albümünü de izlemeden almayın. Zaten böyle bişi de yapılmaz herhalde, neler diyorum:) Filmin geleceğe katkısıysa Matrix filminin ortaya çıkması olmuş bana göre. Rüyaların içine girilmesi, filmin dar açılarla çekilmesi, klonlanan insanlar ve siyam ikizleri tabii..Yani vaçozkiler pek de yaratıcılıklarını kullanmamışlar, alenen copy-paste yapmışlar. Filmdeki üçüncü göz yaratıcılığına asla erişemezler. Kendini boğan adamın gözünden kendi ölümünü izlediği sahne gerçekten yaratıcıydı. Aslında yönetmen şahsiyetleri düşünürsek, karanlığın Caro’dan, renklerin de Jeunet’ten çıktığı ortaya çıkıyor. Jeunet in Caro’dan ayrılıp Amelie’yi çekmesi, karanlık hayalgücün hangisinden çıktığını ortaya çıkarıyor gibi. Ya tabii ki daha dile getiremediğim bi dolu ayrıntı var filmin içinde. Oyunculara, rüyalarınıza, etrafınıza, kabuslarınıza ait bir çok şey.. Ve filmde okunan masallardan birinin sonu: ^Deniz gökyüzü gibi maviymiş, gökyüzü de deniz gibi mavi. Ve gökyüzünde mi yüzüyordum yoksa denizin altında mı uçuyordum anlayamadım..^

confession of a dangerous mind

shmoo | 14 February 2003 12:29

Steven Soderbergh’in yapımcılığına ortak olduğu ve George Clooney’nin ilk yönetmenlik deneyimi olan, künyesinde türü kısmının karşılığına, bazı yerlerde dram sıfatının, bazı yerlerde ise komedi sıfatının yakıştırıldığı bi film. Şuna dram-komedi diyelim, olsun bitsin. Tehlikeli Aklın İtirafları olarak uygun görülen adının, ilk defa filmi yansıttığı bir film ayrıca da.. Ve bunu da eklemeden geçemiyeceğim ki, bi takım sinema sayfalarında ^^ Film, hayatı ikiye bölünmüş olan bir adamın hayatını anlatıyor:gündüzleri bir şovmen olarak,geceleri ise CIA tetikçisi! ^^ bu tarz cümlelerle anlatılmaya mahkum olmuş bir film de aynı zamanda..

Roller Coaster

shmoo | 08 November 2002 10:18

Başımı döndüren oyuncaklar, Roller Coaster lar… Ülkemizde ortak isminin ne olduğunu bilmediğim büyük trenler işte.. Yurdumuz lunaparklarında, elma kurdu şeklinde dolaşan cılız trenler, diğer ülkelerde devasa, güçlü ve agresif yapılarıyla beni benden alıyorlar. Misal bu biraz duygusal bi yapı ama denemenin bi zararı olmaz diye düşünüyorum. Hatta tam o saatlerde binersen, yanında oturan şaşkın, kırmızı yanaklı bi turiste bile aşık olabilirsin yanlışlıkla. Bu arada aşık olmanın kimyasını inceleyen bitakım insanlar da, extreme yerlerde(roller coasterlar, korku filmleri, korku tünelleri, ip gibi köprüler..v.s) aşık olmanın çok daha kolay olduğu gibi bi sonuca varmışlar. Konu dışı bi bilgi.. Roller Coasters ile ilgili herşeyin altından ”Six Flags Magic Mountain” kesinkez çıktı. Çıkmamasının kaçınılmaz olduğu şu devasa yapıdan da belli oluyor. Bu bana biraz karınca çiftliklerini hatırlatsa da karıncaların da Roller Coaster’a bindiklerini bilmek güzel bişey.. Türkçe sayfalarda Roller Coaster aradığımda ise, yapımına ilişkin bir bilgi, ya da yakında bizim de dev bi Roller Coaster ımız olucak şeklinde bi bilgi de bulamadım. Amerikalılar üstlerinden çıkarmadıkları gri,şapkalı eşofman üstleriyle R.C’ a koşarken biz hayaliyle yaşıyoruz. Napalım, bizde su parkları moda. Halbuki bi tane hakkını vererek yapılsa, yapılsa.. Bunu yapacak mühendisimiz var mı peki? diye soruyoruz hemen, cevap yok. Zaten bu Roller Coaster hadisesini icad edip, yayan insanların da kazara bi Roller Coaster meslek hastalığına yakalanıp yok olmaları halinde de, bu oyuncaklar milletin elinde madara olur diye düşünüyorum. Bozulduğu için tamir edilemeyen Roller Causter ların raylarını çalanlar, içine ev yapıp yerleşmeye kalkanlar olabilir rahatça. ben şu klasik tarza bile razıyım. Halbuki nalları dikmiş bi tırtıl bile yapabiliyorlar. Ya da kafası karışmış roller coaster..Her birine bi kişilik yaratmışlar adeta. yaşıyor bu Roller Coasterlar uyanın.. Yeni doğmuş bebeğini acemice kucaklamaya çalışan baba R.C mesela. Kafa altından tutmayı bile öğrenmiş.. Newton kütle çekim yasasını bulduğunda, bu kadar ileri gidilebileceğini düşünmemiştir herhalde. Kim ne derse desin, bize de lazım bunlardan. Sadece yaz mevsimiyle sınırlı kalmamalı hatta, karlı dağlarımıza da kurulmalı. Ama buna binmem. Yer bu adamı..

*Trainspotting-2*

shmoo | 03 November 2002 22:15

Trainspotting, ilk izlendiğinde çoğumuzun, ilk 5’im, ilk 10’um, ilk 17’im vs. sıralamalarının üst basamaklarına yerleştirdiğimiz bi film. Trainspotting’i takibim, Mezarını Derin Kaz ile başlamıştı. 96 yılında, okulun sinemasında 100.000 TL.’ sına izlemiş ve yurda döndüğümüzde bizi, filmde bayılma tehlikesi atlatanlar, filme pek bi anlam veremeyenler, filmi beğenip bi kere daha izlersem daha iyi olurlar gruplarına ayırmıştı.

Bayılma tehlikesi atlatanların, kimmiş ki yönetmeni diye burun kıvırmalarından sonra, filme bi daha gidip ayrıntılı bilgi edinip yine de tekrar izlemeye razı edemediğim bir inat sözkonusuydu. Danny Boyle olduğunu öğrendiğim yönetmeni çeşitli dergilerden takip etmeye de başlamıştık tabii. Trainspotting’ den bahsedildiğinde tabii merakla beklemeye başladık ki, burdan da bu filmin bir kitaptan uyarlandığını,yazarının da Irvine Welsh olduğunu öğrenmiştim. Bir diğer beni meraklandıran şeyse, ^^Mezarını Derin Kaz yılın en iyi filmiyse, Trainspotting son 10 yılın en iyi filmi.^^ cümlelerinin kurulduğu bir dergiydi. Bilgiler bilgileri, sonbahar yaprakları kovalarken Trainspotting gösterime girmişti. Filmin replikleri şurda ve şurda görüleceği üzere….Uyuşturucuyu her bırakmak istediklerinde, kafalarını klozet kapaklarında bulan bir topluluk vardı karşımızda. Film, hem eğlendiren eğlendirirken de düşündüren cinsten bi yapıttı. Spud’un duvara tırmandığı sahnede kesinlikle garip olmuştum, ciddi ciddi üzüldüğümü hatırlıyorum ya da onun gibi bişi..Filmdeki uyuşturucu satıcısını Irwine Welsh’in canlandırdığını da eklemeden geçmiyim. Şu rahibe lakablı.. Muhteşem müziklerin(Iggy Pop misal..), bol küfürlü özdeyiş niteliğindeki konuşmalara eşlik ettiği filmi nihayetinde 3’er 5’er izledik. Yine olsun yine izleriz..Akabinde yine bir Irwine Welsh uyarlaması olan Asit Evi geldi.

şipşak weblog

shmoo | 12 October 2002 14:47

günlük kısmı anlamsızlaşmaya başladı. neden? çünkü darp ın şipşağını kullanır oldum. bi baktım ki hafif-günlüğün pabucunu bir Zidan volesiyle dama fırlatmışım. Artık oreya yazeyorum, günlük ve de anlık kısa saçmalıkları. Kimse okumucak sanıyordum, ama darp herkesi herkese gösteriyor sağolsun. taam o zaman dedik biz de. bi de şu komünist düzeni yeterince inceleyebildiniz mi sayın darp, parti lideri görünümündeki consesau?

konu o diil, şu; o voleyi atan, atıyomuş gibi de yapabilir diyerekten, hiç o pabuca kıyar mıyım doğruluğuna ulaşarak, sonunu getirememenin acısıyla ve böyle bitirilmeye çalışılan cümlelerin de bitmesi için kıvrak bi yazın sanatına sahip olmak gerektiğini de bilerek ..ayy

yurttan kaçma şeysi

shmoo | 29 September 2002 20:42

Dayanamadım, şu yurttan kaçma hikayemi anlatmaya karar verdim. Malum okullar açılıyor, ders çıkarılması gereken noktalar mevcut.

Olayların gelişmesi benim yurtkur’un banyo dediği, ancak vücudunun sığabileceği küçük klubelerde hızlıca alınan bi duş sonrasıyla başlamıştı. Bornoz kılığında( ki yurtta böyle gezmek yasaktı, hatta önü açık terlik giymenize de pek hoş bakılmıyordu. Sanırım bekçiler erkek olduğundan, onların cinsel iştahlarını kabartmayalım durup dururken fikriydi bu) odama çıkacaken, banyonun karşısındaki kazan dairesinde fare var mı, fare yoksa ne var falan diye keşife çıkmaya karar verdim. Bu keşfim sırasında ise dışarıya açılan kapının açık olduğunu gördüm. Odama çıkıp arkadaşlarıma anlattım. E kaçarız bi gün falan diyerekten konuyu kapattık. Günlerden bir gün, ben kaçmaya karar verdim. İmzayı attıktan sonra çıkıcaktım kapıdan, arkadaşlarım da kapıyı kapıycaktı. Dünya sabırsızı bi insan olduğumdan hadi diyorum, dur diyolar, hadi diyorum dur diyolar. Ben de indim aşağı, çıktım kazan dairesinden, bizim pencerenin önüne gelip birinin ismini çığırmaya başladım. Arkadaşım çıktı, napıyosun orda dedi? Hadi kapatın kapıyı dedim. Artık bekçiler mi duydu ne halt olduysa çakallar farketmiş kapının açık olduğunu ve nöbetçi memur da tekrar imzaya çağırmış. E tabii imzam var ben yokum. Pek sevgili arkadaşlarım da bana sabah haber vermeyi uygun görmüşler ki ben Ankara ya Rashit adlı grubun konserine gitmiş, izlemiş, baygın vaziyette uyumaktaydım. Acilen şehrime geri döndüm, arkadaşlarımla netçez şimdi biz tarzı bir konuşmadan sonra, aynı şehirde oturan teyzeme haber veriyim, bana geldi falan desin dedim. Aldım teyzemi gittik yurda. Saçlarımı tek tek zenci misali ördürmüştüm, müdür bana; -ben de ne diye böyle geziyo bu demiştim, serserinin tekiymişsin falan dedi. Herşey bana karşıydı yani, öyle hanım hanımcık bi porte çizemiyordum saçlarım yüzünden, kadın ne anlatsam inanmıyordu zaten. Bi dolu yalan attık, ama ailene haber vericez dedi. Hı zıçtık dedim, harbiden de zıçtım zaten. Annem bi posta aradı azarladı, babam bi posta aradı azarladı, babam annemi arayıp bi posta azarladı, kardeşim babam annemi azarladı diye beni aradı azarladı. Ananem niye anneni üzüyosun diye aradı azarladı. Büyükbabam niye annaneni üzüyosun diye aradı azarladı. Bu geniş çaplı azarlama olayından sonra günler boyu bu olayın soruşturması sürdü. Önce tatbikat yaptırdılar. Müdür,yardımcıları ve teyzem aralarında da ben kazan dairesine indik ki bi kelepçeler eksikti kollarımda. Suçlu psikolojisine balıklama daldırdılar.( Suç işleyebilirmişim gibi bi tip mi vardır nedir bende, lisedeyken de kadının teki cüzdanını kaybettiğini farkettiği anda yanında sırf ben vardım diye boğazıma sarılmıştı cüzdanımı ver diye) Nerden kaçtın, nası çıktın falan bi dolu saçmasapalak sorulardan sonra savunma yaz dediler, bi sürü yalan uydurduğum için ne yazdığımı hatırlamıyorum şu an. Verdim savunmamı, görüşüldü falan aslında bunun cezası yurttan atılmak ama 3 gün uzaklaştırma veriyoruz dediler. Ben üzüldüm 3 gün verdiler diye. E sonra resim hikayesi var tabii. Bi baktım asmışlar fotoğrafı, altına da nerden kaçtığımı, ne kadar ceza aldığımı falan yazmışlar. Bakın görün cıss yaparız sonra hesabı.

Rezillik tabii. 3 gün kafa dinledim, arkadaşımda kaldım, bi de deli gibi kar yağmaz mı, sabaha kadar kaydık durduk. Yurdun önüne gittik, herkes camdan karı izliyodu. Ben heyoo şeklinde hoplayıp zıplıyodum. Yurda döndüğümde, banyoda kafamı şampuanlıyorum yan kabinden sensin di mi kaçan? ne cesaret yaa? süper falan deyip gözüme şampuan kaçmasına sebep oluyolardı bi takım insanlar. Ehü ehü şeklinde cevap veriyodum. O sıralarda da okulda sosyoloji sempozyumu yapılıyordu ve diğer illerden bi sürü öğrenci gelmişti. Telefon sırasında arkamdan onlardan ikisi vardı, ama yani tam solcu tiplerdi. Ben telefonda bi arkadaşıma bu kaçma olayını anlatıyodum ama onlar uzaklaştırma olayını anlatırken geldiler. Telefonu kapattım, sigaralarından kısa bi nefes aldılar, baksana naptın sen? bildiri falan mı dağıttın dediler? ben içimden hass diyerekten, yok ben yurttan kaçtım, şeyden, kazan dairesinden dedim. Bunlar da sanki bildiri dağıtsaydım beni baş tacı ediceklermiş ama yurttan kaçtığım için; -heee hikayesin yani, tarzı bi bakışla uğurladılar. Artık odamız benim adımla anılıyodu. Gençlik işte..

Bi de sokaktan geçen ne üdüğü belirsiz bi kişiye seslenerek bize bira almasını istediğimiz ve benim bir eldiven bi de mavi eşofman altına malolan hikaye var ki, rezilliğin bu kadarı yeter diyerekten noktayı koyuyorum.