Britney Spears televizyon ekranlarımızın dışında hiç biyerde varolmaz. Nefes alan bir canlı gibi değildir. Tek varolma sebebi şipşak resimlerinin çekilmesidir. Angela McRobbie “postmodernism and popular culture” kitabında benzer bir örneği Joan Collins için verir ve gerçek hayatın simulasyona dönüştüğü anlara değinir.
Bir akım olup olmadığı başlı başına tartışmalı postmodernism ne kadar anlaşılmaktan uzak olsa da hayatın bire bir içine sızmıştır. Tüm akademik düzeyde tartışmaları bir yana, sokak modasından, Mtv’ye, southpark‘tan latin amerika sinemasına, ikinci el mağazalarının popülaritesinden yüzlerce kanallı cable kültürüne kadar heryeri sarmıştır. Postmodernizmin önemli figürlerinden biri olan Jean Baudrillardkörfez savaşı için “Çöl fırtınası operasyonu hiçbir zaman gerçekleşmedi” diyerek ortalığı karıştırmıştı. Üzerinde biraz düşününce bunun gerçekten böyle olduğu sonucuna varabiliriz. Körfez savaşı bizim için cnn in canlı yayınlarından ibaretti. Biz savaşı yalnızca televizyonlarımızın mavi ekranında yaşadık. Amerika’nın sayıp döktüğü hiçbir amaç doğru değildi. Kuveyt halkı da umurlarında değildi zaten. Biz televizyon ekranlarından heyecanla, havalarda uçuşan, nigt vision çekimlerin bozuk resolusyonunda yeşil ışıklar saçan füzeleri izledik. Jean Baudrillard’ın “Simulacra and Simulations” kitabında tartıştığı gibi biz 1990 yılında savaş “gerçeğini” değil onun simulasyonunu yaşadık. Bu durum sadece içinde bulunduğumuz ülke dışında gelişen “sözde savaş” için değil, aynı şekilde motivasyondan yoksun gündelik hayat için de geçerli. Tv kumandasını kullanır gibi zamanı kullanmaya alışmak, hayatı kısa polaroid shot ları halinde algılama eğilimine sebep oluyor. Hayatımız içinde gelişen tüm olaylar spontan özelliklerini koruyabilirken, yorgun ve umursamaz olmayı da sürdürüyoruz. Bunu “ah eski günler, nerde o eski bayramlar” havasında bir yakınma amaçlı söylemiyorum. Bu tabi ki modernizm ertesi yeni zamanın, daha geniş platformlarda tartışılması gereken gelişim sürecidir. Önemli olan bunun bilincinde olmak, azıcık da olsa anlayabilmek, simulacra nın parçası olmak yerine onu gerektiği şekilde yönetebilmektir .
Artık dünyanın bir “doğrusu” yok. Büyük “tarihi gerçekleri”, “büyük” söylemleri , “büyük” kahramanları yok. Baudrillard, “everything has happened, nothing new can occur..” derken tarihin ölümüne işaret ediyordu. Postmodernizm çareyi dışarıyı küçümseyip içe patlamada buluyor olabilir. Nitekim 21.yüzyıl hayatının klasiği fight club hatırlanacak olursa Tyler’ın vaazı yazıyı sonuçlandıracaktır:
“Our generation has had no Great Depression, no Great War. Our war is spritual. Our depression is our lives.”
yorumlar
Valla helal olsun demekten başka bir şey bırakmamışsın.
tezlerinin büyük oranda gerçek payı taşıdığını düşünüyorum ancak bazı ihtiyat payları da koymak gerekir bence. şu yüzden: “her şey sanal” fikrini düstur edindiğimiz anda biz de bu tepkilerimizi daha doğrusu tüm hayatımızı bu sanal dünyaya yönlendiriyor, o dünyada yaşamaya başlıyoruz. şu an yaptığım(ız) gibi. tabii ki burada yapılan zararlı bir şey değil, çoğumuz bir çıkış yolu arıyoruz. belki burası da kimilerimiz için bir durak, kimileri için de son durak. ancak gelinen noktada gerçek hayatın bir ayrıntı, gereksiz bir teferruat gibi yaşanması; asıl hayatın ise televizyon, bilgisayar başında başlaması gibi bir noktaya doğru sürüklenebiliyor insanoğlu. dolayısıyla siyaset yapma, söz söyleme, eylemde bulunma (bildiğimiz anlamda eylem değil. aslında o da dahil)yani “yapma, üretme” imkanımızı kendi kendimize yok edebiliyoruz. nasıl olsa sanal dünyada yaşamıyor muyuz?
bu konuda bir çok kereler, bir çok kişi ile tartıştığım ve sonunda “abi saçmalama be!” diye susturulduğum olmuştur. kimileri paranoya, kimileri sadece saçmalık olarak nitelendiiyor. birde size soralım. örneğin, adolf hitler’in gerçekten yaşadığına, doğrusu; öyle bir insanın dünyada yaşadığına dair bir tek kanıtı olan var mı ?
1984 diye bir kitap var yazarın adını yine hatırlayamadım. bu konu ile ilgili bir kurgu-roman. orada bir karakterin sözleri:
biz tarihi yönetiyoruz! tarihi yöneten bugün’ü bugün’ü yöneten geleceği yönetir!
gerçekten etkileyici bir kitap tavsiye olunmasını isteyen bir mesaj atarsa yazar adını bir ara yazaiblirim.
savaş barış içindir!
yazarı george orwell.. “big brother is watching you” paranoyasını üzerimize salan, komunizm eleştirisi kabul edilen anti-ütopya.. her anti-ütopyada olduğu gibi onda da “işte dünya bu hale gelecek, aklınızı toplayın ve nereye doğru götürüldüğümüzü görün..” mesajı vardır onda da.. post modernism anti-ütopya ları da zaten artık içinde yaşadığımızdan öteye ne söyler merak ediyorum..
yazarı 1984’ün ve fakat kitap toptan çalıntıdır. Orjinali Yevgeni Zamyatin’in “Biz” kitabıdır. Karakter isimlerinde ki değişiklik sayılmazsa 1984, Biz’in hemen hemen aynısıdır. Haa birde sonu biraz daha güzel yazılmıştır diyebilirim. 1984’ün en güzel taraflarından biri de kullanılılan dili kısaltmaya yönelik bir komite olmasıdır. Söz konusu komite, kelimeleri birbirine lehimler, gün geçtikçe daha az kelime kullanılmasını sağlar. Temelde ne kadar az kelime kullanılırsa, düşünce de o kadar kısıtlanacaktır düşüncesi yatar vs vs.
Parti felsefesini üç slogan etrafında şekillendirmektedir; ‘savaş barıştır’, ‘hürriyet esarettir’, ‘cehalet kuvvettir’. Şehrin her yerinde bu sloganlar ve ‘ağabey seni gözetliyor’ yazılı posterler asılıdır. Partiye göre ‘iktidar kolektiftir, fert ancak fert olmaktan çıktığı ölçüde kuvvet kazanır, tek başına ve hür insan daima yenilmiştir.. iktidar tanrıdır; insanlara, zihinlere hükmeder ve öyle yaşar’. Ve parti bu uğurda her türlü önlemi almaktadır. Arıdil denilen yeni dil insanları düşünceden mümkün olduğunca uzak tutmak için tasarlanırken, bir yandan da insanları benliklerinden koparacak, insan olmayı unutturacak başka uygulamalar geliştirilir.
Goldstein, 1984 adlı kitapta adı geçen bir lider ve gerçekten yaşadığımız dünyada bi dönem yaşamış olması çok ilginç olurdu.
ne güzel herkez biliyormuş, bir araya gelip bir uzun altında yazıverin kitabı, bitsin olay.
Güzel yazı olmuş.
Bu arada 1984’ün çalıntı olduğuna inanamıyorum, George Orwell ömrü boyunca sayısız eser üretmiş derya gibi bi adam, sanmıyorum ki gidip birinden eser çalsın. Eğer öyle ise orjinaline ulaşmanın yolu ne, Türkçe/ingilizce’ye çevrilmiş mi??
Postmodernizmi tartışacak kadar tanımam, ama şunu söyliyim ki bu süreçten kendini koruman mümkün. Yani ancak cahiller güdülür, şu anda ise bilgiye ulaşabilmek için çeşitli yol/şans/opsiyon’ların bulunduğu tartışmasız.
Ağır bir suçlama bence de 1984’ün “toptan çalıntı” olduğu. (Zamyatin’in “Biz”ini Buradan direk alabilirsin, bu arada)
Çok düşünmüşümdür etkileşim, alıntı, esinlenme, çalıntı kavramlarının sınırlarını. Hatta uzun makaleler bile yazdım bu konuda kendime, dönemsel düşündüklerimi unutmayayım diye. Bazı üreticiler isimlerinin kalitesiyle gerekirse tamamen kopyalama hakkına sahipler bile diyebiliriz belki. Onların aynı temayla ilgili yepyeni keşif ve fikirlerini, öncüllerini geliştirerek yapmaları ve buna kendi şöhretlerine, şöhret katmak gibi gereksinimlerle yaklaşmamaları çalmadıklarının kanıtıdır. Yani Olhor’un da biraz kabul ettiği gibi Zamyatin’in kısır bir döngüye sürüklediği konuyu Orwell aydınlatmıştır, anlaşılır, merak edilir hale getirmiştir bence. Eğer Orwell’e hırsız diyeceksek hatırladığım bir kaç isim daha var aynı konuyu aynı temalarla işlemiş olan. Onlarında hakkını yemeyip, analım:
-Aldous Huxley: Cesur Yeni Dünya
-Ray Bradbury: Fahrenheit 451
Bu bakış açısından yaklaşıldığında, konudan Zamyatin’in esinlediği kişi de Thomas Moor değilmidir aslında.
cehalet dediğin, bilgi dediğin nedir? Bu “bilgi zenginliktir” muhabbetleri nereye götürüyor ki bizi? Toplumsal refahta olduğu gibi, bilgi denetim mekanizmasının bir parçası. Bilgilenmenin iki etkisi var.
Bir kere bilgilendikçe saydamlaşıyorsun, fiziksel olmaktan uzaklaşıyorsun, organik bir plazma içinde yaşayan beyinden ibaret olmaya yaklaşıyoruz. Herşey resimlerden, imajlardan ibaret, dokunulacak birşey yok, herşey gözler ve kulaklar için. Herşey uykunun derinleşmesi için.
Daha güzeli Kiekergaard’ın ta ilk günlük gazete yayınlanmaya başladığında gösterdikleri. Toplu iletişim, toplu bilgilenme bizi herşeyi bilen ama hiçbirşey bilmeyen insanlar yapıyor. Kendi kendimizi çok başarılı bir tepkisizleştirme kürüne sürüklüyoruz. Aslında bizim “bilgi” dediklerimiz hareketimizi engelleyen yükler, bir bakıma tabi.
Esinlenme ve çalıntı kavramları benide tüketen iki kavramdır gerçekten. Bradbury ve Huxley örnekleri esinlenmeyi güzel anlatıyo tamam ama esinlenmenin de bir sınırı olmalı gibi geliyor bana. Veya Orwell’in yaptığı gibi yaparsan yani romanın iskeletini aynen alıp üstüne yazarsan da en azından kitabın girişine bir not düşülmeli “Yevgeni Zamyatin sen bizim her şeyimizsin” babında. Korku ütopyaları ya da ters ütopyalar doğal olarak benzer öğeler içerir, esinlenme de doğal karşılanabilir bu noktada ama söz konusu iki kitabın sadece ana karakterlerinin değil, yan karakterlerinin de birbirine tıpa tıp benzemesi beni feci üzmüştü. Thomas More konusundaysa pek katılamıyorum sana, Utopia uzun ve kötü bir eleştiri metni sayılabilir. Gerçekten kötü yazılmıştır desek yeri, en önemli durumsa bir korku utopyasından çok ironik bir anlatıma sahip olması yani öncelikleri biraz farklı gibi geliyo bana. Haa birde Zamyatin ve Orwell’e geri dönersek garip bir durum daha var o meselede o da, Orwell’in yıllarca Huxley’i “Biz”den çalmakla suçlaması. Artık buna yüzsüzlük deniyor herhalde. Neyse uzun oldu bitsin burda.
Bence postmodern durumu ve simulacralarini parçasi olmak yerine yönetebilmek gibi bir olasiligin olup olmadigini, varsa da yöntemlerinin ne olabilecegini sorgulamak yerine aslinda gerçekten yönetilecek olanin ne olduðuna karar vermek lazim. Neyin farkina varacagiz? Bir elimizde eski metinler, bütün kisilikler, bir tarafta da yeni parçalanmis halimiz ve çevremiz var ve bu parçalanmisligimizin ya da arada kalmisligimizin mi farkina varmamiz gerekiyor? Bunun farkina vardiktan sonra ne yapacagiz? Hangi yöntemle ipi elimize alacagiz?
Bu, hem þu polaroidleri yasamimiz haline getiren, onlari ve bizi üreterek varolabilen hem de bu durumun elestirisini kendi içinde barindiran ve çözümünü kendi sinirlari dahilinde sunan postmodern durumu tersten okuyarak, önümüze sunulan normallesme reçetelerinin temel aldigi ödipal hikayenin olasi okumalardan sadece biri oldugunu fark ederek, kendi alternatif okumalarimizi üreterek olur belki. Yani parçalanarak.
Bombardimanina ugramaktan çok kendimizi farkinda olmadan seve seve teslim ettigimizi düsündügüm o polaroidler bir sizofrenin hezeyanlarini andiriyor aslinda. Kisa, kesintili ve kalici degil. Devamliligi yok. Ama çogu sadece eglence amaçli ve bu yüzden de gerçek sizofreninkinden farkli; gerçegin yogunlastirilmisi degil, sadece yeri ve zamani degistirilmis bir rüya hali. Bastirip dekode ettiklerimizi rüyamizda degil günlük hayatimizda polaroidlerimiz üzerinden yasiyoruz- yasadigimizi saniyoruz.
Biz önümüze aynadaki aksimiz diye sunulan o simulatif benlige hayranlikla bakip onun sundugu bütünlüge ulasmaya çabalarken, bir sizofren daha en basindan aynanin sundugu bütünlügü ve devaminda gelen tüm ödipal hikayeleri reddeder.
Bizimki nasil bir parçalanma? MTV tarzi o kisa polaroid shotlar, bir sizofrende oldugu gibi, normal bir kisilik olusumunu engelliyor mu? Sizoid deneyimimiz gerçekten o kadar sizoid mi? “Yürüyüse çikmis bir sizofren, analist koltuguna çakilmis bir nevrotikten çok daha iyidir.” Biz self-made sizolar gerçekten yürüyüse mi çiktik, yoksa sizofrenligimiz sadece rahatlatici bir tasdikten mi ibaret? Yürüyüse çikmis olsaydik bizi ayni bir cola sisesini ürettigi gibi üreten bu sistem hemen içeri tikardi. Simdilik bir sizofrenin polaroid shoti olarak kaldigimizdan mi disaridayiz? Kocaman bir fallus olan Tyler Durden’in nevrotizmin olmazsa olmazi depresyonun hayatimiz oldugunu söylemesi de zaten bu durumu çok güzel özetlememis mi?
yazının oldukça faydalı, pırıl pırıl yaklaşımı için teşekkür ediyorum.. Konu 1984 çalıntı mı diil mi tartışmalarına sapıp kaybolmuşken bu ahkam gelinmek istenen noktaya geri getirmiş, devamı gelir umarım diyorum..
Baudrillard’ın “simülasyon” kavramının, yaşadığımız bu tuhaf yılları anlayabilmeye yarayan etkili bir araç olduğuna katılıyorum.
Ama yine de ben bu tür, “hayatı kökünden kavrayan güçlü imgelere” hep biraz şüpheyle bakmışımdır; nihayetinde pozitivist bir uygarlığı dibine kadar yaşayıp, sonunda onu tüketen bir ülkenin çocukları değiliz.. Çevremizde “İşte simülasyon!” diye gösterebileceğimiz çok fazla örnek yok. Aksine, Müslüm Baba, Hizbullah, Hücre baskınları, Reha Muhtar, Sibel Can vs. gerçek Türkiye’nin ta kendisi.
Bu, Jean Baudrillard’a ilişkin birinci muhalefet şerhim.
İkincisi, ileri teknolojinin yarattığı biçimiyle simülayon, bana rahatsızlık veren bir kavram. “Çünkü su katılmamış bir modernistim” diyeceğim; ama MTV çağında bunu söylemek komik olur, değilim tabii; ama yine de aklın bir sonucu olarak uygarlığa, teknolojiye ve kültüre, hayranlık duyulan yıllarda/çevrede yetiştim.. Belki de bir alışkanlık bu: Hiç bir zaman Baudrillard kadar kuşkucu olamıyorum.
Ve üçüncüsü.. “Hayatı kökünden kavrayan güçlü imgeler”in nasıl kolaylıkla yükselip, nasıl kolaylıkla unutulduğuna tanık oldum son 20 yıl içinde. Bir zamanlar Mc Luhan’ın ‘Hot media’ diye bir kavramı vardı ortalığı kasıp kavuran, bugün küçük bir akademik çevre dışında ilgi gösteren kaldı mı?.. Aynı şekilde, Deleuze’ün ‘barbarları’ ve diğerleri…
Ama… Nihayetinde bir felsefeci falan değilim ben.. Kişisel keyif olarak sürdürdüğüm kitaplarla ilişkimde, edebiyata ya da sosyolojiye verdiğim yeri bile veremedim ona. O nedenle, eksik bir şeyler söylüyor olabilirim. Bilmiyorum..