…Bu durgun zarafet, bir rüzgar gibi görünmeden köyün içinde eserdi. Göze görünmezdi, ama dilden de düşmezdi. Ne yaptığını, ne yapmadığını ve yediği haltları hep başkalarından öğrenirdi. Köyde hiç kimseyle görüşmez, ayaküstü hal hatır sormak dışında kimseyle konuşmazdı. Evlere gittiğinde kusuru aranır, konuşmaya durduğunda ağzından laf alınmaya çalışılırdı. Bir tek güneş saçlı, gök gözlü bir güzel kızcağız vardı ki onunla sohbet eder, evlerine misafir olurdu. O diğerlerine benzemiyordu. Toprağı buradan ama suyu çok ötelerdendi. Ailesi de ona benziyordu. Hele ki babaları. Babaları bambaşka biriydi. Duruşu, bakışı, sesinin tonu, yürüyüşü kısaca hali bir başkaydı. Ailece tarlaya gider güle oynaya dönerlerdi. Hâlbuki buralarda tarlaya endişeli gidilir, sıkkın ve yorgun dönülürdü.Bir gün babasıyla tarladan dönerken bu altın başlı kızcağızı ve ailesini tarlalarında görmüştü. Yaşlı, yarı yarıya çürümüş bir armut ağacının altında bütün aile ayakta duruyordu. Düzgün bir halka etrafında bir araya toplanmış bir şeyler konuşuyor gibiydiler. Bir fısıltı gibi seslerini duyuyor, ama anlayamıyordu. Ailenin altı yedi yaşlarındaki en küçük kızı dahi bu toplantıda babasının elinden tutmuş bir vaziyette hazır bulunuyordu. Ağacın gölgeliğinde, dünya telaşından sıyrılmış, yüzleri birbirlerine dönük, tebessümleri ile ördükleri bir halka etrafında el ele akıyorlardı. Birkaç adım sonra, babasına dönüp:── Baba elimi tutar mısın? demişti, küçük bir kız çocuğu edasıyla. Bir taraftan elini de babasına uzatmıştı.── Hııı?, diye sıçramıştı babası. Olduğu yerde çakılıp durmuş, anlamsız gözlerle bakmıştı. Kızının uzanmış eline tuhaf tuhaf bakıyordu.── Ne!, diye bağırmıştı.── Bugüne kadar hiç elimden tutmadın baba, bugün tutar mısın? Köyün girişine kadar. Hiç olmazsa birkaç adım, demişti. Bir süre yolun ortasında baba kız değil de iki yabancı gibi birbirlerine bakmışlardı. Dellendi bu kız, diyerek babası yürüyüp gitmiş, eli havada kalmıştı…