Sanat bir istisna, monotonluğun ve yaşama kavgasının ortasında ferah bir ada olmaktan kurtuldu kurtulalı, giydiğimiz tişörtten kimlik analizi yapmaya çabalayan modernist zihniyetin zorunlu bir “artık ürünü” haline geldi geleli, sanatın ilhamını aldığı günlük yaşam ve hatta günlük kahramanlıklar didik didik ediliyor, öyle ki sadece hapşırsak aklımıza üç Cem Yılmaz esprisi, iki film sahnesi, üç müzik klibi geliyor. Sanat zor olmasına hâla zor, değeri, en azından benim gözümde hâla var, ama sanatın “hobi olarak yine yap”ılacak bir şey olmaktan çıkması, artık usta çırak ilişkisiyle değil, saf yetenekle hiç değil, amfilerde öğrenilecek bir kavram olması, sanat ve zanaat arasındaki farkı sadece takdir edilmeye indirmiyor mu? Bir kunduracıya gazetelerde değinilince bir sanatçının pelerinine bürünüyor ve bir yönetmenin filmi kimse tarafından bilinmezse “amatör” oluyor adı. Sanat ve zanaat farkının bu derece küçülmesinin ve kitlelerin “popüler kültür” –genelde bu iki kelimeyi birbirine zıt bulurum- aracılığıyla kendilerine sanat diye sunulana hayranlık duyma gereksiniminin en önemli sonucu sanat eserlerinin sayısındaki muazzam artıştır.Bu iyi bir şey mi? Sanat kelimesine yüklediğimiz pozitif anlam, belki siz değerli okuyucularıma ilginç gelecek, çocuk kelimesine yüklediğimizle çok benzeşiyor. Çok fazla sanat eserinin varlığı, tıpkı çok çocuklu bir aile gibi. Bir sürü değer açığa çıkıyor, ama yüzlerine –yeteri kadar- bakılmıyor. Bol çocuklu ve cahil bir annenin çocuklarına yapacağı gibi, nice zekâ cevheri ilgisizlikten ve üzerinde durmamaktan heba oluyor, boşa gidiyor.Şu yüzden de iyi bir şey değil bu: Bir şeyin , yaşamdan anlar buradaki kastım, güzel olduğuna, o şeyin güzel olduğunu kendimiz farketmemizle karar verdiğimizdeki sevinç çok başkadır. Ama bunlar azalıyor sayıca. Artık yağmurlu bir havada ağlarken melankolimiz bizi terkeden kadar, bu ana defalarca hüzün yükleyen yönetmenlerin, şairlerin ve yazarların da suçu. Nice badirelerden sonra sevgilinin dudaklarına konulan bir öpücük normalde neredeyse şükür yerine geçecek bir ulvilikte olabilirdi, eğer ki filmlerde hemen ardından çiftleşme gelmeseydi, ve eğer ki aynı sahneyi aynı dudaklar ama farklı aktörler ile defalarca görmeseydik.Biz senaryoları bol klişe kullanmakla suçlayalım ve onlara burun kıvıralım, sevgili dostlarım,kaderin kendisi seviyor klişeleri ve bizi güldürmek, üzmek veya düşündürmek için yeterince kullanıyor. Sorun bu klişelerin kullanımı değil, klişelerin sanat yakışması ve bu sayıda sanat eseri varken aslında günlük yaşamdan parçaların durmadan kullanılmasıdır. Eğer ki, her anımız, her düşüncemiz ve musibetimiz bir yerlerde birileri tarafından çoktan işlenmiş olmasaydı, gerçekten bir ruha sahip olduğumuzun farkına daha çok varacaktık.Anneniz öldüğünde en sevdiğiniz dizideki başrolü taklit etmiş olmamak için ağlamamak mantıklı değil. Ama ağlayınca da yakamızı mel’un bir dejavu hissi bırakmayacak. Düğününüzdeki muhtemel aksiliklerin hepsi zaten işlenmiştir, hele ki romantik komedilerde, size düşen herhangi biri gerçekleştiğinde, oradakinden daha sağlam bir “başrol” olabilmek sadece. Sayıca daha az olsalar belki tutunacak dallar olabilirdi bu yaşamı sanatlaştırma çabası, ancak şu anki haliyle daha çok “ormandan bir çit çekme” yi andırıyor bana. Klişeler güzel şeyler, ama artık öyle çoklar ki!Bilincimize tesiri ufacık olan arkadaşlarımızın yanında, söylenecek sözler ve alınacak kararlar hakkında bilinçaltımıza yön veren, hatta bazı durumlarda bilinçaltımızı bizzat oluşturan bu hayali karakterler ve durumlar, artık size de korkunç gelmiyor mu?