bildirgec.org

liar liar hakkında tüm yazılar

JIM CARREY

AsetilCoa | 20 July 2010 11:22

Jim carrey. Gerçek adıyla James Eugene Carrey. 1962’de Kanada’da doğan ünlü bir komedyen o. Sadece komedyen demek yanlış olur. O bana göre inanılmaz yetenekli bir aktör. Bu başarısının ardında zorluklarla dolu bir geçmişe sahip aslında. Ailenin bu sakin, küçük çocuğu mali kriz geçiren ailesine yardım etmek için okulunu bıraktı, fabrikada çalışmaya başladı. Yaşadığı zorluklara rağmen hiçbir zaman gülmeyi ve çevresini eğlendirmeyi bırakmadı ama. Ayna karşısında, sınıfta, heryerde ufak standup showları yapıyordu. Babası onun hayatını mahvettiğini ve yeteneğinin ziyan olduğunu düşünüyordu. Babasının uğraşlarıyla ve annesinin diktiği komik sarı kostümüyle ilk kez sahneye çıktı ve komedyenlik kariyeri başlamış oldu. Çok sevdiği ve “Man on the Moon”da hayatını oynadığı komedyen Andy Kaufman gibi zorluklarla başladı meslek hayatına. Yuhalandı, izleyiciyi güldürmeyi başaramadı. Yapmayı istediği işlerin peşinden koştukça daha çok nefret etti insanlar ondan. Şu anda bile birçok hayranı olmasına rağmen birçok kişi tarafından da yaptığı işler itici bulunuyor. Oyuncu olarak değil, iyi bir komedyen olarak değilde, insanları eğlendirmek için şaklabanlık yapan biri olarak görülüyor, yeteneği küçümseniyor. Aynı Andy Kaufman gibi.

Chicago – Moulin Rouge – Dancer in the Dark – Liar Liar

pinkfloyd | 01 July 2003 13:46

Dün Chicago filmini izledim ve izlerken, daha önce izlediğim birkaç filmden izlere rastladım bu filmde. Sanki bu film, biraz Moulin Rouge (Kırmızı Değirmen)’dan, bol bol Dancer in the Dark (Karanlıkta Dans)’tan, biraz da Liar Liar (Yalancı Yalancı)’dan alınmış fikirlerden oluşan bir film. Chicago, Moulin Rouge ve Dancer in the Dark; üç müzikal film, Liar Liar ise, Jim Carrey’nin yüzünün her noktasını kullandığı, en komik filmlerinden. Öncelikle blogda geçecek olan filmlerin konularını hatırlayalım, sonra da Chicago’da, diğer üç filmde yer alan öğeleri belirtelim. Başlıyoruz…

Hayallerinde büyük bir dans yıldızı olmak olan Roxie Hart (Renée Zellweger), bu uğurda her şeyi yapmaya razıdır. Roxie, kocası Amos Hart (John C. Reilly)’ı, Fred Casely (Dominic West) ile -Roxie’yi bir dansçı yapabilmek için çok iyi bağlantıları olduğunu sandığı kişi- aldatmaktadır. Halbuki Fred, bir mobilyacıdır ve Roxie ile sevişmek uğruna, bu yalanı uydurmuştur. Roxie, bunu fark ettiğinde, Fred’i öldürür ve hapise girer. Hapiste, idam cezası ile yargılanacağını öğrenir. Gardiyan Mama (Queen Latifah) ise, mahkumlardan aldığı rüşvet karşılığında, onlara hapisten kurtulma olanağı sağlamaktadır. Mama, medyayı kullanıp, mahkumları halkın önünde bir yıldız yapan ve sürekli yalan söyleyen -bu sayede hiç dava kaybetmeyen- avukat Billy Flynn (Richard Gere)’in, Roxie ile tanışmasını sağlar. Bundan sonra olacaklar, Billy Flynn’in eski müşterisi, hapishanedeki bir diğer mahkum, Velma Kelly (Catherine Zeta-Jones)’nin, Billy Flynn’in onu terk edip, Roxie ile ilgilenmesinin ardından, Roxie’ye düşman olması ve bunun sonucunda Roxie’nin davasına etkileri ile devam eder. Medya’nın bir insanı nasıl hem vezir, hem rezil edebileceğine dair bol bol mesaj içeren, bol Oscar’lı -ki bence o kadar Oscar’ı hak etmeyen– güzel bir müzikal.

Bıkmadan usanmadan tekrar tekrar izlediğim, müzikleri ve dansları ile büyüleyici, baş döndürücü, İzmir’deki her hafif zirvesinin vazgeçilmez background filmi, Moulin Rouge. Bu müzikal film, 1900 yılında, Paris’te, bir dans salonu ve aynı zamanda genel ev olan Moulin Rouge’da geçiyor. Zenginlerin, genç ve güzel fakirlerle vakit geçirmeye geldikleri bir yer. Bu gece kulübünde çalışan, hayatında paradan, değerli şeylerden daha önemli hiçbir öğenin olmadığı, Satine (Nicole Kidman) adındaki bir fahişenin, aklı; güzellik, özgürlük, gerçek ve aşk ile dolu olan bir grup bohem devrimcisi ile birlikte Moulin Rouge’a sonradan katılan Christian (Evan McGregor)’ın aşklarını konu edinmiş. Ancak Satine, verem hastalığına yakalanmıştır ve günden güne ölüme bir adım daha yaklaşmaktadır. Diğer yandan, Moulin Rouge’a maddi destek sağlayan Duke (Richard Roxburgh)’te Satine’e aşıktır. Duke, Spectecular Spectecular (Türkçe’ye Muhteşem Gösteri adında çevirmişler) adındaki bir gösteriye para yardımı yapması karşılığında Satine ile bir gece geçirmek üzerine, Moulin Rouge’un sahibi Harold Zidler (Jim Broadbeny) ile bir anlaşma imzalamıştır. Bir yandan Duke’e belli etmeden aşklarını yürütmek zorunda olan Satine ve Christian, bir yandan Satine ile birlikte geçireceği geceyi bekleyen Duke, diğer yandan Moulin Rouge’un gösterilerine devam etmesi için Duke’un istediklerini yerine getirmek zorunda olan Harold Zidler. Bu karmaşanın nasıl sonuçlanacağını merak ediyorsanız filmi izleyin. Filmde, ‘Queen’den ‘Show Must Go On’, ‘Sting’ten ‘Roxanne’, ‘Nirvana’dan ‘Smells Like Teen Spirit’, ‘Whitney Houston’dan ‘I Will Always Love You’, ‘Elton John’un ismini bilmediğim bir şarkısı ve daha bunun gibi pek çok müziğin film için yeniden uyarlanmış versiyonlarını izlediğinizde, bu müziklerin, bu film için yazıldığını düşünebilirsiniz. Ölmeden önce mutlaka Moulin Rouge’u izlemelisiniz. Show Must Go On!!!

Dancer in the Dark: İzlandalı şarkıcı Björk’ün baş rolde olduğu ve aynı zamanda filmin müziklerini yaptığı gerçekten etkileyici, sinir bozucu bir müzikal-dram. Selma (Björk) ve kardeşi, komşularının onlara sağladığı bir karavanda yaşamaktadırlar. Ailesindeki herkeste olduğu gibi Selma’da da, şiddetli görme bozukluğu vardır ve bir süre sonra tamamen kör olacaktır. Bu durumu bildiği için, çalıştığı fabrikada kazandığı parayı, kardeşinin gelecekte kör olmaması için ameliyat masrafı olarak, gizlice biriktirmektedir. Her gün, fabrikaya aynı yoldan gidip, fabrikada aynı işi yapıp, aynı yoldan geldiği için, aslında görmesinin, onun için pek bir önemi yoktur ve kör olsa bile, hayatını sürdürebilir. Aynı zamanda Selma, boş vakitlerinde dansla ilgilenmektedir, ancak görme bozukluğu bu uğraşını zorlaştırmaktadır. Bir süre sonra görme yetisini tamamen kaybeden Selma’nın, yaşamla mücadelesini izliyoruz film boyunca. Filmin müzikleri, Björk’ün ‘Selma Songs’ adlı albümünde toplanmıştı. “I’ve Seen It All” adlı şarkı, filmi izleyenlerin zihnine iyice kazınmış olsa gerek. Yine özellikle Björk severlerin, kaçırmaması gereken bir film. Müzikleri ise bir harika. (Film, şu an bir arkadaşımda olduğu için, filmden bazı sahnelerin resimlerini yerleştiremedim)

Öyle bir avukat düşünün ki, hiç dava kaybetmesin, ama bunu da, hiçbir zaman gerçeği söylemeyerek başarsın. Tüm iş hayatını ve hatta aile hayatını yalanlar üzerine kuran bir adam. Ayrı olduğu eşi ve bir oğlu var. Yalanları yüzünden onlara hiç vakit ayıramayan ve daima kariyerini, insanların onu alkışlamasını ve kazanacağı davaları düşünen bir adam, Fletcher (Jim Carrey)… Öyle ki, oğlunun doğum günü gecesi bile, kariyerine katkı sağlayacağı için, başka bir kadınla sevişmeyi tercih eden biri. Babasının yalanlarından bıkan oğlu ise, doğum gününde, babasının sadece bir gün bile olsa yalan söylememesini diler. Ve oğlunun dileği gerçek olur. Hayatının temel direği yalan olan Fletcher’ın da hayatı, bununla birlikte alt üst olur. Jim Carrey’nin baş rolünde olduğu, kahkahalarla izleyeceğiniz, eğlenceli bir film. Özellikle tuvalette Fletcher’ın kendisini dövdüğü sahneyi, tekrar tekrar seyrederim. Filmin ardından gösterilen çekim hataları ise ayrı bir komedi.

Şimdi blogumuzun esas konusuna dönelim. 3 saattir yukarıdaki metinler için uğraşıyorum, başım ağrıyor. Elimden geldiğince yazmaya çalışacağım. Dediğim gibi, Chicago’da, yukarıda saydığım, Chicago dışındaki 3 filmden alıntılar var demiştim. Bu alıntıları saymak istiyorum.

Varan 1. Filmde, Richard Gere’ın üstlendiği Billy Flynn karakteri, avukatlık kariyerini yalanlar üzerine kurmuş ve bu sayede hiçbir davayı kaybetmemiş bir adamı canlandırıyor. Ki bu da, Liar Liar filmindeki Fletcher karakterinin bir benzeri. Hatta Chicago filminin sonundaki duruşma sahnesinde, bir an Jim Carrey‘i izliyorum zannettim. O kadar çok benziyor ki davranışları. Liar Liar filminde de, sanığın söyleyeceği sözler, duruşma öncesinde planlanmıştı, Chicago filminde de öyle. Sonra ne bileyim, Liar Liar filminde sanığın söylediği bir söz -ki bu avukatın duymak istediği söz- karşısında Fletcher‘ın verdiği tepki ile, Chicago filminde aynı olay karşısında Billy Flynn‘in verdiği tepki aynı. Richard Gere‘ın bu filme Jim Carrey‘i izleyerek çalışması, çok utanç verici.

Varan 2. Filmde, dansların olduğu sahnelerin tamamına yakını, Roxie Hart‘ın hayallerinde canlandırdığı sahnelerden oluşuyor. Herhangi bir olay üzerine, zihninde canlandırdığı dans gösterisi olarak izliyoruz. Ki bu da, Dancer in the Dark filminden tanıdığımız bir fikir. Dancer in the Dark filminde, tüm dans gösterileri, Selma‘nın zihninde canlandırdıklarından oluşuyordu, ki bu filmde böyle bir durumun oluşması daha mantıklıydı, çünkü Selma kördü. Dolayısıyla hayalleri, onun gözleriydi. Hatta Chicago filminde, bu fikri almakla kalmayıp, daha da ileri gitmişler ve Dancer in the Dark’tan bu fikre bağlı olarak, başka bir fikri de almışlar. Dancer in the Dark filminde, Selma‘nın duydukları da, hayal kurmasına sebep oluyordu. Yürüyen insanların çıkardığı ayak sesleri, fabrikada çalışan makinelerin sesleri, resim çizerken kalemin çıkardığı ses ve daha onlarcası. Bu sesler, filmde ritme dönüşüyor ve bu ritm üzerine kurulu müzik başlıyordu. Filmdeki müziklerin tamamına yakını, doğada duyduğumuz seslerin ritme dönüşerek müzik oluşturması temeline dayanmış. Chicago filminde de buna benzer bir sahne var filmin başında. Roxie, hücresinde yatarken önce çeşmeden damlayan suyun sesi, ardından üst katta yürüyen bir adamın ayak sesi, sonra diğer hücrelerdekilerin çıkardığı sesler birer ritme dönüşüyor ve müzik bu ritm üzerine kuruluyordu. Çok çok ayıpladım bunu kullandıkları için, çünkü bu film, Dancer in the Dark‘tan daha popüler bir film ve pek çok insan, bu fikrin, ilk kez bu filmde uygulandığını sanmıştır. Halbuki bu böyle olmadı. 1970’lerde, Pink Floyd‘ta Money şarkısında bu fikri kullanmıştı bildiğiniz üzere.

Varan 3. Chicago filmi yayınlandığında, hemen Moulin Rouge ile kıyaslaması yapılmıştı, hatırlarsınız. Amerika Birleşik Devletleri sinema tarihinde önemli bir yer tutan müzikallerin, onca yıl sonra yeniden hortlaması, doğal olarak ilgiyi de üzerine çekti. Fikrimi soracak olursanız Chicago filmi güzel bir film, ama Moulin Rouge ile boy ölçüşemeyecek bir film. Kabul ediyorum, Chicago‘daki danslar, sahne planlaması, çok başarılı, ama Moulin Rouge‘un sonunda, kısa süreliğine izlediğimiz dans sahnesi bile, Chicago‘dakilerden daha iyiydi. Benim için olumlu, ama sanırım sinema eleştirmenleri için olumsuz bir durum var. Moulin Rouge‘da, film müzikleri, günümüz müziklerinin yeniden uyarlamasından oluşuyor. Ama Chicago‘daki müzikler, film için yazılmış müzikler. Şimdi, burada bir tercih söz konusu: Hangisi daha sanatsal olmuş oluyor? Neyse, bu konudan uzaklaşalım ve Chicago filminin Moulin Rouge ile benzerliklerinden bahsedelim. Aslında bunu bir benzerlik değil de, Moulin Rouge’a bir gönderme olarak kabul etmek, sanırım daha doğru olur. Chicago‘da, Billy Flynn‘in söylediği bir şarkı var. Sözlerini yazıyorum…

Pahalı şeylere itibar etmem

Kashmir ceketler yada elmaslar

Bana birşey ifade etmezler.

Tek ilgilendiğim aşktır benim

Bu nedenle buradayım

İpek kıravat giymem

Yakutlar yada saten

Birşey ifade etmez bana.

Tek ilgilendiğim aşktır benim

(Tek ilgilendiği aşktır onun)

Bana iki mavi göz verin.

Bana yumuşakça,

‘Sana ihtiyacım var’ desin.

Onu burada görsem yeter.

Dürüst olmak gerekirse bayım,

ben bir milyonerim.

Giyim kuşam ilgimi çekmez

Tek ilgilendiğim aşktır

(Tek ilgilendiği aşktır)

Şimdi de Moulin Rouge‘da, Satine‘in söylediği bir şarkıyı yazalım…

Fransızlar, aşk için ölmeyi severler

Onlar, dövüş düellolarından hoşlanırlar

Fakat ben, pahalı mücevherler veren,

yaşayan başka bir adamı tercih ettim

Elde bir öpücük…

Belki de biraz Avrupalı

Fakat elmaslar, bir kızın en değerli arkadaşıdır.

Bir öpücük çok yücedir, fakat sıradan dairenin

kirasını ödemeye yardım edemez.

Erkekler soğur, kadınlar yaşlandıkça

Ve sonunda tüm çekiciliğimizi kaybederiz

Fakat kare kesimli veya armut şekilli bu taşlar,

çekiciliğini hiçbir zaman kaybetmezler.

Elmaslar bir kızın en değerli arkadaşıdır.

Çünkü biz maddiyatın önemli olduğu bir dünyada yaşıyoruz

Ve ben maddiyatçı bir kızım.

İşte böyle. Sizi ne kadar etkiler bu yazı bilmiyorum ama, ben Chicago filmini izlediğimde, diğer filmleri seyretmiş olmanın verdiği avantajla, bir başka açıdan izledim filmi. Ve bu ayrıntıları da unutmadan sizlerle paylaşayım istedim. Çünkü bu film, çok fazla ilgi çekmiş, Amerika Birleşik Devletleri sinemasının en önemli başarı göstergesi olan Oscar heykelciklerinin çoğunu toplamıştı. Sanırım buradan şu sonucu çıkarmamız gerekiyor. Başarılı (!) olmak için, özgün fikirlere sahip olmak gerekmiyor. Önceden yapılanı farklı bir açıdan, görkemli olarak sunabilmişsek, Akademi Ödülü sahiplerini belirleyecek o pek gizli sinema eleştirmenleri için yeterli oluyor. Ne dersiniz? David Lynch tarzında hafif’in filmini çeksek, filmin sonunda hafif uyku aslında winmaker olsa, ELOY aslında pinkfloyd olsa, pinkfloyd aslında indianropetrick olsa, indianropetrick aslında ELOY olsa ve tüm kurgumuz bir klavye tuşunda gizli olsa, ‘Not Rated’a yakalanmadan biz de heykelciklerle süsleyebilir miyiz odalarımızı?

Yazının tümünü okutabildiysem, ne mutlu bana 🙂