bildirgec.org

hikaye hakkında tüm yazılar

Derin karanlık 8

nihansage | 28 February 2012 15:21

– Yüzbaşı Hakan Çelik. Hem albay hem de bu geminin kaptanı mı oldun? Aferin sana. Ben yokken çok yol katetmişsin.Kaptan Çelik’in karşısında, yıllardır aradığı kişi durmaktaydı. Kayıp kaptan Emin Doğaner, gözlerini dikmiş ona bakıyordu. Kendisine alaycı bir üslupla hitap etmekteydi.Kaptan Çelik ve yanında bulunan mürettebat şaşkınlık içersindeydi. Kaptan köşkünde bulunan herkesin aklında ki soruyu sordu.
– Kaptan Doğaner, gerçekten siz misiniz?Emin Doğaner kendinden emin adımlarla, kaptan Çelik’in yanına yürüdü. Küstah ve karşısındakini hor gören bir ifadeyle Kaptan Çelik’in sorusuna cevap verdi.
-Evet, benim. Ve şu andan itibaren, DERİN KARANLIK’a yüksek konseyin efendisi HAMANE adına el koyuyorum. Gemi ve mürettebat artık benim emrim altındadır. Benim iznim olmaksızın yapılan her uygulama, adamlarım tarafından şiddetli bir şekilde cezalandırılacaktır.Kaptan çelik ve mürettebat şok içersindeydiler. Kaptan, bulunduğu yerden indi. Kaptan Emin’in yanına geldi. Tam karşısında durdu. Bu kişi, yıllardır arayıp durduğu kişiye hiç benzemiyordu. Yüzünün hatları, vücut ölçüleri, kaptan Emin’e çok benziyordu ama gözlerinde ki ifadeler hiç onun tarzı değildi. Yıllar onu bu kadar çok mu değiştirmişti yoksa… Başını dik tutarak, karşısında bulunan ve artık kendisine yabancı olan bu adama, geminin gerçek kaptanı olarak hitap etti.
– Ben, DERİN KARANLIK’ ın kaptanı Albay Hakan Çelik. Bu gemi ve mürettebat tamamen benim emrimdedir. Uluslar arası yasalar gereğince hiç bir ulus veya koloni bir öğrenci gemisine silah zoruyla el koyamaz ve asla o gemiye saldıramaz. Bu durum savaş olsa dahi yapılamaz.Kaptan Emin, Kaptan Çelik’in tam göz hizasına gelecek şekilde yaklaştı. Gözleri tehtitkar bir ifadeyle bakmaktaydı.
– Hâlâ anlamadın mı? Gemine ve mürettebatına el koydum. Seni de hücreye yolluyorum.Etrafta ki mürettebata konuşmak için döndü.
– Bana karşı gelen olursa, onu kaptanınız gibi hücreye yollamam. Anında cezasını verip, uzay boşluğuna gönderirim. Herkes anladı mı?Kendisine şaşkın gözlerle bakan mürettebata baktı. Kimseden ses çıkmıyordu. Ses tonunu daha da yükselterek tekrar sordu.
– HERKES ANLADI MI?Tüm mürettebat “evet, anladık,” demek zorunda kalmıştı. Oktay ise yıllardır hayalinde yaşatmış olduğu kahraman babasını, bu şekilde karşısında görünce çok şaşırmıştı. Kaptan Doğaner ile birlikte gelen askerlerden ikisi, kaptan Çelik’i silah zoruyla gözetim odasına götürmek için harekete geçmişti. Kimseye de, gözetim odasının yeri nerede diye sormamışlardı bile. İkinci kaptan Rıza, Kaptan Emin’e yaklaştı. Öncelikle kendini ve rütbesini tanıttı.- İkinci kaptan Yüzbaşı Rıza Aslan. İzin verirseniz size bir şey sormak istiyorum efendim.Kaptan Emin Doğaner, tüm dikkatini yapmış olduğu işe vermişti.Yanında getirdiği cihazı, geminin ana bilgisayarına bağlamaya çalışıyordu. Yüzbaşının sorusuyla başını yapmış olduğu işten kaldırdı. Yüzbaşıya baktı.
– Ne istiyorsun?
– Efendim, adamlarınız geminin kaptanını götürdüler ama gözetim odasının yerini hiç kimseye sormadılar ve…Kaptan Emin, yüzbaşının lafını adeta ağzına tıkar gibi sözünün bitmesini beklemeden sorulan soruya yanıt verdi.
– Derin karanlık adını vermiş olduğunuz bu gemi, ileri bir uzaylı teknolojisiyle yapılmış, boyutlar arası geçişler yapabilen bir uzay gemisidir. Siz Yüzbaşı, bindiğiniz atın neler yapabileceğinin farkında olmayan küçük çocuklar gibisiniz. Benim adamlarim, gelmiş olduğumuz boyutta sıtandart ölçülerde yapılmış olan bu gemiyi avucunun içi gibi iyi bilirler. Hatta sizden daha iyi bir şekilde onu tanıyoruz. Bu yüzden sizlerin yardımına ihtiyacımız yok, bilmem anlatabildim mi?Yüzbaşı Rıza, şansını biraz daha zorlamaya karar verdi.
– Efendim, yüksek affınıza sığınarak size bir şey daha sormak zorundayım. Bu gemide yaşları henüz on yedi olan, otuz sekiz öğrenci var. Ve biz Titan’ın çok yakınında bulunmaktayız. Eğer izin verirseniz, öğrencileri küçük bir uzay mekiğiyle tahliye etmek istiyorum.Kaptan Emin, dik dik yüzbaşıya doğru bakmıştı. Sonra bakışlarını odada bulunan yedi öğrencinin üzerinde gezdirdi. Hepsi korkmuş koyunlar gibi birbirlerine sokulmuşlardı. Yanlarına gitti. Oktay, babasının kendilerine doğru yaklaştığını görünce ne yapacağını şaşırmıştı. Arkadaşlarının arkasına geçti. Boyu uzundu, ne yapsa kaybolamıyordu. Kaptan Emin, hepsine tek tek baktı.
– Yedi taneniz burada, demek geri kalanınız da geminin çeşitli yerlerinde görev yapmaktalar.Bakışları, Oktay’ın üzerinde sabitlenmişti. Yavaş yavaş, Oktay’ın yanına doğru ilerledi. Diğer çocuklar kenara çekilmek zorunda kalmışlardı.
– Yakanda ki isimliğin olmasa bile yine de seni tanırdım Oktay Doğaner. Gözlerin hiç değişmemiş. Üstelik alnında duran yara izi senin kim olduğunu ele veriyor.Gözlerini Oktay’ın üzerinden çevirmeden, Yüzbaşı Aslan’a seslendi.
– Yüzbaşı Aslan, Gemide bulunan herkesin, dinlenme salonuna gitmesini istiyorum. Bu bir emirdir. Emre uymayanlar, kim olurlarsa olsunlar, şiddetli bir şekilde cezalandırılacaklardır.
– Efendim, peki ya tahliye…Yüzbaşıya doğru baktı.
– Tahliye yok. Gemide ki herkes şu anda Efendimiz HAMANE’nin kölesidir. Ölü ya da diri, hiç farketmez. Her ne olursa olsun emirlere tam uyulacaktır.
—————————

Sodom’da bekleyiş 2…

d e g g i a l | 27 February 2012 09:54

…günler ayları,aylar yılları kovalarken; yaşadı,olgunlaştı,yoruldu,tükendi ama hiç yaşlanmadı…

…gözlerini kapadı sonsuz bir uykuya dalmak istiyordu,çürümek yok olmak için…

…gözlerini açtı zamanın çok gerisinden günümüze dönecekti…

”Dylia Dylia Dylia Dylia” kulağında hala,hala o tatlı fısıltı tek gördüğü efendisinin anlık hayaliydi;yüzü zihninde, karanlık ve bulanıktı artık…

Önceleri insan gibi yaşamaya çalıştı,normal olmaya zorladı kendini hala iyi/kötü kahraman arasında bocalıyordu,kötülük kolay iyilikse ustalık istiyordu,aslında kötülük ustalık iyilik kolay gözüküyordu…
İlk deneme…
Her istediğini yapabilecek kudretteydi,ama bir planı olmalıydı,gücü ve enerjisi sınırsızken ne yapacağı ne olacağı konusunda fikri yoktu.Bir üniversitenin felsefe bölümünden mezun oldu,derece ile.Düşünceleri ve saplantısı değişmesede,öğrendiği şeyler tüm o filozofiler ona anlık huzur veriyor,evrende efendisi gibi anlamlandıramadığı birçok şeyin olduğunu bilmek kendi sonsuz yalnızlığının da türlü soru işaretleriyle bir şekilde anlaşılabilir ve paylaşılabilir olduğunu düşündürüyordu.
Aklı mı kttı ?,cevaplayamadığı onca soru beynine hücum ediyordu,karmakarışık bir denklemdi hayat pek çok bilinmeyeni pek çok değişkeni vardı,hesaba muhasebeye başladı…
Bir sigorta şirketinde işe girdi sınavlara tabi tutuldu kazandı,hayat sigortası uzmanı oldu.İnsanlara kazayı,belayı çok rahat anlatıyordu ancak ölüm teminatını anlatırken en olmayacak yerde bir gülümseme alıyordu onu.İnsanların gözlerinin içine bakarak onları etkisi altına alabilir satış patlamaları da yaratabilirdi ancak iyilik savaşçısıydı artık kendince zor yoldaydı hem o kadar da dikkat çekemezdi,hani bazen insan denen yaratığın soyunu kurutmak istemesine ramak kalıyordu ancak sonsuz yaşamında sonsuz da sabrı olmalıydı…
(Bir dahaki macerası kesinlikle bir Zen Ustasıyla geçecekti….)
Ey insan! rahat dur,sakin ol,para denen şey ne kadarda kıymetli olmuş,saçmalama ne para biriktireceksin hayatını yaşa;ye,iç,eğlen köpek gibi çalışıyorsan tasarruf neyine,ancak muhakkak bu dünyaya tohumunu bırak sen ölürsen o daha da refahlı yaşayacak,imzala şu poliçeyi bak keyfine aman ha primlerini öde bir de sakın aşık olma…
Dylia kafasındaki sistemin elbet çökeceğini biliyordu ama kendince iyilik savaşçısıydı artık…

bölüm 1: devam

uyusuk kedi | 11 January 2012 09:56

beklemek ne kadar sıkıcı birşey. bir insan banyoda ne kadar uzun kalabilir ki… hadi çık artık.
….
sonunda…. balıkları beslemeyi unutmuşsun yine. ölecek hayvancıklar. zaten 10tane balık arasından kala kala 3 tane kaldılar. açlıktan birbirlerini yiyecek dayanıyorlar. ıyykkk…. düşüncesi bile kötü.
eee bugün cumartesi olduğuna göre, sende böyle rahat giyindiğine göre nereye gidiyoruz? hahahh, yada nereye gidiyorsun da ben sana takılıyorum mu desedim… mmm…sanırım bugün seni kendi haline bırakıcam. zira bulmam gereken birşeyler var ve evet ne aradığım konusunda en ufak bir fikrim bile yok. yani kaç tane insan benim durumumdadır ki…düşüneyim…SADECE BEN… ve bu beni artık delirtmeye başladı.
evet prens hazretleri – bunu her söylediğimde gülesim geliyor – sen gezmeye, ben araştırmaya…balıklar, biz yada en azından prens gelene kadar dayanın… aklına gelirse size yem verebilir.
bugün nerden başlasam acaba. yine sokak sokak dolaşmak istemiyorum. bu çok yorucu ve sıkıcı oluyor. tamam, düşüneyim öyleyse. neler hatırlıyorum, neler biliyorum.mmm… 1) kocaman bir ışık topu. ışık topu diyorum çünkü o bir toptu. ışık hüzmesi vs..falan değildi. bildiğin toptu işte. kocaman, yuvarlak, beni yutacak kadar kocaman… 2) karanlık…hani resim kağıdını siyah pastel boyayla boyarsınız ya. o kadar karanlıktı. ne olduğunu bilmiyorum ama ışık topundan daha büyüktü. 3) prens… her sabah burda, onun evinde uyanıyorum. farklı yerlerde uyusamda sonunda gözlerimi burda açıyorum. bu ev mi önemli olan yoksa prens mi bilmiyorum. ama artık sabahları nerde uyanıcam diye bi derdim yok. 4) hayvanlarrr….onlar ben, görebiliyor ve duyabiliyor. onlara herzaman olmasada dokunabiliyorum. enteresan olan şeyde her birinin içinde farklı renkte ışık dalgaları var. bu nedemek yada o ışık dalgaları ne hiç bilmiyorum. 5) kendimi hatırlıyorum. evet, kendine gülebilirsin bayan çok bilmiş. kim kendini hatırlamaz ki, değil mi? ama böyle garip bi durum içinde olunca kendimi hatırlamak bile benim için önemli dir durum. 6) bu durumda olduğumdan beri, neredeyse bütün mahalleyi öğrendim. nermin teyze, mehmet amca, mehmet amcanın kızı zehra, aşağıdaki bakkaldan tut köşedeki ayakkabı tamircisine kadar herkesin hayatını anlatabilirim… ve ne yazık ki hiçbiri beni tanımıyor. 7) şimdiye kadar hiçbir insana dokunmayı denemedim. neden mi, korkumdan… ya dokunamazsam??? peki ya dokunursam??? paniği düşünebiliyor musun, bişeyler yada birileri sana dokunuyor ama sen onu göremiyorsun. ben delirirdim diymiycem, çünkü bu durumdayken bile hala aklımı anlayamadığım bir şeklilde koruyorum. hah. bundan da şüphe duymaya başladım. baksana kendi kendimle konuşuyorum.
bütün bunları bir yere yazsam mı acaba? mmm…

Özgürlük Heykeli

mavilikler | 01 December 2011 09:04

Canla başla uğraştığın bir şeyin birdenbire bir sabun köpüğüne dönüşmesi gibi… Tamamen tesadüf eseri, bir şeyle burun buruna gelirsin mesela. Hayatının anlamını oluşturan o resmin büyük bir hızla renklerinden arındığını görmeye başlarsın. Karşında öyle bir gerçek vardır ki seni büyüleyen her şeyi fırlatır atar o resimden. “İyice bak bana!” der sanki. “Hiç benziyor muyum senin hayallerinin ürünü olan o zırvaya?”

Akrabası o genç aracılığıyla o gerçeklerden biri de kendi renklerini çalıyordu tuvalinden. “Fırçayı, boyayı at gitsin, çünkü resmini çizmeye çalıştığın o yerde o renklerden hiçbiri yok.” diyerek.

Çiçekler Ezilirse

mavilikler | 06 November 2011 14:40

Önce utanmayı öğrettiler bana. Gülüşlerimi kilitledim içimde bir kutuya. Biraz aralık bıraktım, çok da somurtmayayım diye… Vur deyince öldürecek değildim ya! Aşırıya kaçmadıktan sonra gülmek onların bile onaylayabileceği bir güzelliğe dönüşebilirdi pekala.

Başka küçük kızlara da kahkahaları yasaklamışlar mıydı bilmiyordum. Arkadaşlarıma soramazdım ki anneniz size çok güldüğünüzde ayıplayan bakışlar fırlatıyor mu diye? Yaşantımın o dönemini hatırladığım her seferinde bir hamur görüntüsü peyda olur zihnimde. Annem kurabiye yapıyordur. Yağı, mayası her şeyi dört dörtlük bir hamura dönüştürüyordur elindeki malzemeleri. Sonra o hamuru da başka bir şeye dönüştürecek, kendinin tayin ettiği şekiller verecektir ona özgürce. İşte o yılları hatırlarken o kurabiyelerin yerine geçiyordum kısa bir süre için. Beni de onlar gibi zihnindeki bir resme uyarlamaya çalışan bir anneyi buluyordum annemin kolları sıvalı, üstü başı una bulanmış o görüntüsünde.

Anne Gülüşlü Kız

mavilikler | 28 October 2011 10:06

Sımsıkı sarsa bir şeyler beni… Bir sevgilinin kollarından söz etmiyorum ille de. O da seçeneklerden biri olabilir tabii. Ama tek seçeneğe indirgenemeyecek kadar derin bir şey benim bahsettiğim… Öyle bir kucaklayışın içinde bulayım ki kendimi, dünya kapkalın bir çizgiyle ikiye ayrılsın. O kucaktaki ben ve dünyanın diğer yanı diye…

Küçük bir kızken annemin kucağında hiç mi oturmadım? Sayamayacağım kadar çok kez hem de… Şefkatse şefkatin en büyüğüydü gözlerindeki. Beni tutuşu tüm kötülüklere karşı koca bir duvar, enseme kondurduğu öpücük sevildiğimi ispatlayan en inandırıcı dokunuş…

Ergen Kız

mavilikler | 19 September 2011 13:26

Duygularını yaşıyorlardı sonuna dek. Köpürte köpürte… Sallıyorlardı şişeyi iyice… Son yuduma dek dudaklarında hissederek köpükleri, içecek şeyin ne zaman biteceğine kafa yormadan içtikleri müddetin niteliğine odaklanıyorlardı. Aşk biter bir gün teranesine kulak asmadan yaşadıkları an’ı sonsuzlaştırmanın peşinde kalplerinin üzerinde dört nala koşturuyorlardı atları.

Bu koşturmaca arasında yollarına tümsekler, engebeler çıkmıyor da değildi tabii. Ergen bir kızın sivilceli yüzünde koca bir soru işareti olarak yansıyordu aşkları. Annelik mi kadınlık mı önde gelir sorusunun bitimindeki o işareti görmezden gelmek kolay olmasa da baş başa kaldıkları anda her şey gibi o da koca bir kapının ardında kalıyordu.

Parçalanmış ailelerin çocukları diye başlayan tüm cümlelerin karşısına öyle cümleler koyuyorlardı ki, o kızın yüzünü sorularla gölgelenmemiş bir yüz haline getirebiliyorlardı sonunda. Kadın sevdiği adamın kollarında bir anne olduğunu hatırlamaktan korkmayacak kadar haklı ve güçlü hissediyordu kendini. Aşkını kirletecek her suçlamaya içinden dolup taşan o kocaman duyguyla göğsünü gere gere karşı durabilirdi. Çünkü o haksız suçlamaları yapanları da içine alacak kadar büyütüyordu kalbini onların karalamaya çalıştığı o duygu. Onları da seviyordu, evde sadece kendisine ait olmasını bekleyen o bencil, küçük kızı da.

DERİN KARANLIK 6

nihansage | 12 September 2011 10:38

.

Oktay ve ikinci kaptan Rıza Aslan, üzerlerinde uzay kıyafetleri olduğu halde büyük bir kapının önünde duruyorlardı. Kapının üzerinde büyük harflerle D KAPISI -2 yazıyordu. Bu kapı dış uzaya açılan ikinci kapıydı. Oktay ve ikinci kaptan Rıza Aslan uzaya çıkacaklardı. Kaptan Çelik, Oktay’ın yanına geldi. Pencereden dışarıyı gösterdi.
– Şu dışarıda duran kırmızı bayrağı görüyor musun?Oktay, küçük pencereden dışarıya baktı. Kapıdan on metre kadar ileride olan bir direğe, kırmızı renkte bayrak asılmıştı.
– Evet efendim. Görüyorum.
– Peki o bayrağın niçin oraya asıldığını biliyor musun?
– Hayır efendim.Oktay, kaptanın sorusuna cevap verirken, sesinin titrememesi için çok uğraşmıştı. Sırtında uzay elbiseleri, dışarıda asılı duran bir bayrak ve yanında tüm gemiye hükmeden bir komutan vardı. Duymaktan korktuğu şeyi, kendisine söyleyeceği anı korkuyla beklemeye başladı.
– O bayrak oraya, siz uzaya çıkıpta onu oradan alasınız diye asıldı öğrenci Oktay.
– ~~~~~~~~~~~~~~~~~~!!!
– Seni duyamadım? Bana söylemek istediğin bir şey mi var?
– Ha! Evet, evet efendim. O bayrak sizin elinize teslim edilecektir. Ama bunu nasıl yapacağimi bilmiyorum.Kaptan Çelik, Oktay’a bakıp gülümse mişti.
– Korkma, bu bir eğitim gemisi. Oraya yalnız gitmeyeceksin. Sana eşlik etmesi için ikinci kaptanımı yanına veriyorum. O sana yardım edecektir.İkinci kaptan Rıza Aslan’a döndü.
– Hazırsanız göreve başlayabilirsiniz.Rıza Aslan ve Oktay, komutana asker selamı verdikten sonra, kendileri için açılan ikinci kapıdan, hava boşluğu odasına girdiler. Kapı kapandıktan sonra, kaptanın sesini duydular.
– Oktay, unutma bu bir eğitim gemisi. Seni tehlikeye atacak hiç bir şey yapılmayacaktır. Eğer hazırsan dış kapıyı açmak için gerekli hava boşaltım düğmesine sen basacaksın. Bunu istemiyorsan da o zaman geri gelebilirsin. Ama unutma, bunu yapmak için başka şansın olmayacak. Ya şimdi uzaya çıkarsın ya da Derin Karanlık Dünyaya döndükten sonra, bir daha uzay gemilerinde görev alamazsın. Tercih senin. Fakat kararını verirken şunu unutma, babanı bulmayı ne kadar istiyorsun?Kaptan’ın sözleri Oktay’ı etkilemeye yetmişti. Babasını bulmayı her şeyden çok istiyordu. Ama uzay ise onu korkutuyordu. Terlemeye başlamıştı. Ağzı kuruyordu. Gözlerini kapadı ve bir süre bekledi. “Babanı bulmayı ne kadar istiyorsun?” Kaptan’ın söylediği bu sözler zihninde sürekli dönüp durmaktaydı. Şimdi bir karar vermesi gerekiyordu. Kaptan’ın sorusunun cevabını, sadece kendisinin duyabileceği kadar kısık bir sesle cevap vermişti. “Her şeyden çok”. Kesin bir kararlılıkla kapının yanında bulunan düğme basmıştı sonunda. Artık geri dönüşü yoktu. Dışarıya çıkacak ve o kırmızı bayrağı alıp kaptana teslim edecekti.Düğmeye basılınca, odada bulunan hava boşalmaya başlamıştı. Tüm hava boşalınca ise basınç dengelenmiş ve Oktay ile Rıza Aslan geminin yer çekimi alanından çıkıp uzay boşluğundaymış gibi havada asılı kalmışlardı.
– Her şay hazır kaptan. Dışarı çıkmak için emirlerinizi bekliyoruz.Rıza Aslan, emri beklerken, kaptan yanında bulunan Doktorla Tülay ile konuşuyordu.
– Durumu nasıl?Elindeki monitörden Oktay’ın sağlık durumunu takip eden Doktor Tülay, Kaptan’ın sorusuna cevap vermişti.
– Çok heyecanlı ama bunu başaracağına eminim.
– Nasıl bu kadar emin olabiliyorsunuz?
– Kalp atışları yine çok hızlı, tansiyonu iki derece kadar yükseldi ve vücudu ise çok terliyor. Eminim ki gözleri de kararıyordur. Ama daha önce ki ataklarından farklı olarak şu anda çok kararlı. Yapmak istediği işe tamamiyle odaklanmış durumda. Her ne olursa olsun o bayrağı size getirecektir. Bundan adım kadar eminim.
– Çok kesin konuştunuz.
– Oktay’ı yıllardır tanırım. Onun bir işe odaklandıktan sonra vazgeçtiğini asla görmedim. Korku onu yolundan alıkoyamayacaktır. Göreceksiniz. Bunu başaracak…Kaptan, İkinci kaptan Rıza Aslan’a gerekli emri vermek için mikrofon’un yanına gitti. Düğmeye bastı.
– Kapıyı açabilirsiniz.Rıza Aslan, kaptan’ın emrine sadece ” Anlaşıldı komutanım,” diye karşılık vermişti. Ve hiç beklemeden kapının açılması için gerekli düğmeye basmıştı. Kendisi hiç teredddüt etmeden uzay boşluğuna çıkmıştı bile. Arkasına dönüp baktı. Oktay henüz kapının ağzında duruyordu. Eliyla ona gel işareti yaptı. Oktay dışarı çıkmak istiyordu ama bir türlü elini, geminin açık olan kapısından alamıyordu. Sanki görünmez bir kuvvet onun kapıyı bırakmasına engel oluyordu. Rıza Aslan, Oktay’a cesaret vermek için onunla konuşmaya başladı.
– Korkma gel. Bu geminin manyetik bir alanı bulunmaktadır. Seni kendisinden asla uzaklaştırmaz. Hatta gitmek istesen bile en fazla bir buçuk metre uzaklaşabilirsin. Daha fazla değil…Biraz cesaretlenen Oktay, kendisini uzay boşluğuna doğru bırakmıştı. Gerçektende ikinci kaptan’ın dediği gibi gemiden uzaklaşmıyordu. Onun manyatik alanı içerisinde hareket ediyorlardı. Etrafına bakındı. Dünyadayken görmüş olduğu uzay ve yıldızlar, şimdi kendisine ne kadarda yakındılar. “Harika bir şey,” diye düşündü. O bunları düşünürken, ikinci kaptan’ın sesiyle kendine geldi.
– Çok hoşuna gitti bakıyorum. Önce şu görevi tamamlayalım da sonra keyfine bakarız.
– Tamam, özür dilerim. Daha önce böyle bir şey yaşamamıştım.
– Çoğu kişide yaşamayacak. Uzaya çıkan insanlar şanslı azınlıktır. Herkes bu deneyimi yaşayamaz.Oktay, geminin kenarlarına tutunarak, bayrağın olduğu direğe doğru yaklaşmıştı. İkinci kaptan onu hiç yalnız bırakmıyordu.
– Bayrağı al hadi. Bu senin görevin.Rıza Aslan’ın, Oktay’a verdiği cesaret, onu yüreklendiriyordu. Elini uzatıp, bayrağı yerinden aldı. Geri dönmek için hamle yapmışlardı ki, tam üzerlerinden gök taşlarının hızlı bir şekilde geçtiklerini farkettiler. Başını kaldırıp, göktaşlarına baktı. Korkuya kapılmıştı. Ama Rıza Aslan inanılmaz şekilde sakin duruyordu.
– Göktaşlarını görmüyor musun? Ya bize veya gemiye çarparlarsa.Rıza Aslan, sanki hiç bir şey olmamış gibi, Oktay’a cevap verdi.
– Geminin manyetik alanından bahsetmiştim ya sana, işte o manyetik alan bizi nasıl gemiden uzaklaştırmıyorsa, yabancı cisimleri de yaklaştırmıyor. Onun için korkma, gemiye veya bize en fazla bir buçuk metre yaklaşabilirler. Daha fazla değil…Oktay’ın kendisine bir şey söylemesini beklemeden, kapıya yönelmişti bile. Arkasına dönüp Oktay’a baktı.
– Hadi sen gelmiyor musun? Seni bilmem ama ben çok acıktım. Akşam yemeğine anca yetişiriz.Oktay, ikinci kaptan’ın rahat tavırlarından etkilenmişti. O da kapıya doğru gitmeye başladı. Kapıdan içeriye girince, ikinci kaptan’ın onu beklediğini gördü.
– Hadi çabuk ol. İçeriye gir ki kapıyı kapatayım.Oktay içeriye girince kapının kapanması için gerekli olan düğmeye basmıştı. Daha sonra otomatik olarak içeride ki basınç ayarlanmış ve tekrardan yer çekimi sağlanıp, gerekli olan hava verilmişti. İkinci kaptan hemen başlığını çıkarmıştı bile.
– Ohhh… Dünya varmış. Bu meretleri ne kadar geliştirirlerse geliştirsinler, yine de normal şekilde hava almanın yerini tutmuyor.Geminin ikinci kapısı açılıp içeriye Kaptan Çelik girmişti. Her ikiside kaptan’ı karşılarında görünce hazır ol duruşuna geçtiler.
– Tebrik ederim sizi. Öğrenci Oktay. Bana vermek istediğin bir şey var mı?Oktay hemen elinde tutmuş olduğu kırmızı bayrağı, kaptana doğru uzattı.
– Buyrun efendim. Almamı istediğiniz kırmızı bayrağınız. Artık sizindir.Kaptan Çelik, Oktay’ın uzatmış olduğu bayrağı büyük bir gururla almıştı.
– Beni yanıltmadın Oktay, aferin. Babana layık bir evlat olduğunu ıspatladın.Kaptan Çelik, dış uzaya açılan kapının yanına gelmişti. Oktay’a doğru baktı.
– Sana bunun bir eğitim gemisi olduğunu daha önce de söyledim, şimdi de söylüyorum.Kaptan yüksek sesle emir verdi ve ” Işıkları yakın,” dedi. Verilen emirle birlikte her taraf aydınlanmıştı. Pencereden görülen uzay artık yerinde değildi. Kaptan dış uzayın kapısını açan düğmeye basmış ve açılan kapının dışında Oktay’ı hayrete düşüren bir oda belirmişti. Odanın bir tarafında Derin Karanlık’ın dış kısmının maketi yapılmıştı. Oktay’ın bayrağı almaya gittiği bayrak direği ise orada öylece duruyordu. Oktay hayretler içersinde kalmıştı. Şaşkınlık içinde uzay giysisinin başlığını çıkardı ve bayrak direğinin yanına bu sefer yürüyerek gitti. Onu eliyle tuttu.
– Peki ama, ya göktaşları. Onları gördüm. Tam üstümüzden geçiyorlardı.
– Holoğram görüntüler. Başlığında bulunan, üç boyutlu görüntüleri algılamanız için bir sistem var. Onun sayesinde istediğimiz görüntüleri sanki gerçekmiş gibi canlandırabiliyoruz. Bu arada İkinci kaptan Rıza’nın sana söylediği gemi ile ilgili bilgiler gerçek. Gerçekten bu geminin manyetik bir alanı var ve elbiselerimizde bulunan sistem ayesinde bizi uzayda olduğumuz zaman yanından ayırmıyor. Bana öyle şaşkın gözlerle bakma. Senin gibi yüksek risk taşıyan tecrübesiz bir öğrenciyi dış uzaya çıkartacak değildim ya. Sana daha önce de söylediğim gibi, bu bir eğitim gemisi. Sizleri asıl görevlerinize hazırlayan önemli bir gemi.

Aşk Gibi

mavilikler | 12 September 2011 09:26

“Neden seninle konuşamıyoruz?”

Derginin sayfalarında kaybolmuş, onun varlığını unutmayı nihayet başarabilmişken can alıcı bir soruyla yine hayatının baş köşesine kuruluvermişti sevgili kardeşi. Sayfadan bakan aktör, deniz mavisi gözlerinden birini kırpar gibi geldi. Ben burdayım, korkma dercesine… Ama kardeşinin o çok iyi tanıdığı güzelim sesi hala zihninde akisler yapmaya devam ediyordu. Kendisine böyle doğrudan bir soru sormayalı epey bir zaman geçmiş olmalıydı. Birbirini görmeyen gözlerle, aynı odada saatler geçirmeleri ilk kez gerçekleşen bir durum değildi. Ama kardeşi nedense bir anda yabancılaşıvermişti bulunduğu konuma. Dışarıdan bir yerden bakmış ve gördükleri pek de hoşuna gitmemişti.

Pupa Yelken

mavilikler | 24 August 2011 16:25

Suçluydu yine. Kaşlar kalkmıştı havaya, çocukluğundaki gibi çaresiz bırakmıştı onu yine. O iki çizgiye karşı duramaz mıydı bu kez? Birkaç saniye önce annesinin yüzünde her zamanki konumlarındayken, kendisi yine aynı insandı. Ne hoş akisler bırakıyordu sesi odanın her yerinde. Mutlu bir ses çoğalmak istiyordu gitgide, bu yüzden böyle yankılar yapıyor, sanki diğer odalara da duyurmak istiyordu kendini.

Başka bir şehirde, başka sokaklardan geçip oralarda bir yerde denizin olduğunu bilerek sabahları ekmek almaya gideceği, gemileri, uzakları, martı çığlıklarını düşünerek her şeyi bir kıyıdan bakar gibi bir parça uzaktan izleyerek keyifle çayını yudumlayabileceği bir yaşamdan söz ediyordu az önce.