Her gün, gün batımından önce uykularımızı sırlara dizeriz. Bir sır’ın -simli- kanadında kimsenin görmediklerine karışmak ebedi yazımız olsa da evvela kendimiz kaçarız bu iç seziden.Sonra sustuğumuz kurbanlarımıza gelir sıra. Tek tek… İş başındayızdır. ‘Ey günahkâr beden, kalk ayağa!’Hafifçe, yandan bir gülümsemenin ardından, dolunay en yakın arkadaşımız olmuşken; bir fısıltının peşi sıra, veririz esaret sandığımız bedelleri. Oysa sunduğumuz esaretten çok yankılanan iç tepidir, duymazdan geldiğimiz ve duymayacağımız…Ey gecenin dahi aydınlığa çıkartamadığı, yıkıntılardan yıkıntı; ruh! Ruhundaki yıkıntıları kıvılcım sanarken; söyle, ‘Mercan kayalarındaki oyuklarda kaçıncı ağlaman ve kendine kaçıncı yalanın- isyanın?’Vicdanın olmadığı yerde solucanlar dahi yaşamazmış’ derler.Duruyorum, bir ses; annenin seni evrene bahşederken ki ilk çığlığı. Bir ses, iç ses… Bazıları duyamaz-mış, ne acı; ne soğuk bir yara. Öyle bir yara ki, yara verdiklerinin yarası, bu yaranın yanında ne kalır ki…Ellerine bak, çıktı mı kan lekeleri? Lady Macbeth’den beri gördü mü evren, böyle ihanet ve tanımsız donukluk örneği tılsımsız, esinsiz ve barınaksız yaşsız bir kalp?En acısı insanın kendine barınaksız kalmasıymış. Evrene çok çok acı verdiğinde, gün olur, kalbi de artık onu çoktan kabul etmeyen olurmuş; ruh barınaksız kalırmış. Asıl tutsaklık ise o vakit başlarmış.