Gene o baş ağrılarından biriyle uyandım bu sabah.Gözlerime de pişkince yayılanından,bütün bir gün boyunca,ölecekmişim,ölsem de hiç üzülmeyecek ve kimseyi de üzmeyecekmişim gibi hissettireninden… Suratımı asıp çekilmez olduğum,evde sayemde kavgalar çıkarttırdığım,hiç soru sormayıp sorulanlara da cevap vermediğim,içerimde ne varsa hepsini kendime sakladığım sabahlardır ki,her ne kadar bir kaşık suda boğulası, hırçın bir yaratık gibi gözüksem de,ben gözlerimdeki ağrıya rağmen,kendimde hoşuma giden çok şey bulurum aslında.Her zaman konuşurken o gün sessiz kalmanın farkındalığı ile ve onun da yarattığı farkındacıklıklarla sıkı bir dost ilişkisine girerim tüm gün,fazla duygusallaşırım,daha önce düşünmediğim şeyleri düşünür,hiç tanışmadığım ayrıntılarla el sıkışırım, ve ne varsa bende o güne dair,hepsi ,arka fonda duygusal bir müzik eşliğinde hüzünlü bir masal anlatıyorlarmış da ben de günümü bu masalı dinlemeye ayırmışım gibi,hiç çıkarmadığım geceliklerimle karşılarına kurulurum.Cam kenarına…Bir de… Bazı sözcükleri unutur,sonra tekrar öğrenirim anlamlarını ki oldukça trajikomik bir durumdur:“Pastırmalı yumurta yapayım mı sana ?”“Pastırma,pas-tır-ma…Hangisiydi o ?”Reddettiğim pastırmalı yumurta yerine zeytin peynirimi önüme sermiş vaziyette,babamın izletmeye alıştırdığı ve iyiki de alıştırdığı digitürk nimeti(tek digitürk nimetim) bir kanal olan İz Tv yi tuşladım,kimbilir o saatte beni hangi huzurlu belgesel programı karşılayacaktı?Hayatımın belgeseli ilan ettim ,özelikle bu sabah bana çok güzel hisler yaşatan,gözpınarlarımı kurutan,hiç yaşamadığım eskiyi bir deniz dolusu maviyle gözlerime,kulaklarıma seren, İstanbul kokulu bu belgeseli.Umarım aranızda izleyenleriniz vardır,ya da tekrarlarıyla belki,izleyecek olanlar…İlk buharlı gemi İnkilap başta olmak üzere,o ve kardeşlerinin mavi sulara vedalarını anlatıyordu bu belgesel;her gün sularıyla buluşturduğu,su olmanın tadına onlarla varıp onların aldıkları yol boyunca arkalarından haylaz ve coşkulu köpüklerini saldığı,güzel havalarda dışarısından sarkan insanların huzurlu bakışlarıyla seviştiği, güzelim İstanbul Boğazı’nın, yoldaşlarıyla ayrılan yollarını anlatıyordu,kimi zaman İnkilap’ın hala mavi nefesinden…Eski vapur sefalarını, neredeyse hep aynı yolcuların, birbirleri ile kurdukları dostluklarını ve deniz kokan sohbetlerini,bir ilkokul dersliği gibi herkesin aynı yerine oturup, biri gelmediği vakit boş bırakılan o yerin;yıllar sonra,o günleri yaşayıp anımsayanlara ifade ettiği hüzünlü anlamı anlatıyordu , ve bir de yolcuların kulaklarına gelen sesin; köpüklerle vapurların tutturdukları mavi yol türküsünün melodik ritminden ve bu türküyle yarılan denizin kokulu hışırtısından ibaret olduğu köşelerde, kaçamak bakışlarla yaşanan mavi aşkları… Mümkün mü duygusallaşmamak…Belgeselin en etkileyici yanı şu ki;kaptanları,personelleri,yolcuları,’bitti mi,bitmediii’ cilerin işportacıları,her kime ulaşılmışsa işte önüne mikrofon uzatılan; ezberlenmiş ya da çalışılmış sözlerden o kadar uzaktı ki söyledikleri… Her biri denize,geçmişlerine,adeta çocukları belledikleri,ekmek tekneleri gemilere,o zamanların mavi sularına ve tüm içine aldıklarına dair o kadar düşünmeyip de hissederek konuştular ki… Onlar gibi denizi sevebilmem için onlar kadar tanımam,zaman geçirmem,bir bebeği büyütür gibi her halini görmem gerektiğini anladım ve bir an küçümsedim kendimi,karşımda konuşanları kutsallaştırarak…Gözleri parıldayarak, mavi yolculuğun çıkardığı sesten bahsetti bir adam:“Öyle sessizdi ki gemi,biz sade önümüzce yarılan suyun sesini duyardık,sanırsınız sanki sal giderdi denizde…”Bir diğeri:“O zaman sadece buharlı gemiler vardı,şimdiki dizel makineler gibi değildi.Bizim duyduğumuz, pıss pıss diye ritimli bir sesti sadece, biz onu denizin fışş fışş hışırtısıyla birlikte melodi yapardık da öyle dinleyerek geçerdik boğazı.”(Sözünü ettiğim sesi Grup Zen,bugünkü adıyla Baba Zula kayıt altına almış..)Turistler için satılan her dilden gazete ve dergilerin varlığına değinildi sonra,gemilerde neredeyse herkesin okuduğu,bir kütüphane havasının sezilebildiği vurgulandı.Ve hüzünlü bir sürece geçiş yapıyor sonra belgesel,68 kuşağıyla başlayıp 12 Eylül’e kadar uzanıyor,denizi ortadan ikiye ayırıyor: Sağ,sol…1970 yıllarında gemiye girişler sağ ve sol olarak ayrılıyor,işportacıların bağıran,merak uyandıran neşeli seslerinin ,dalgaların ritimli hışırtılarının,hoş sohbet kahkahalarının yerini siyasi sloganlar alıyor,kırılmış,parçalanmış koltuklar,zarar görmüş eşyalar…Kanı donuyor denizin,balıklar kaçışıyor,insan ve mavi kardeşliği azgın köpekbalıklarına yem oluyor bir anda. Çok erken gelen bu yaşayan ayrılık,gözyaşlarını ağlayan dalgalara bırakıyor, isyankar bağırışların ardındaki çaresiz sessizliği ile can çekişiyor; hala…O kanlı 1 Mayıs gününde ise,sabah karşıya geçmek için gemiyi kullanan gençler, dönüşlerinde aynı gemiye arkadaşlarının cenazelerini yüklüyorlar,öyle geçiyorlar karşı tarafa…Kuruttukları gözpınarları için,denizin mavi sularını ödünç alıyorlar…12 Eylül baş gösteriyor sonra,darbeyle gelen sessizlik,tüm sulara yayılıyor,koca bir deniz,bir grup askere itaat ediyor,toplara direnmiş şehir,kıyılara iteklediği gemilerinin arkasını topluyor sanki,çağlayan köpüklerini diplere sokuşturuyor,bir iz bir ses kalmasın diye…Zaten birdaha da hiçbirşey eskisi gibi olmuyor,hiçbirşekilde kimden,nerden olduğu ile ilgilenilmeden edilen candan sohbetler,kalp birliğiyle yaratılan tek bir dünya,dalga hışırtılarından alınan haz,masumca ve insanca olan her ne varsa, geri gelmiyor işte,büyük bir yabancılaşma,büyük bir renk ayrımı,her yeni gün boğazın sularına damlıyor,tek bir mavi,tüm farklı tonları kendi rengine boyayamazken,tüm renkler maviyi boyuyorlar kendilerine,kirlenen mavi oluyor nihayetinde.Meyilli kalplerde yaratılan barışcıl hakimiyet,yerini gönülsüz kaplerdeki anlamsız savaşa bırakıyor…Vazgeçiyor bir süre sonra mavi de,dirençsizleşip duruluyor…Yıllardan 2004, aylardan Mayıs sonra.Bir geminin sahiplik edebileceği en güzel hissiyatları tatmış olan İnkilap,üzücü mü üzücü bir karara maruz kalmakta.O gün,günün sonuna gelindikten sonra rutin temizliği yapılıyor İnkilap’ın,sonra çaylar demlenip,koyu bir sohbete dalınıyor gemi mürettabatınca,ardından da bir haber geliyor kaptana:“Al İnkiap’ı,git tersaneye bağla…”Bu kısmı anlatanların ağzından dinlemek ise bambaşka.“Koca bir sessizlik oldu,moraller bozuldu,ailemiz resmen dağıldı.Hani sanırsınız,size bir yakınınız hasta,kanser,ölecek diyorlar da öyle üzülüyorsunuz.”Bir başkası,üzüntüsünü;İnkilap’a eşinden bile daha çok değer verdiğini söyleyerek dile getirmeye çalışıyor,o tüten kocaman,68 kuşağının sembolü haline gelmiş bacasına olan aşkını söylüyor sonra.İnkilap,diğer yanan,satılan kardeşleri arasında şanslı olanlardan ama;çünkü bu sularla yolculuğu hala devam ediyor onun. Camialtı tersanesindeki uzunca bekleyişinden sonra, 5 Nisan 2008 akşamı,Galata Köprüsü şahlanarak,geçit veriyor zamanında nazlı bir gelin gibi aynı sulara süzülen bu gemiye…Geçiyor köprünün altından İnkilap,arkasından kapandığını duyuyor kapıların,duyuyor da bir şey yapamıyor,çok ağlamıyor da öyle.Kazandıklarını ve kazandırdıklarını düşünüyor,mütevazı bir gurura da sarınıyor aksine… Ne kadar zor gelse de veda etmek , o,burnuna gelen her kokuyu, ilk göz ağrısının kokusuna,selamlaştığı her dalgayı eski dostlarına,kulağına çalınan her melodiyi tutturdukları türkülere benzetiyor,benzetiyor da öyle coşkuyla devam ediyor yolculuğuna.Hayat devam ediyor işte,başka sularda olsa da,hüzünlü geçişler yaşansa da , en güzeli “zaten zamanı gelmişti” diye sessiz ve elbet hüzünlü bir itiraf yapabilmektir herhalde,bir ayrılığı en güzel yapan,hatırlanacak olanların çokluğudur herhalde…Ve nice kalbin saçlarına saldığı kokulu rüzgarlarla suda doğan nice nice küçük aşkların ebeliğini yapmış bir sultanın,ayrılırken başka sularda anımsayacakları…Şimdi çok daha yer etti içimde,gerçek aşkların sınırlı sularda yaşanamayacakları.