Birinci Kısım1.Chicago’da şehre çok da uzak olmayan sakin bir semtte, bitişik nizam sıralanmış evlerden birini tutmuştum. Dün akşam eve yerleşmeye çalışırken yan bahçeden sesi geldi. “Humbert” diyor gerisi anlamadığım dilde bir şeyler. Sonra bir köpek havlayarak karşılık veriyor. Sesi benim Tina’ma oldukça benziyor. (eski sevgilim olana değil golden retriever olana) O nymphet sesiyle “Humbert!” diyor arada sonra uzun uzun bir şeyler anlatıyor, ama ben pek bir şey anlamıyorum. Yine de uzun süre bahçede bir şeyle uğraşıyormuşum gibi yapıp onun avlusuna bitişik olan duvarın dibinden onları dinledim. Neyse ki Humbert’ın havlamaları o tuhaf dil kadar yabancı gelmedi kulağıma.
2.Bu sabah ön kapının yanındaki pencerenin arkasına sinsice pusuya yatıp evden çıkmasını bekledim. Kaçırmayayım diye de sabahın 7’sinde kalkmıştım. Bar temposuna alışık, öğlen 1’den önce kalkmayan bünyem içn ne kadar fedakarca bir iş olduğnu tahmin edersiniz. Ama o benden kim bilir ne kadar önce kalkmış, ayağında postalları, üzerinde kapişönlü pembe kadife ceketi, kıçına bol gelen bluciniyle 7’yi çeyrek geçe, açık yeşil Alfa Romeo’suna zarifçe binerken göründü. Arkasından Humbert’in kısa süren havlamasını duydum. Gaza basıp gitti. Çantası yoktu. Neredeyse beline kadar inen uzun dalgalı saçları gevşekçe örülmüştü. O nymphet sesine uyan bir kılığı vardı. Yüzünü pek seçemedim.
3.Gece 9’a doğru geldi eve. Bu saate kadar çalışıyor mu?Humbert bütün gün sesini çıkarmadı. Onun gelişiyle neşeden deliye dönmüş gibi havlamaya, mırıldamaya başladı. Kulağımı kuzey duvarından alamıyorum bir türlü.4.Bugün Cumartesi. Baktım bahçeden sesi geliyor, bahçeye çıktım. Yine Humbert diyor gerisi anlamadığım bir şeyler. O nasıl tatlı ses öyle. Belli ki bir şey içiyor, konuşması arada yutkunma sesiyle bölünüyor. En son Humbert’ı susturdu ve bir sessizlik oldu. Bence bir şey okumaya koyuldu. Dayanamadım masanın üzerine çıkıp bahçe duvarından boynumu uzattım. “Merhaba” dedim. Çok sakin bir sesle güldü. Gülüşünün bile sesi var. Merhaba, dedi. Bu kısa diyalogdan nereli olduğunu çıkartamadım ve “Ben Jack, yeni komşu.” diyerek konuşmayı uzatma gayretine girdim. Avlu o kadar güzeldi ki, insanın eve girmek isteyesi gelmez böyle bir avlusu olsa. Ahşap döşemelerin üzerinde sallanan kanepe, yemyeşil çimin üzerine iri taşlarla döşenmiş ince bir patika, bahçenin bir köşesinde çiçekler, üzeri asma dallarıyla gölgelenmiş kare ahşap masa… Huzur dolu bir görüntü. Humbert’sa tam tahmin ettiğim gibi tertemiz bir golden retriever’dı. Sade ahşap kulübesinin önünde sahibine küsmüşçesine miskin miskin yatıyordu.
Mimarmış. Hafta içi her sabah şantiyeye gidiyormuş. Akşam da en erken 6’da çıkıyormuş. Toplu konut tasarımı, kent dokusu, sürdürülebilir tasarım gibi laflar kaptım konuşmalarından. Konu ilgimi çekmedi ama onu dinlemek çok hoşuma gitti. O anlatsa ben dinlesem. Anlatsa dinlesem… Anlatsa…Birden ne zaman taşındığımı soruverdi. İki ay önce evi tuttuğumu ama New York’taki işlerimi tamamlayıp ancak gelebildiğimi söyledim. İşimi sormak yeni aklına geldiği için özür diledi. Önemesemedim ve New York’ta ünlü bir pub’ta çalan bir grubun gitaristi olduğumu, solistimiz Chicagolu bir anaokulu öğretmeniyle evlendiği için buraya taşındığımızı ve benimle ilgili olduğu için lüzumsuz olan diğer şeyleri anlattım. İlgisini çekti. Buna nasıl sevindim anlatamam. Aslında anlatırım, duvarı aşıp boynuna sarılmak istedim.
Ona Tina’dan söz ettim. Eski sevgilim olan o kaltaktan değil, biricik köpeğimden. New York’tan getirir getirmez Humbert’la tanıştıracağım onu. Bana da kendisinden aşağı kalmayacak bir bahçe düzenleyeceğine söz verdi. Zira benim arka bahçe çöplük gibi şuanda.Beni yanına davet etti çay içmeye. Ön kapıyı kullansam daha iyi olur diye düşünüp kapısını çaldım. Evinin içinden geçmek bile bana huzur verdi. O hayata dahil olmak için neler vermezdim. Mesela Tina’yı? İçerdeki o turuncumsu ışığı nasıl ayarlamıştı? Bakındım ama lamba falan yoktu. Gözucuyla devasa kütüphanesini gördüm. Yine bilmediğim dilde, bilmediğim yazarların kitapları vardı. Ah işte Nabokov!Tuhaf bir çaydankılkta demlediği çaydan ikram etti bana o muhteşem bahçede. Türkmüş, sonunda öğrenebildim. Çay, sanki bana zorla istemediğim bir şey içiyormuş gibi tedirgin etti onu ama benim çayı içtenlikle beğendiğimi söylemem sanırım biraz rahatlattı. Sahiden güzeldi.Kendisi de bir nymphet’den çok masum küçük bir çocuğa benziyor. Kocaman siyah gözleri snowwhite teninin üzerinde iki kestane gibi. Çayımı içip kalktım. Kapıdan çıkarken bir ihtiyacım olursa kapıyı çalmaktan çekinmememi söyledi. Bu nezaket kurallarını seviyorum. En kısa zamanda görüşmek dileğiyle evime döndüm.
5.Pazartesi sabahı ondan çok daha önce kalkarak sandviççiye gittim. Sıcak çörek ve kahve aldım. Tam arabasına binerken yetiştim. Ayaküstü konuşurken geç kaldığını artık gitmesi grektiğini söyledi. Çörekle kahveyi eline tutuşturuverdim. Bu gülümseme için insan neler yapmaz. Başta itiraz etti ama paketleri arabasına yerleştirirken içeceğin kahve olduğunu farketip hafifçe kafasını onaylar gibi salladı. O dakka anladım, bir dahakine sıcak çikolata, söz dedim. Şaşkınlıkla baktı. Kesekağıdının içine gömülüp çörekten bir ısırık aldı. Açık yeşil arabasına bindi ve son sürat gözden kayboldu.6.Perşembe günü downtown’da bir barda çıkacağız. Charlie (aşk böceği) bu işi ayarlamıştı aylar önce. Onu da davet etmek geldi aklıma. Akşam kapısını çaldım. Humbert havladı. O da peşinden ıslak saçlarıyla kapıyı açtı. Dilim tutuldu, uzun süre bir şey diyemedim. Sonra teklifimi kabul etti. Bakalım bakalım.
7.Bu küçük kız bu kadar çekici olmamalıydı. Dudaklarına kırmızı ruj sürmüş. En önemlisi bu. Saçındaki kırmızı bant, üzerindeki kırmızı bluz bunların hiçbir önemi yok. Önemli olan benim her uçkur düşkünü gibi bu muhteşem kadını deli gibi öpmek istiyor oluşum. O sevecen sesiyle iki çift laf etmeseydi bunu çoktan yapmış ve hayatımın kalanını mahvetmiştim muhtemelen. Barda biz sahneye çıkınca yalnız kalır sıkılır diye endişelenmiştim ama o bizim bütün cover’larımıza hevesle eşlik etti. Programdan sonra biraz başbaşa kaldık. Elini tuttum, kızardı.
(sürecek)**William Darkbloom’un “Humbert Humbert and the Architect” isimli öyküsünün İngilizce aslından çevrilmiştir. Yersen.**