bildirgec.org

epiphany-hafif

11 yıl önce üye olmuş, 11 yazı yazmış. 54 yorum yazmış.

etnik ayrışma vs. langue

epiphany-hafif | 11 October 2002 16:01

Biz anlaşamıyoruz. Ülkemizin resmi dilinde, aynı kelimeleri kullandığımızı “farzetmemize rağmen”, kullandığımız dil anlaşmamıza yetecek UYUMdan çok uzak. Unutmuşuz. Kendimizi dille ifade edebilme yetisinden yoksun yaşayıp gidiyor ve hatta daha da dibe vuruyoruz(fight club “dibe vurmasını” şimdilik bir kenara koyalım).

Bir ara ilgilenip aphasie kelimesine zaman ayırın. Kendini DiLle ifade edememeyi, hatta bunu “unutmuş” olmanın getirebileceği zararları ve çöküntüyü bir düşünün. Bu sadece bir “language” problemi değil. Dilin yetersizliğiyle ilgili olmaktan öte, bir “langue” sorunu. Dilin özünün kullanım yollarının tıkanıklığı, sınırlandırılmışlığı ve unutulmuşluğuyla ilgili bir amnesia sorunu. Biz yaşadığımız ülkede birbirimizin söylediklerini en basit temel düzeyde olmadığı sürece anlamıyoruz. Anlamıdığımız yerde “bırak, konuşuyo işte saçmasapan” diyoruz. Anladığımız hissetiğimiz kadarını ise ifade etmekten o kadar yoksunuz ki, halkımızın hissi(hissiiii) tezahürleri içler acısı.. Kamyon arkası aşk mesajlarından, kalpli duvar çizimlerine kadar en basite indirgenmiş, basitliğin faydalarından bile nasiplenememiş ifadeler dünyası… Alev Alatlı “Schrödinger’in Kedisi” nde bolca anlattı. Bundan sonra ülkedeki ayrışmanın “çok” korkulduğu gibi etnik değil dilsel olacağından bahsetti. Şurdaki röportajda da sivil toplum örgütlerini, dernekleri ve çeşitli gruplaşmaları örnek vererek açıklıyor.

“Afazik toplum” tartışması orda burda sürüp giderken Cem Uzan’a ateşli tezahüratlarıyla karşılık veren kalabalıkların tahminimizden, algımızdan çok daha büyük ve acıklı bir sorunla karşı karşıya olduklarını düşünmemek elde değil.. Bu tabi ki hergün önümüze gelen basit bir örnek. Siz de azıcık düşününce gündelik hayatımızda yaşadığımız “ifadesiz”/algısız anların farkına varabileceksinizdir.

“De saussure” dilbilimi teoremlerinde dillerin “puan de capitone” sistemiyle ilerlediğini söyler. En basit ifadesiyle her sembol bir diğerine raptiyelenerek anlamlanır ve isimlendirilen objeler dil dünyasında böylece yerini bulur. Yaşadığımız şey ise “sign”, “signifier”, “signified” zincirini tamamen koparmış olmamızın felaketidir.

Durum böyleyken benim karşı kaldırımımdaki manavla anlaşabilmem gittikçe güçleşmiş, ülkeyi yönetenlere taleplerimizi analatabilmeye ve onların “bırak konuşuyo işte” demekten öteye mecali kalmamıştır. Çareyi unutmakta bulup “büyük çözülme”ye doğru hızlı kulaçlar atmakta karar kılmışa benziyoruz.

Bu çözülmenin adını “etnik” koymaya kolaya kaçmak mı sadece?

Karşı görüşler mevcut.. Yukardaki linkten röportaja bir göz atın, bir fikir olsun diyorum bir kez daha..

Gamez–part I

epiphany-hafif | 03 October 2002 11:10

Gamez–part I(prelude)

Aklima bundan yaklasik 4 yil önce, bi magic dergisinde okudugum bir yazi geldi. Bir disinin kaleminden, fantezi aleminin minik Elricleri hafif parodize edilerek, gözlemlenmisti. Dişi yazarimiz bu ilgi dünyasinin hayale aç müsterilerinin “Elric kompleksinden” sözediyordu. Yazi konusu olarak “Elric” gibi bi karakterin seçilmesi de bosa degildi tabi.

Böylesine çelimsiz, hastalikli, incecik bir albinonun destansi kahramanliklarindaki yarim kalmislik hissi, gerçek hayatta okuyucularin dünyasinda tamamlaniyor gibiydi. Dergideki yazi, ceplerinde özenle biraraya getirilmis kart desteleri ve renkli zar keseleriyle dolasan bir grup “oglancigin” zayif hallerindeki “Elric kompleksine” deginmis, itilip kakilmis bir kitlenin kendi dünyalarinin bir anlik kahramanlari oluşlarini hicvetmisti. Bu yazi aklima gelince birden biçok seyin ne kadar birbiriyle ilintili oldugunu farkettim.

Elric meselesine dönelim.. Moorcock tüm dehasiyla, hitap ettigi okuyucu kitlesinin, o kitleyi “sahsina münhasir” yapan noktasina dokunmus bulundu. Bu nokta, ilk ve orta ögretim hayatinda daha irice olanlar tarafindan pataklanma korkusunun hassasiyeti gibi kabaca bir temele dayandirilabilecek kadar basit. Elric ürkütücü, kara ve onu tutan ellere 1000 kere hükmedebilecek “muhtesem” kiliciyla kazandigi bütün zaferlerde sanki bir kat daha çelimsizlesir. Hastaliklidir. Bir yandan gemi seyahatlerine bile zor dayanan, sanki her an mide bulantisindan sararip soluverebilecek zavalli bir albinodur, diger yanda ise tüm bu özelliklere gerçek hayatta sahip olsa, balon gibi sönmüs egosuyla savasmak durumunda olan acikli bir kisiligin hiçbir zaman yapamayacagini, çelimsiz bileginin hakkiyla, üstelik de kirmizi gözleri ates saçarak basaran bir kral.. Bu fantazi, birçok yeniyetmenin hayal edebilecegi, etmek isteyip de Conan hayaliyle yarim birakabilecegi türden bir gerçeklik tasir. Koskoca bir dev gücünde, daglari yerinden oynatabilecek gibi hayvansi kükreyislere sahip kasli kahramanlarin zaten önüne çikani bir fiskesiyle devirebilecegi açiktir. Ama gerçekte kimse “the rock” degildir. Elric’teki acikliya varan gerçeklik, gerçekten meraklisini da ilgisizini de kendiliginden temsil etme niteliginde bir anlatimdir. Elric hikayesinin bu kadar üzerinde durmamin sebebi “kendi dünyasinin kahramani” olma meselesine baglanmasinda yatiyor. Bu mesele de “oyun”un içinde olanlarin tarafindan bakildiginda o kadar avam kaçiyor ki, etraflarinda kendilerine bi “freak show” izlermis gibi bakan yabanci gözlerin sordugu sikici bir sorudan öteye gidemiyor. Her genel zevk ve tarz dışı, hobi, eglence anlayisi veya bos zaman aktivitesine bir “alt.kültür” yaftasi yapistirip, maden bulmusçasina merakla incelemeye koyulan adini koyamayacagim bir grubun ilk sordugu soru gibi görünse de “bir anlik öznel kahramanlik” meselesini o saçma “gerçek dünyadan bir kaçis mi?” sorusunun ötesine götürmek istiyorum. Çünkü burda genelgeçer fikirdeki yanlislik göz rahatsiz ediyor, dil sürçmesi yapiyor. Olayin kaçista degil, kaçmaya gerek kalmadan “bulusta” oldugu çok açik.

Benim gibi bu isin “çekirdeginden” içinde olmayan bir kızcaızın söyledikleri içeridekilerde burun kivirma istegi yaratir. Ben de bunu baska alanlarda sikça hissedip sinirle “sen ne anlarsin ki” diyivermisimdir. Ama gelisen dünyanin oyuncaklari içerdekiler kadar disardakilerin de igisini gidikliyor. Ve bu “oyuncaklarin” kullanimi aslinda popüler kültürle ilgili bir sürü noktayi açiklayabiliyor.

yazz jazzırtısı

epiphany-hafif | 05 September 2002 09:57

Yaz bitti. Rehaveti geçmez kolay kolay.. Eylül hep kendinden önceki görkemli 60-70 günün akşamdan kalması gibi geçer. Kolay kolay toparlanmaz işler. Sadece sahil gülleri, uzun tatil bronzları için değil, hemen hemen her yaz mevsimi içinde bulunan için böyledir bu.. Birçok şeye nedense farklı gözlerle bakılır. Herşey çok daha çabuk tüketilir.. Belki bu yüzden “yaz aşkı” diye dilden dile dolanan, “ismi var içi nerde?” kavrama sahibizdir. Yaz aşkı denen şeyi “unutulmaz”, “heves edilen”, “özlenen” v.s. yapan şey illa da yaz gecelerinin mehtaplı kumsalları değildir. Yaz mevsiminin İstanbul da olsa, Bodrum da olsa herşeyi bir yudumluk kılma gibi bir özelliği vardır. Bunun sebepleri birçok şeye bağlanabilir: Sıcak soğuğa oranla daha güven vericidir. Soğuktan ölmekten korkmak, eksi sayılarda bir kış ayı için daha yaygındır; yazınsa insanlar ölebileceklerini daha az düşünür. Sıcak mevsimlerin ışığı da farklıdır bilindiği gibi.. Aydınlıktır, ki bu ruh halini oldukça etkiler. Buna benzer bir sürü ilkokul seviyesinde bilgiden, yazın ne kadar “sevimli” bir mevsim olduğu fikrini çıkarabiliriz. Öyledir tabi. Ama tatil apayrı bişeydir. Bir mevsimden faydalanma kültürüdür.. Bu zincirin başka bir halkasını ekleyeceğiz analamına gelir: “Mevsimdenden faydalananlardan faydalanma kültürü”.. Bu halkanın adını mesela Türkbükü koyalım.. Başta bahsedilen, yazın herşeyin bir yudumluk olmaya eğilimi, en çok 3 tarafı cennet parçası sahillerle çevrili ülkemizin ziyaretçilerine hizmet etmeyi seçmiş kişilerin işine yarıyordur hiç kuşkusuz. Çünkü işleri 3 aylık bir sezon boyunca hiç zor olmayacaktır. Üçgen bikinili, minik pareolu, parmak arası terlikli genç kızlarımız iskele üstü yastık modelinden mi hoşlanıyor? Kirala bi iskele, at 2-3 yastık.. işte müşterin hazır. Veya sokakta t-shirt, incik boncuk filan mı satmaya karar verdin? Tek ihtiyacın olan birkaç İlhan Mansız t-shirt ü, Hasan Şaş kolyesi, bi de boncuklu bilezikler canın isterse. Bi şişesini 3-4 milyona mal ettiğin votkayı 15 milyona mı satmak istiyosun? Hemen biryerlerden Nar suyu ele geçiriyosun..Bulamazsan Nar şurubu filan idare edersin, mühim olan müşterinin elinde kıpkırmızı içkisiyle salınabilmesi.. Açacağın club da ne çalıcağın da sorun olmaz. Bi Nalan, Bi Hande Yener, arada bi kaç “clap your hands” li şarkı çalarsın olur biter.. Yazın her içki şişesi daha çabuk boşalır. Her şarkı çabuk öğrenilir. Her para daha çabuk harcanır. Daha çok şey daha çok iştahla yenir. Ve bunların hepsi aynı çabuklukla unutulur, hiçbirzaman birer alışkanlık olamadan vazgeçilir gider. Yaz aşkı denilen de böyle bir enerji patlaması içinde bir parça şeker gibi tatlı tatlı eriyip gider. En sonunda böyle Eylül lere gelinir. Her ne kadar İstanbul/Ankara güneşi bu yaz pek görememişlerse de, gördükleri kadarı özlenir. Tatil manyaklığının turist yorgunluğu olmasa da, yazın rehaveti belki bir parçacık daha sürüverseydi diye iç çekilir. Döndüm bak geldim şimdi.Ajda söylemiş.Perihan Mağden de Radikale dönüşünde yazmış. Ben de belirteyim de çalıp çırpmış olmayalım cümleciği. Döndüm Şimdi ben de.Evet.

celia design

epiphany-hafif | 22 June 2002 16:49

illustration, sketch v.s. ilgilenene tavsiye edilecek oldukça başarılı bir afro-amerikan hanımefendi Celia Calle. Hem tavrı hem tarzı var. Burdan yenilenmiş siteye ulaşabilirsiniz. Bi de yine illustration ve kişisel çizimlerini hüzünlüce sergileyen bu arkadaş var. Sevimli bişey.

Simulacra: Postmodernism polaroidleri

epiphany-hafif | 14 June 2002 17:55

Britney Spears televizyon ekranlarımızın dışında hiç biyerde varolmaz. Nefes alan bir canlı gibi değildir. Tek varolma sebebi şipşak resimlerinin çekilmesidir. Angela McRobbie “postmodernism and popular culture” kitabında benzer bir örneği Joan Collins için verir ve gerçek hayatın simulasyona dönüştüğü anlara değinir. Bir akım olup olmadığı başlı başına tartışmalı postmodernism ne kadar anlaşılmaktan uzak olsa da hayatın bire bir içine sızmıştır. Tüm akademik düzeyde tartışmaları bir yana, sokak modasından, Mtv’ye, southpark‘tan latin amerika sinemasına, ikinci el mağazalarının popülaritesinden yüzlerce kanallı cable kültürüne kadar heryeri sarmıştır. Postmodernizmin önemli figürlerinden biri olan Jean Baudrillardkörfez savaşı için “Çöl fırtınası operasyonu hiçbir zaman gerçekleşmedi” diyerek ortalığı karıştırmıştı. Üzerinde biraz düşününce bunun gerçekten böyle olduğu sonucuna varabiliriz. Körfez savaşı bizim için cnn in canlı yayınlarından ibaretti. Biz savaşı yalnızca televizyonlarımızın mavi ekranında yaşadık. Amerika’nın sayıp döktüğü hiçbir amaç doğru değildi. Kuveyt halkı da umurlarında değildi zaten. Biz televizyon ekranlarından heyecanla, havalarda uçuşan, nigt vision çekimlerin bozuk resolusyonunda yeşil ışıklar saçan füzeleri izledik. Jean Baudrillard’ın “Simulacra and Simulations” kitabında tartıştığı gibi biz 1990 yılında savaş “gerçeğini” değil onun simulasyonunu yaşadık. Bu durum sadece içinde bulunduğumuz ülke dışında gelişen “sözde savaş” için değil, aynı şekilde motivasyondan yoksun gündelik hayat için de geçerli. Tv kumandasını kullanır gibi zamanı kullanmaya alışmak, hayatı kısa polaroid shot ları halinde algılama eğilimine sebep oluyor. Hayatımız içinde gelişen tüm olaylar spontan özelliklerini koruyabilirken, yorgun ve umursamaz olmayı da sürdürüyoruz. Bunu “ah eski günler, nerde o eski bayramlar” havasında bir yakınma amaçlı söylemiyorum. Bu tabi ki modernizm ertesi yeni zamanın, daha geniş platformlarda tartışılması gereken gelişim sürecidir. Önemli olan bunun bilincinde olmak, azıcık da olsa anlayabilmek, simulacra nın parçası olmak yerine onu gerektiği şekilde yönetebilmektir . Artık dünyanın bir “doğrusu” yok. Büyük “tarihi gerçekleri”, “büyük” söylemleri , “büyük” kahramanları yok. Baudrillard, “everything has happened, nothing new can occur..” derken tarihin ölümüne işaret ediyordu. Postmodernizm çareyi dışarıyı küçümseyip içe patlamada buluyor olabilir. Nitekim 21.yüzyıl hayatının klasiği fight club hatırlanacak olursa Tyler’ın vaazı yazıyı sonuçlandıracaktır:”Our generation has had no Great Depression, no Great War. Our war is spritual. Our depression is our lives.”

football dreams

epiphany-hafif | 09 June 2002 14:20

şimdi saat 14.15..2 saat öncesi hiç olmamış olsun.. elleriyle gözlerini kapıyan bi sürü kırmızı-beyaz süslenmiş insan slow motion geçip gitmesin dev ekranın karelerinden..inanmak ne güçlü bişey..belki hayalkırıklığı o yüzden bu kadar acı..emek verilen şeyin kayboluşu da bi o kadar iç parçalayıcı.. şimdi biz biletimizi alıp uzakdoğunun nemli sıcağını terk ederken koskoca bi rüyayı arkamızda bırakıcaz.. halbuki ne büyülü bişeydi o 55. dakika.. son söz: kosta rika 1- türkiye 1.. believed in dreams..once..

\”severim\”ler

epiphany-hafif | 08 June 2002 18:07

yazın cam bardaktaki buzun şıkırtı sesi, plak iğnesi cızırtısı, sıcak sade poğaçanın içini minik minik yemek, buzlukta soğutulmuş buzlanmış bardakta içki, ateşe yanınca kötü kokmayan bişiiler atıp yanışını izlemek, tüylü terlik, after eight, portakallı dondurma, dunkin donuts bardağında sütlü kahve, uzayan tost kaşarı, dumandan halka yapabilmek, parmakla ıslık çalabilmek, sabah müziğin sesini ve pencereleri açmak/sokağın horozu olmak, cnbc-e dizileri için abur cubur almak, izlerken yemek, içi kolay çıkan kabak çekirdeği, fıstık yeşili, pembe etekler, kedi!, güneşli havada çok yağıp çabuk biten yağmur, kar sessizliği, kar tanelerinin her birinin “unique” olduğunu düşünüp delirmek, hamile birinin karnına dokunmak, bebek ayağı gıdıklamak, köpüklü banyo, ısıtılmış bornoz, denizden çıkınca şeftali yemek, pianoda re minörün sağ pedala basarak çıkan sesi, süpermarket arabası, eski konserve kutuları, kese kağıdına dolduran market ürünleri, arabada “baby on board” yazısı, öğlen rakısı, sabah kavun/votkası, ciltli kitaplar, dev ekranda maç, maç izlerken bira, buğulu cama yazmak/çizmek/silmek, caligraphy, dans etmek, tap dance ayakkabıları, öğlen uykusu, genelde huzurlu bi uyku, bi takım insanlar, bi takım yerler, bi takım günler, bi takım anılar ,severim..severim..severim…

çiçek tokalı anneyle uzun saçlı babanın çocuğu siyah sever

epiphany-hafif | 08 June 2002 12:05

70 kuşağının heyecanına ucundan da olsa kapılmamış olan bulmak zordur. Bir değerler bütünün hevesli patlamasının dünyanın her tarafına yayıldığı, tehdit edici, susturulması gereken şeyler olarak görülen ama ısrarla şarkı söyleyen renkli kuşak, 60ların gergin krizlerinden, Amerika’da soğuk savaş paranoyasından, nükleer savaş tehdidiyle tanışmış olmaktan önce bir sarsılmış sonra oturup bir güzel şarkılarını besteleyivermiştir. 70 kuşağının heyecanına ucundan da olsa kapılmamış olan bulmak zordur. Bir değerler bütünün hevesli patlamasının dünyanın her tarafına yayıldığı, tehdit edici, susturulması gereken şeyler olarak görülen ama ısrarla şarkı söyleyen renkli kuşak, 60ların gergin krizlerinden, Amerika’da soğuk savaş paranoyasından, nükleer savaş tehdidiyle tanışmış olmaktan önce bir sarsılmış sonra oturup bir güzel şarkılarını besteleyivermiştir. Sonra da geniş yeşil alan buldukları yere konuşlanıp yeni “halüsinojen”lerin keyfini çıkarmaya koyulmuştur. Bunun yanında barış isterken yakıp yıkmaktan geri de kalmamış, tepkisini güney amerika ağırlıklı olmak üzere ateşli bi şekilde ortaya koymuştur. Yazının konusu “hippie” ler değil. Bu yüzden “işbu kişiler lugatta hippie diye geçer” türü bir belirleme yapmak değil niyetim. Asıl gelmeye çalışılan nokta bu kişilerin elbet birgün yaşlarını başlarını almış ve çoluk çocuğa karışmış olmalarıdır.1978-82 arası doğmuş çocukları “case study” subjelerimiz olarak alırsak mesela, eğer “hafif” kullanıcıları arasında 34 yaş üstü çoğunlukta değilse, hepimizin yakından tanıdığı bir kuşakla karşılaşırız. Bu jenerasyonun elbette ki en özel tarafı, önceki kuşaktan farklı olarak, kıl kadar bir yıl arasıyla bilgsayarla büyümeye becermiş kuşak olmasıdır. Bugün 20li yaşlarını sürmekte olan bu insanlar daha çocukluklarında bir alternatifler dünyasına gözlerini açmışlardır. Ondan sadece 3-4 yaş büyük abla mesela, çocukluğunda barbie denilen minik oyuncağın bu kadar çok aksesuarı olabileceğini tahayyül edemezken, küçük kardeş kafası kopan bebeğe aldırış etmeyecektir. Yenisini bulmak kolaydır. Tüketim pazarının genişliğini ve giderek de büyüdüğünü farketmek zor birşey değildir. İşin içine alternatifli bir üretim-tüketim anlayışı girince bu sadece 88 yılında çocukluğunu yaşayan yavrunun oyun hayatını değil, ailesinin adult hayatını da etkileyecektir. İş olanakları, ilişki olanakları da doğru orantılı artmıştır. Yapılacak pek çok şey vardır. Evlilik kaçış değil, kaçılacak birşey olmuştur. Tam burda 80li yılların dizilerini hatırlatmayı uygun görüyorum. “Charles in Charge” dizisinde hamarat charles bir başlarına bırakılmış çocukları anneleri yerine çekip çevirir, hepimizin hala izlediği “married with children” tam bir evlilik faciasını parodize eder. Bu çocuklar bu “trend” le büyürler. Anne babaları huzura, aşka, barışa, adalete, yeri gelince devrime, mevsimine göre ayvaya inanmışlardır. Rengarenktirler. Ama 90lara gelindiğinde marilyn manson beatles optimizmine baskın çıkar. Daha birçok içe yöneliş psikanalitik bakıldığında çocukların anne-babalrından farklı olma çabasının büyüme yolunda bir adım olduğunu düşündüğünü haklı çıkarır. Burda 70ler çok mu neşeliydi, Jim morrison ne halt yiyordu diyenler olabilir.Derim ki, o Morrison ın öz be öz kendi güpgüzelliğidir…

David Fincher marka sever

epiphany-hafif | 06 June 2002 16:21

dünya güzeli bonnie and clyde filminde unutulmaz bi cola içme sahnesi vardı..içtikleri şeyin cola olduğuna dialog ve şişenin şeklinden kanaat getiriyoduk, yoksa meyankökü suyu filan da olabilir, coca cola nın o kırmızı beyaz italiğini görmeden karar vermek zor.. Zaten 67 yapımı filmde önemli olan “coca-cola” veya “pepsi” olması diil, faye dunaway le warren beaty arasında gelişen erotize edilmiş ilişki.. tercih meselesi.. bunun üzerine seven ve game’de benzer örnekler gördükten sonra, david fincher’ın fight club ve panic room‘unu düşünürsek aradaki stil ve tercih farkı eğlenceli bi biçimde ortaya çıkıyor.

coke for breakFAST

epiphany-hafif | 06 June 2002 12:49

Millenium her geçen gün daha hastalıklı bir koşuşturma içine giriyor.. Kapitalist düzenin zamanı ele geçirmesinin bir uzantısı diyebileceğimiz bu “hurry sickness” meselesi asansörlerden mikrodalga fırınlara kadar küçükten büyüğe tüm hayatı ele geçirmiş durumda.. James Gleick “Faster” adlı kitabında bu “mania” ya çarpıcı örnekler veriyor.. Mikrodalga fırınların çabuk ısıtma timer ının 90 yerine 88 saniyeye ayarlı olmasından (2 aynı digit’i yazmak daha çabuk olduğundan) tutun, Japonya da dakika başına ödeme yapan şirketlere kadar.. Bazılarını içine fazlaca dahil olduğumuz için kaçırdığımız küçük ayrıntıları biraz dikkat edince farkına varabiliyoruz.. Tüm ödül törenlerini -oscar heyecanı yaşayan Halle Berry’yi susturmaya çalışan prompter mesajı kimbilir nasıl panik içinde yanıp sönüyordur-, asansörlerin kapı kapama düğmesine çılgınca basanların 1 saniye kazanma çabasını ve bunun gibi birçok ayrınıtıyı düşününce yaşadığımız zamanın ışık hızıyla ilgili heyecanını anlamak biraz daha mümkün oluyor.. Belki biraz da bu yüzden Batı, tüm bu koşuşturmalardan yorulup hint/doğu kültürlerinin sandal ağacı tütsülerine, meditasyona, dekorasyonda minimalist eğilimlere, modada varla yok arası hafif kumaşlara ilgi duyuyor..