Sabırsızlıkla beklediğim bir gün vardı; doğum günüm. O yıl özellikle çok heyecanlıydım. Onsekizimi bitirecek, reşit olacaktım. Mutlaka bir önemi vardı bunun, öyle olmasa büyükler hep şöyle der miydi:“Sus, karışma sen, hele bir reşit ol, o zaman bakarız”Bu “bakarız” kısmını pek anlamasam da reşit olmanın tam bağımsızlık anlamına gelmediğini anlatıyor gibiydi. Yine de reşit kelimesi bir mıknatıs gibi çekiyordu beni.İşte o gün geliyordu. Birkaç gün sonra reşit olacaktım. Sanki bir sınırın öbür tarafına geçmek gibi… Aniden zengin olmak gibi…Uzaya çıkmak gibi…Evet evet çok önemli birşeydi o.Üniversitede ilk yılım bitmek üzereydi. Lisenin katı disiplininden sonra başımı döndüren bir rahatlık vardı üniversitede. Neye uğradığımı şaşırmıştım. Derse girmesem kimse kızmıyor, çıksam kimse kızmıyor, hiç uğramasam umurlarında değil. Bir keresinde beşyüz kişilik anfide ders başlayalı onbeş dakika olmuş; içeri girdim. Hocam olan profesör kadıncağız arkası dönük anlatmaya devam ediyordu. Aradan beş dakika geçti ki acıktığımı hissettim, kahvaltı da yapmamıştım. Çıkıp bir güzel sınıftan, simit aldım, girdim anfiye, yedim üstelik simidi. Sonradan kendime kızdım gerçi. “Yahu şartlar müsait olabilir sen niye fırsatçılık yapıyorsun”. Tabii anfinin iki kapısı olması da sağlıyordu bu rahatlığı, yani öyle her sınıfa gir çık yapmak zordu. Olsun elimizdekiyle de gayet mutluyduk biz yeni yetmeler. Hem sonra, sınav sonuçları panoya asılıyor, öyle bütün sınıf kaç aldığını duyup pis pis bakmıyor. Böyle bir rahatlığın tadını alınca üstüne bir de reşit olursam kimbilir ne özgürlükler beni bekliyor diye seviniyordum. Hani bir ilacı sık sık alınca eşiğin artar, dozu artırırsın ya, reşit olunca da evde bana kimse karışamayacaktı, yasalar öyle diyordu, ne istersem yapabilirdim. Hayır, bunları duysalar, zannedecekler ki inceden inceye plan yapmışım; onsekiz bitince yapacaklarımın listesi şudur diye.Doğum günüm geldi çattı, ailem kutladı, öpüştük, eğlendik. Ertesi gün oldu, ben kendimde bir değişiklik hissetmedim; şaşırdım. E reşit oldum, bir fark hissetmem gerekmez miydi? Basamak atladım, ne bileyim söz hakkım var ailede. Sırf ailede değil, her türlü işimi kendim görebilirim, artık bir velim olmasına bile gerek yok. Olmuyordu… O hayalini kurduğum “reşit ben” böyle değildi.Aradan aylar geçti, o farkı anlamadım ben. Ama bir şeyi anladım: Özgürlük reşit olmakla olmuyormuş. Bunu bana öğreten, kantin duvarlarında okuduğum yazılardı. Meğer ne zormuş özgür olmak. Birileri özgür olsun diye bazıları hiç özgür olamamış mesela. İşin içinde ekonomi varmış, politika varmış. Varmış da varmış. Hem tek başıma benim özgürlüğümün anlamı da yokmuş. İşte bunu öğrenmek yıktı beni. Peki ama kendi özgürlüğümün tadını çıkarmak için kimlerin özgürleşmesini beklemem gerekecekti? Ve ne zaman? Bunu mutlaka öğrenmeliydim; duvara yine yazı asmaya çalışan birine yaklaşmaya yeltendim ki birisi çekiştirdi beni. “Dikkat et, kafalarlar seni” dedi. “Sen kimsin” diyemedim, biraz ürkütücü bir suratı vardı. Ama meraktan çatlıyordum, öğrenmeliydim. Ne olacaktı ki en fazla, zorla bana hiçbir şey yaptıramazlardı. Gidip sordum o çocuğa; o ciddi yüzü bir anda bir dönüştü, kahkahalar atmaya başladı. Bozuldum biraz. Ama hemen kendini toparladı ve öğrenmek istiyorsam okumam gerektiğini söyledi, bilimsel kitaplar okumalıymışım aksi halde kafamı bir yığın safsatayla doldurmak isteyen akbabalara yem olurmuşum. Ne zormuş kendi hayatının sahibi olmak!O günlerde tanıştım Yücel’le, Sevgi’yle, Zafer ve Rıza’yla. Çok yakın arkadaş olmuştuk. Ders notlarımızı paylaşıyor, birbirimize çay ısmarlıyor, sohbetler ediyorduk. Özellikle Yücel kitaplara çok meraklıydı. Neredeyse üç beş günde bir kitap bitiriyordu. Kolunun altında hep kitapla gezerdi. Ha bir de gazete tabii ki. Biz de merak eder, okuduğu kitabı incelerdik. Kimi zaman bir roman olurdu, kimi zaman şiir kitabı. Çoğu yazarı, şairi onun sayesinde öğrendik. Heveslendik. Ben de artık elimde hep bir kitapla dolaşmaya başladım. Rıza güzel gitar çalardı. Kantinin ortasında çalar söylerdi, biz de katılırdık. O hep beraber söylenen şarkıların coşkusu bir başkaydı.Artık üniversite sadece özgürlüğü tattığım yer değildi. Hepimizin hayata dair fikirleri vardı, konuşuyor tartışıyorduk. Derken son sınıfa kadar geldik ve okulun bitmesine haftalar kalmıştı. Bütün o yıllarda özgürlüklere dair çok fikir biriktirdik ama okul bitiyordu ve artık ailemizden harçlık alma dönemi de bitiyordu. İş bulmanın ve çalışma şartlarının zorluğu üzerine çok kafa yormuştuk ama şimdi sıra bize gelince çözüm bulmak zor geliyordu. Yücel’e sordum:“Ne yapmayı düşünüyorsun?”Her zaman çok tasasız bir duruşu vardı, hayrandım o yönüne.“Bakarız, buluruz bir şeyler” dedi gülümseyerek. Rıza memleketine dönüp orada iş arayacaktı. Zafer ve Sevgi evleneceklerdi. Ailelerinin bir süre onlara destek olacağını söylediler. Benim için de durum parlak değildi. Okul bitiyordu ama ailem çok zorlanmıştı. Harçları, harçlıkları denkleştirmek bazen mümkün olmadı, borç buldular. Şimdi sıra bendeydi artık.Uzun süre iş bulamadım, boş oturmamak için anketörlük, kafede garsonluk, çocuk bakıcılığı yaptım. İyi de oldu. İş hayatının ilk kazıklarını oralarda yedim ve tecrübelendim. Mesela anketörlerin çoğu kendisi doldururmuş anketi. Ben “aman araştırırlar sonra paramı vermezler” diye kapı kapı dolaştım, tek tek sordum soruları. Yine de patron anlaştığımız paranın yarısını vermez mi? Ya garsonlukta, kafenin sahibi boyuna yanımdan geçiyor, her geçişinde de mutlaka sürünüyordu. Tiksindim. Çocuğuna baktığım kadın kocasından kıskandı; ondan daha çok tiksindim.Okul ne güzeldi. Ama az ama çok paralarımızı paylaşırdık. Birimizde yoksa diğerleri o günkü harcamayı karşılardı, öyle borç olarak değil hem de. Okul bitince görüşmeye devam ettik. Fakat aylar geçtikçe buluşmalarımızın arası açıldı. Neredeyse iki ayda ancak görüşüyorduk. Konuştuğumuz konular da hep iş ve işsizlik olmuştu. Onlar da henüz iş bulamamıştı. Aileleri destek oluyordu, halbuki benim bir ay bile işsiz kalma lüksüm yoktu.Bir zaman sonra telefonda bile görüşemez olduk. Bu arada ben bir işten diğerine atlıyordum. Üniversite mezunu olduğum halde doğru düzgün iş bulamayışıma bıyık altından gülen, okumamış akraba çocuklarından uzak duruyordum. Arkadaşlarımın yanımda olmasına çok ihtiyacım vardı; aynı okulda olduğu gibi… Hepsini tek tek aradım. İçlerinden sadece Sevgi’ye ulaşabildim. Aradığım sıcaklık yoktu sesinde; ya da iş hayatı beni çok hassas yapmıştı ve bana öyle geliyordu. Alıngan olmuştum galiba. Hal hatır sorduk birbirimize, adet yerini buldu. “Evlilik ne zaman Sevgi” diyecek oldum, “ah iyi ki hatırlattın Leyla, Zafer’le karar verdik sadece ikimizin ailelerinin katılacağı bir nikah yapacağız, kusura bakmazsın değil mi?” dedi. Üzüldüm ama belli etmedim. “Yok canım ne kusuru, şimdiden kutlarım sizi” diyerek kapattım telefonu.Yücel’le Rıza’ya uzun süre daha ulaşamadım. Dostluğumuzun hep süreceğine ne kadar inandırmıştım kendimi. Demek ki hiç umurlarında değildim artık, nasıl olduğumu merak edip arayan yoktu.Birkaç ay sonra öğrendim ki Rıza Amerika’ya yerleşmiş. Bursla gidip orda kalmış. Ateşli konuşmalarının ana konusu olan, en çok eleştirdiği ülkeye… Meğer Yücel’in de Almanya’da dayısı varmış ve daha okuldayken çağırmış yanına. Hiç bahsetmemişti oysa. Dayısının yanında kalıyor ve işyerinde de yöneticilik yapıyormuş şimdi.İyi güzel de, hani birlikte kurtulacaktık!