Elimi tuttu önce. Sımsıkı kavradı. Ardından “Hadi!” dedi. “Ne duruyoruz?! Gidelim artık!” Öyle ya… Neden vakit kaybediyorduk ki?! Sanki yeterince çalmamışız gibi zamandan… Daha doğrusu, bendim çalan. O ise bu savurganlığa son vermemi sağlamaya çalışan sadık zaman bekçisi…Öyle ki, boşa geçecek tek bir saniyeyi bile vermek istemiyordu bana. Artık saniyeleri birlikte kullanıyorduk. Henüz misafirliğinin ikinci günü dolmadan, O karar vermişti buna. Ben de ses çıkarmamıştım. Olsa olsa en fazla birkaç gün daha sürecekti bu durum nasılsa. Sonra O yine geldiği zamanki gibi, yanında bavulu, şirin şirin gülümseyecek, ama bu kez içeri girmek için değil; veda etmek, hiç bitmeyen yolculuğuna kaldığı yerden devam etmek için duracaktı kapının eşiğinde.Bu kısacık misafirliğinden, O’nu incitecek tek bir anı bile kalmamalıydı geriye. Teyzemin emanetiydi O, biricik kızıydı. Bundan da öte arkadaşım, çocukluğumun sırdaşı…O zamanlarda da hep birkaç adım önden giderdi yolda. Yetişmekte güçlük çekerdim hızına. Sanki gittiğimiz dondurmacı, birkaç dakika geç kalmamızla buharlaşıp uçuverecekmiş gibi… Şimdi de aynı koşu sürüyordu. Sanki göremediğim birileriyle yarışıyormuş gibi bir saniye bile geç kalmak istemiyordu.Dışarıda da elimi tutmayı sürdürdü. Hatta daha da güçlü sıkarak… Bu şehirde ev sahibi ben sayılsam da, O çoktan tanımaya başlamıştı bile sokakları. Benden çok daha fazla ‘buralı’ olmuştu.”Şu cafe çok şirin görünüyor.” diyerek sürükledi beni kapıya. Sanki kendi evine buyur eder gibi misafirperver bir tavırla, çoktan yerleştiği masaya oturmamı bekledi. “Bizim orada böyle sayısız cafe var. Ama hiçbirinde buradaki sıcak hava yok nedense. Sen de dikkat ettin mi?” dedi soluk soluğa. Bir yandan da gözleriyle etrafı tarıyordu. Herbir ayrıntıyı beynine kazımak istercesine dikkatle…Yaşadığı yerdeki başka şeylerden söz açtı ardından. Durmadan aradığı birşeyin peşinden sürüklenircesine, dolaştığı onlarca sokağı anlattı. Sonunda bulsun ya da bulmasın, ‘aranacak birşey’ her zaman vardı O’nun hayatında. Arayışın verdiği sınırsız heyecan da…

Bu masada da sürüyordu arayış. Buradan ayrıldıktan sonra gideceği her yerde de sürecekti. Zaten bu yüzden gözleri bu kadar görerek bakıyor, çevresine hep o aynı güçteki parıltıyı saçıyordu. Gördükleri arasında ben de vardım. Ne birşey arayan, ne bulmayı uman… Parıltısız ve arayışsız bekliyordum o sandalyede. O’nunla hiç bitmeyen bir heyecanı paylaşarak yürüyen, arayan, umut eden, çocukluğunun yol arkadaşı şimdi karşısındaki sandalyede çakılıp kalmıştı. Az önce orada oturmasa da, oturduğu anda kalkmamaya yemin etmişçesine, kendini sandalyenin arkalığına bırakmıştı.”Değişmişsin!” dedi, kırmaktan korkmayan, sert bir ifadeyle. Sanki bu şekilde beni sarsmak, hırpalamak, bu hareketsizlikten bir şekilde kurtarmak istiyordu. “Hep durgunsun. Sanki herşeyi çoktan tüketmişsin gibi… Yaşanacak yeni hiçbirşey kalmamış gibi…”Tüm bunları okuduğu yüzüme bir kez daha uzun uzun baktıktan sonra, hiç beklemediğim o şeyi söyledi birden. “Sanki ‘ölüm’ yokmuş gibi… Yerinden kalkıp gerçekten yaşamaya karar vermene yetecek kadar, sınırsız bir zamanın varmış gibi önünde.”Bunları söylerken, gözlerinden o çok bilmiş küçük kız bakıyordu sanki. Çocukluğumun sırdaşı, yol arkadaşım bana yine o zamanlardaki gibi güçlü olmamı, kımıldamamı, hayatıma yeni birşeyler katmamı söylüyordu. “Hadi, yine gel peşimden!” diyordu. ” Korkmana gerek yok! İstersen hep yanında olurum. Sıkı sıkı tutarım yine elinden.”Benim gözlerimden bakan diğer küçük kızsa, yıllardır süren uykusundan henüz uyanmış olsa da çoktan harekete geçmişti bile. Arkadaşının çağrısına uyup şu lanet olası sandalyeden kalkmak… ve tıpkı o günlerdeki gibi O’nunla uzunca bir gezintiye çıkmak için büyük bir sabırsızlıkla, çekiştirip duruyordu beni.