Dün Chicago filmini izledim ve izlerken, daha önce izlediğim birkaç filmden izlere rastladım bu filmde. Sanki bu film, biraz Moulin Rouge (Kırmızı Değirmen)’dan, bol bol Dancer in the Dark (Karanlıkta Dans)’tan, biraz da Liar Liar (Yalancı Yalancı)’dan alınmış fikirlerden oluşan bir film. Chicago, Moulin Rouge ve Dancer in the Dark; üç müzikal film, Liar Liar ise, Jim Carrey’nin yüzünün her noktasını kullandığı, en komik filmlerinden. Öncelikle blogda geçecek olan filmlerin konularını hatırlayalım, sonra da Chicago’da, diğer üç filmde yer alan öğeleri belirtelim. Başlıyoruz…
Hayallerinde büyük bir dans yıldızı olmak olan Roxie Hart (Renée Zellweger), bu uğurda her şeyi yapmaya razıdır. Roxie, kocası Amos Hart (John C. Reilly)’ı, Fred Casely (Dominic West) ile -Roxie’yi bir dansçı yapabilmek için çok iyi bağlantıları olduğunu sandığı kişi- aldatmaktadır. Halbuki Fred, bir mobilyacıdır ve Roxie ile sevişmek uğruna, bu yalanı uydurmuştur. Roxie, bunu fark ettiğinde, Fred’i öldürür ve hapise girer. Hapiste, idam cezası ile yargılanacağını öğrenir. Gardiyan Mama (Queen Latifah) ise, mahkumlardan aldığı rüşvet karşılığında, onlara hapisten kurtulma olanağı sağlamaktadır. Mama, medyayı kullanıp, mahkumları halkın önünde bir yıldız yapan ve sürekli yalan söyleyen -bu sayede hiç dava kaybetmeyen- avukat Billy Flynn (Richard Gere)’in, Roxie ile tanışmasını sağlar. Bundan sonra olacaklar, Billy Flynn’in eski müşterisi, hapishanedeki bir diğer mahkum, Velma Kelly (Catherine Zeta-Jones)’nin, Billy Flynn’in onu terk edip, Roxie ile ilgilenmesinin ardından, Roxie’ye düşman olması ve bunun sonucunda Roxie’nin davasına etkileri ile devam eder. Medya’nın bir insanı nasıl hem vezir, hem rezil edebileceğine dair bol bol mesaj içeren, bol Oscar’lı -ki bence o kadar Oscar’ı hak etmeyen– güzel bir müzikal.
Bıkmadan usanmadan tekrar tekrar izlediğim, müzikleri ve dansları ile büyüleyici, baş döndürücü, İzmir’deki her hafif zirvesinin vazgeçilmez background filmi, Moulin Rouge. Bu müzikal film, 1900 yılında, Paris’te, bir dans salonu ve aynı zamanda genel ev olan Moulin Rouge’da geçiyor. Zenginlerin, genç ve güzel fakirlerle vakit geçirmeye geldikleri bir yer. Bu gece kulübünde çalışan, hayatında paradan, değerli şeylerden daha önemli hiçbir öğenin olmadığı, Satine (Nicole Kidman) adındaki bir fahişenin, aklı; güzellik, özgürlük, gerçek ve aşk ile dolu olan bir grup bohem devrimcisi ile birlikte Moulin Rouge’a sonradan katılan Christian (Evan McGregor)’ın aşklarını konu edinmiş. Ancak Satine, verem hastalığına yakalanmıştır ve günden güne ölüme bir adım daha yaklaşmaktadır. Diğer yandan, Moulin Rouge’a maddi destek sağlayan Duke (Richard Roxburgh)’te Satine’e aşıktır. Duke, Spectecular Spectecular (Türkçe’ye Muhteşem Gösteri adında çevirmişler) adındaki bir gösteriye para yardımı yapması karşılığında Satine ile bir gece geçirmek üzerine, Moulin Rouge’un sahibi Harold Zidler (Jim Broadbeny) ile bir anlaşma imzalamıştır. Bir yandan Duke’e belli etmeden aşklarını yürütmek zorunda olan Satine ve Christian, bir yandan Satine ile birlikte geçireceği geceyi bekleyen Duke, diğer yandan Moulin Rouge’un gösterilerine devam etmesi için Duke’un istediklerini yerine getirmek zorunda olan Harold Zidler. Bu karmaşanın nasıl sonuçlanacağını merak ediyorsanız filmi izleyin. Filmde, ‘Queen’den ‘Show Must Go On’, ‘Sting’ten ‘Roxanne’, ‘Nirvana’dan ‘Smells Like Teen Spirit’, ‘Whitney Houston’dan ‘I Will Always Love You’, ‘Elton John’un ismini bilmediğim bir şarkısı ve daha bunun gibi pek çok müziğin film için yeniden uyarlanmış versiyonlarını izlediğinizde, bu müziklerin, bu film için yazıldığını düşünebilirsiniz. Ölmeden önce mutlaka Moulin Rouge’u izlemelisiniz. Show Must Go On!!!
Dancer in the Dark: İzlandalı şarkıcı Björk’ün baş rolde olduğu ve aynı zamanda filmin müziklerini yaptığı gerçekten etkileyici, sinir bozucu bir müzikal-dram. Selma (Björk) ve kardeşi, komşularının onlara sağladığı bir karavanda yaşamaktadırlar. Ailesindeki herkeste olduğu gibi Selma’da da, şiddetli görme bozukluğu vardır ve bir süre sonra tamamen kör olacaktır. Bu durumu bildiği için, çalıştığı fabrikada kazandığı parayı, kardeşinin gelecekte kör olmaması için ameliyat masrafı olarak, gizlice biriktirmektedir. Her gün, fabrikaya aynı yoldan gidip, fabrikada aynı işi yapıp, aynı yoldan geldiği için, aslında görmesinin, onun için pek bir önemi yoktur ve kör olsa bile, hayatını sürdürebilir. Aynı zamanda Selma, boş vakitlerinde dansla ilgilenmektedir, ancak görme bozukluğu bu uğraşını zorlaştırmaktadır. Bir süre sonra görme yetisini tamamen kaybeden Selma’nın, yaşamla mücadelesini izliyoruz film boyunca. Filmin müzikleri, Björk’ün ‘Selma Songs’ adlı albümünde toplanmıştı. “I’ve Seen It All” adlı şarkı, filmi izleyenlerin zihnine iyice kazınmış olsa gerek. Yine özellikle Björk severlerin, kaçırmaması gereken bir film. Müzikleri ise bir harika. (Film, şu an bir arkadaşımda olduğu için, filmden bazı sahnelerin resimlerini yerleştiremedim)
Öyle bir avukat düşünün ki, hiç dava kaybetmesin, ama bunu da, hiçbir zaman gerçeği söylemeyerek başarsın. Tüm iş hayatını ve hatta aile hayatını yalanlar üzerine kuran bir adam. Ayrı olduğu eşi ve bir oğlu var. Yalanları yüzünden onlara hiç vakit ayıramayan ve daima kariyerini, insanların onu alkışlamasını ve kazanacağı davaları düşünen bir adam, Fletcher (Jim Carrey)… Öyle ki, oğlunun doğum günü gecesi bile, kariyerine katkı sağlayacağı için, başka bir kadınla sevişmeyi tercih eden biri. Babasının yalanlarından bıkan oğlu ise, doğum gününde, babasının sadece bir gün bile olsa yalan söylememesini diler. Ve oğlunun dileği gerçek olur. Hayatının temel direği yalan olan Fletcher’ın da hayatı, bununla birlikte alt üst olur. Jim Carrey’nin baş rolünde olduğu, kahkahalarla izleyeceğiniz, eğlenceli bir film. Özellikle tuvalette Fletcher’ın kendisini dövdüğü sahneyi, tekrar tekrar seyrederim. Filmin ardından gösterilen çekim hataları ise ayrı bir komedi.
Şimdi blogumuzun esas konusuna dönelim. 3 saattir yukarıdaki metinler için uğraşıyorum, başım ağrıyor. Elimden geldiğince yazmaya çalışacağım. Dediğim gibi, Chicago’da, yukarıda saydığım, Chicago dışındaki 3 filmden alıntılar var demiştim. Bu alıntıları saymak istiyorum.
Varan 1. Filmde, Richard Gere’ın üstlendiği Billy Flynn karakteri, avukatlık kariyerini yalanlar üzerine kurmuş ve bu sayede hiçbir davayı kaybetmemiş bir adamı canlandırıyor. Ki bu da, Liar Liar filmindeki Fletcher karakterinin bir benzeri. Hatta Chicago filminin sonundaki duruşma sahnesinde, bir an Jim Carrey‘i izliyorum zannettim. O kadar çok benziyor ki davranışları. Liar Liar filminde de, sanığın söyleyeceği sözler, duruşma öncesinde planlanmıştı, Chicago filminde de öyle. Sonra ne bileyim, Liar Liar filminde sanığın söylediği bir söz -ki bu avukatın duymak istediği söz- karşısında Fletcher‘ın verdiği tepki ile, Chicago filminde aynı olay karşısında Billy Flynn‘in verdiği tepki aynı. Richard Gere‘ın bu filme Jim Carrey‘i izleyerek çalışması, çok utanç verici.
Varan 2. Filmde, dansların olduğu sahnelerin tamamına yakını, Roxie Hart‘ın hayallerinde canlandırdığı sahnelerden oluşuyor. Herhangi bir olay üzerine, zihninde canlandırdığı dans gösterisi olarak izliyoruz. Ki bu da, Dancer in the Dark filminden tanıdığımız bir fikir. Dancer in the Dark filminde, tüm dans gösterileri, Selma‘nın zihninde canlandırdıklarından oluşuyordu, ki bu filmde böyle bir durumun oluşması daha mantıklıydı, çünkü Selma kördü. Dolayısıyla hayalleri, onun gözleriydi. Hatta Chicago filminde, bu fikri almakla kalmayıp, daha da ileri gitmişler ve Dancer in the Dark’tan bu fikre bağlı olarak, başka bir fikri de almışlar. Dancer in the Dark filminde, Selma‘nın duydukları da, hayal kurmasına sebep oluyordu. Yürüyen insanların çıkardığı ayak sesleri, fabrikada çalışan makinelerin sesleri, resim çizerken kalemin çıkardığı ses ve daha onlarcası. Bu sesler, filmde ritme dönüşüyor ve bu ritm üzerine kurulu müzik başlıyordu. Filmdeki müziklerin tamamına yakını, doğada duyduğumuz seslerin ritme dönüşerek müzik oluşturması temeline dayanmış. Chicago filminde de buna benzer bir sahne var filmin başında. Roxie, hücresinde yatarken önce çeşmeden damlayan suyun sesi, ardından üst katta yürüyen bir adamın ayak sesi, sonra diğer hücrelerdekilerin çıkardığı sesler birer ritme dönüşüyor ve müzik bu ritm üzerine kuruluyordu. Çok çok ayıpladım bunu kullandıkları için, çünkü bu film, Dancer in the Dark‘tan daha popüler bir film ve pek çok insan, bu fikrin, ilk kez bu filmde uygulandığını sanmıştır. Halbuki bu böyle olmadı. 1970’lerde, Pink Floyd‘ta Money şarkısında bu fikri kullanmıştı bildiğiniz üzere.
Varan 3. Chicago filmi yayınlandığında, hemen Moulin Rouge ile kıyaslaması yapılmıştı, hatırlarsınız. Amerika Birleşik Devletleri sinema tarihinde önemli bir yer tutan müzikallerin, onca yıl sonra yeniden hortlaması, doğal olarak ilgiyi de üzerine çekti. Fikrimi soracak olursanız Chicago filmi güzel bir film, ama Moulin Rouge ile boy ölçüşemeyecek bir film. Kabul ediyorum, Chicago‘daki danslar, sahne planlaması, çok başarılı, ama Moulin Rouge‘un sonunda, kısa süreliğine izlediğimiz dans sahnesi bile, Chicago‘dakilerden daha iyiydi. Benim için olumlu, ama sanırım sinema eleştirmenleri için olumsuz bir durum var. Moulin Rouge‘da, film müzikleri, günümüz müziklerinin yeniden uyarlamasından oluşuyor. Ama Chicago‘daki müzikler, film için yazılmış müzikler. Şimdi, burada bir tercih söz konusu: Hangisi daha sanatsal olmuş oluyor? Neyse, bu konudan uzaklaşalım ve Chicago filminin Moulin Rouge ile benzerliklerinden bahsedelim. Aslında bunu bir benzerlik değil de, Moulin Rouge’a bir gönderme olarak kabul etmek, sanırım daha doğru olur. Chicago‘da, Billy Flynn‘in söylediği bir şarkı var. Sözlerini yazıyorum…
Pahalı şeylere itibar etmem
Kashmir ceketler yada elmaslar
Bana birşey ifade etmezler.
Tek ilgilendiğim aşktır benim
Bu nedenle buradayım
İpek kıravat giymem
Yakutlar yada saten
Birşey ifade etmez bana.
Tek ilgilendiğim aşktır benim
(Tek ilgilendiği aşktır onun)
Bana iki mavi göz verin.
Bana yumuşakça,
‘Sana ihtiyacım var’ desin.
Onu burada görsem yeter.
Dürüst olmak gerekirse bayım,
ben bir milyonerim.
Giyim kuşam ilgimi çekmez
Tek ilgilendiğim aşktır
(Tek ilgilendiği aşktır)
Şimdi de Moulin Rouge‘da, Satine‘in söylediği bir şarkıyı yazalım…
Fransızlar, aşk için ölmeyi severler
Onlar, dövüş düellolarından hoşlanırlar
Fakat ben, pahalı mücevherler veren,
yaşayan başka bir adamı tercih ettim
Elde bir öpücük…
Belki de biraz Avrupalı
Fakat elmaslar, bir kızın en değerli arkadaşıdır.
Bir öpücük çok yücedir, fakat sıradan dairenin
kirasını ödemeye yardım edemez.
Erkekler soğur, kadınlar yaşlandıkça
Ve sonunda tüm çekiciliğimizi kaybederiz
Fakat kare kesimli veya armut şekilli bu taşlar,
çekiciliğini hiçbir zaman kaybetmezler.
Elmaslar bir kızın en değerli arkadaşıdır.
Çünkü biz maddiyatın önemli olduğu bir dünyada yaşıyoruz
Ve ben maddiyatçı bir kızım.
İşte böyle. Sizi ne kadar etkiler bu yazı bilmiyorum ama, ben Chicago filmini izlediğimde, diğer filmleri seyretmiş olmanın verdiği avantajla, bir başka açıdan izledim filmi. Ve bu ayrıntıları da unutmadan sizlerle paylaşayım istedim. Çünkü bu film, çok fazla ilgi çekmiş, Amerika Birleşik Devletleri sinemasının en önemli başarı göstergesi olan Oscar heykelciklerinin çoğunu toplamıştı. Sanırım buradan şu sonucu çıkarmamız gerekiyor. Başarılı (!) olmak için, özgün fikirlere sahip olmak gerekmiyor. Önceden yapılanı farklı bir açıdan, görkemli olarak sunabilmişsek, Akademi Ödülü sahiplerini belirleyecek o pek gizli sinema eleştirmenleri için yeterli oluyor. Ne dersiniz? David Lynch tarzında hafif’in filmini çeksek, filmin sonunda hafif uyku aslında winmaker olsa, ELOY aslında pinkfloyd olsa, pinkfloyd aslında indianropetrick olsa, indianropetrick aslında ELOY olsa ve tüm kurgumuz bir klavye tuşunda gizli olsa, ‘Not Rated’a yakalanmadan biz de heykelciklerle süsleyebilir miyiz odalarımızı?
Yazının tümünü okutabildiysem, ne mutlu bana 🙂
yorumlar
eline sağlık…
dandik bi filmdi. ama bu yazi ve fikirleri daha da dandik, uzuldum okuduguma….chicago 70li yillardan beri sahnelenen bir broadway muzikalidir, buradaki iddialarin tamami gulunctur.
Karanlıkta Dans’ta Selma’nın kardeşi değil oğlu olacaktı. Ayrıca komşularının sağladığı değil de kirasını verdiği bir klübede yaşamını sürmüyor muydu?
annanemin besibiyerdelerine benzemis.
yazımda bahsettiğim bu 4 filmi seyredip seyretmediğini merak ediyorum. Eğer seyrettiysen, mahkeme salonundaki Richard Gere’ın tavrının Jim Carrey’e ne kadar çok benzediğini anlamaman imkansız.
Bu müzikal, ’70’lerden beri sahneleniyor olabilir, bunu bilmiyordum. Ama bu sahnelenen oyunda, dediğim, doğa seslerinin ritme dönüşmesi fikri de uygulanmış mı?
Chicago’nun sahnelenen versiyonunu daha önce seyrettin mi? Bizimle paylaşır mısın nasıl bir şey olduğunu?
yazımı editleyemiyorum. Makalelere editleme özelliği eklenmemiş mi nedir, diğer makalelerimi de editleyemiyorum. Yine de dediğin doğru.
Yazımda, Selma’nın kardeşi dediğim bölümü Selma’nın oğlu, komşularının sağladığı karavanda yaşıyorlar kısmını da komşularına ait bir kulübede kirada yaşamaktadırlar olarak okumalısınız.
Tek cümle ile ellerine sağlık, güzel çalışma…
moulin rouge’da’Nirvana’dan ‘Smells Like Teen Spirit’,’Whitney Houston’dan ‘I Will Always Love You’var mıydı arkadaşlar?
İlk kez Satine’i izlemeye gelen şairimizin büyülendiği ve aksaklıklar komedyası ile dolu olan muhteşem sahnede, frag giymiş, şapkalı beyler asaları ile yürüyüşe geçiyor ve inceden “smells like teen spirit” giriyor; yetenekli ama fakir, güzel ama fahişe kızımız en büyüleyici bakışları ile şu anda tam hatırlayamadığım bir sahnede de bas bas “i will allways love you” diye çığırıyor. -sanırım çatı sahnesi idi.- (Yoksa Christian mı söylüyordu? Akşam hemen izlemeli!)
nirvana ile lady marmalade birlikte çalınıyordu. o vardı yani..
samimi oldugunuza inanip, simdilik size cevap veriyorum sayin pink. lutfen bi daha beni boooyle sorguya cekermis gibi ” soylee, bu da varmiydi haaa soyle, onu sa seyrettin mi haa, paylas o zamagn…” miy miy miy filan yapmayiniz, bozusuruz.evet bu dort filmi de izledim.hayir r.g-j.c arasinda hicbir iliski kurmadim. bunun bir muzikal oldugunu , performansin bu dogrultuda olmasi gerektigini, dahasi muzikaldeki avukat karakterinin benzer sekilde oynanmasi gerektigini dusundum, benzer diyorum, begenmedim ben. dun bahsettiginiz sahneleri bir kez daha gozden gecirdim, yine ayiplamak soyle dursun hic benzetme ihtiyaci duymadim. gerek yok.evet muzikali de izledim, bu yuzden filmi dandik buldugumu belirttim. bu doga seslerinin muzige donusmesi olayini en cok ayiplamissiniz, muzikalde de mesela ayaklar yere vurulmak suretiyle filan baslar epey bi sarki, sarkilar boyledir cunku efenim chicagoda, degismemistir.sizinle nasi paylasiyim efeeem ? alin dvdsini filan seyredin, broadwaye gitmeniz gerekmiyo tamam mi pink bey. ha, siz simdi bu copy-paste kakadir filan diyenlere bakmayin, bi muddet copy-paste yapin ki fikir uretmeye alisin, boyle batirmissiniz ortaligi.
muhteşem roxanne uyarlaması var ki dinlemeye doyum olmaz
süperdi. bir kaç yok yok ara ara mutlaka dinlenilmesi gerekiyor
bissuru baska sarkilar da vardi, dialoglarin bazilari da sarki sozlerindendi. absinth detayi da ilgimi cekmisti. smells like teen spirit girdiinde, pink ani bi’ hareketle kafasini pc’ye dooru cevirmisti cunku filmin soundtrackinden geldiini anlayamamisti. :o)))
richard gere bile batmadı gözüme, sadakatsiz-deki hımbıllığından sonra, iyi filmdi. moulen rouge daki roxanne uyarlaması müthişti gerçekten, nicole de öyle, ben bi bağlantı kuramadım müzikal olmalarının dışında
seni sorguladığımı falan sanmıyorum. sadece soru soruyorum, sinirlenmeyiniz, sakin olunuz.doğa sesleri konusunda olaya çok farklı bakıyoruz, niyetimi anlatmak konusunda hiç sabrım selametim yoktur.kendinize iyi bakınız, hoşça kalınız, sayın infus…
pingpong topu gibi gitgeller flan :)`dogada duyduhumuz ritmlerle baslayan muzukler yapmis dancer in the dark. aha ayni fikri kapmis kerata bi de. auuww ne ayipp`ama bidi bidi bidi ?`annayislarimiz farkli ifinim, ben sabirsiz biriyim`ilahihihihi… 🙂
biz bu yaptığına mekruhat diyoruz pink,.. yani yaparsan itiraz etmiyoruz, ama “keşke yapmasaydı be bunu” diyoruz bir yandan da,.. dönem ödevi de diyor başkaları,..çok uğraşmışsın belli ki, ancak ortaya koyduğun benzetmeler öyle bir redaet sosuna bulanmış, birbirine benzettiğin filmler arasındaki ilişki yok düzeyinde öyle bir fena, eldeki malzeme baştan öyle bir temevvüt durumda ki,.. yani sarma birşeye benzememiş, sen ziyan olan zeytinyağına yan,..ama muvaffak olunan şeyler de var, mesela ne, her önüne gelen nasıl film eleştirisi yazamaz, tatsız blog nasıl olur, izlenen filmden nasıl bir halt anlaşılmaz,.. böyle gider,..sırf sana değil pinkcim, son günlerdeki blogların tümü gamfeza debelenmesinden öteye gidemez durumda,…
lisanına vakıf olabilmek için TDK. Ve fakat görünen o ki onlarda konuya pek hakim değiller.
lisanına hakim olabilen “1” kişi var mı?! ; bu da ayrı bir tartışma konusu.. ödev diyince de aklıma şey geldi; sanki birisi vermiş bu kelimeleri de “herbiri ile bir cümle kur da, yarın getir” demiş..
husumet kokulu bahtsız bir açıklama kitty,.. ödev demişken işte sana ödev, git bul bakalım natıkpira ne demek,.. ipucu; mesela pink değil,…
heyecanlandım, renkli kalemlerimi alıp hemen geliyorum..*ha bi de kendini öyle zannedip aslında olmayanlara da “natıkasız” deniyor, biliyor muydun?! ben ipucu vermeyeyim, hemen bulursun..
Bir nefeste bitti hemde. Eskilere saygılar ..
nerden ne alaka bulmuşsun!
güzel paylaşım.
aranızda Moulin Rouge gibi bir filmi kaçıranlar varsa şu ana kadar affedilenlerdensiniz fakat yukarıdaki yazının uyarısını dikkate almıyorsanız bundan böyle vebali boynunuzadır. bilmiş olun. dinleyeceğiniz parça Nicole Kidman’a ait olup, kendini aşmış halidir.(ayrıca filmdeki o kırmızı tuvalet beni hasta eder, fakat bu konumuz dışı birşey…) dinleyin çocuum dinleyin!