bildirgec.org

yaşam hakkında tüm yazılar

Saçmalıklar – 3

oky | 18 July 2002 03:10

küçük sarı dişlerimle atışmıştık.

beni kötü temsil ettiklerinden dolayı şikayetçiydim onlardan. “çektiririm sizi” diyerek korkuttum önce. gülme hakkımı elimden almış bulunmaları beni çileden çıkarıyordu. bir gün kendi kendime “neden kaplatmıyorum?” diye sordum. evdekileri buna ikna eder etmez kendimi doktorun kapısında buldum.

muhayehane veya muaynane ya da muhayhane, belki de muğaynane apartmanın ikinci katındaydı. kimse yoktu. doktor tatile çıkmış. bir haftanın ardından yeniden gittik. zaten tanıdıktı. önce biraz sohbet ettik. bu fikrimin temellerini araştırdı kendisi. “gençsin” dedi bana. vazgeçirmeye çalıştı. baktı kararlılığım karşısında yapılacak bir şey yok, dişlerimi kontrol etti. “sen sigara içiyorsun” dedi. ben “içmiyorum” dedim. “içiyorsun” dedi tekrar. “içmiyorum” diye ısrar ettim. heyecanlandım. annem bana dönüp “içiyor musun yoksa?” diye sordu. “içmiyorum” dedim. yine sordu. yine aynı cevabı verdim. bir yandan da bunun daha ne kadar süreceğini düşünüyordum.

Belirsizlik Karmaşası

terra | 31 March 2002 00:17

Öyle bir şey ki bu, yaşamla ilgili tüm kaygıları bir kenara bırakıp tam anlamıyla birini düşünebilmek, onu düşlerde sevebilmek. Düşlerle yaratılan bir insan ve yanında onun bir de aslı. Peki ne ki bunun sebebi? Bir beklenti mi? Bir arayış mı? Belki de bir gereksinim. Bilimin feromonlarla açıkladığı olay olsa gerek bu. Aşk mı? Yalnızca tek taraflı mı peki? Her görüşte masum bir kalbin yerinde fırlayacak gibi olması hatta bir bakıma kırılması mı? Tüm umutların bir anda tükenmesi mi? Yoksa yaşama dair her şeyin toz pembe olması mı? Bitmek bilmeyen derin ve anlam yüklenmesi zor olmayan bakışlar ve büyük bir düşkırıklığı. Her gün tekrarlanıyor olmasına ne demeli? Yok mu bir sonu? Bir çözümü? Kendime olan güvenimi çoktan yitirmiş olmam kimin umurunda ki? Ortada sensizliğin duygusu, dinmesi uzun zaman alacak bir acı. Görebilmenin yanında sesimi de duyabilmenin zamanı değil mi artık?..

anlamanız gerekmior

bobiler.org daki ozan | 18 March 2002 14:09

havada ilerleyen elime bakıyorum.

arkasındaki görüntüler hızla akıp gidiyor.

sağ ayaımla ileri doğru bir adım atıyorum.

yere basınca ayağımın yanları biraz şişti.

sol ayağımı ileri atıyorum.

topuğumun yere değince çıkarttığı sesi duydum.

hareketsizim.

kafamı kaldırdım , önüme bakıyorum.

yavaş yavaş sağa sola sallanıp ben sallandıkça değişen açılara bakıyorum.

en solda olduğumda karşımdaki masanın kenarı önümdeki koltuğun arkadasında kalıp görünmez oluyor.

durdum.

gözlerimi kapattım.

sağ elimi suratıma götürüp alnıma ve burnuma değiyorum.

suratımın kıvrımlarını hissetmeye çalışıyorum.

alnıma işaret parmağımla vurunca çıkan sesi dinledim.

şimdi suratım diil, suratıma değen ele odaklandım.

sanki bana dokunan ben diilim gibi.

Gölge 2…

pinkfloyd | 06 March 2002 10:19

NOT: Önce Gölge 1’i okumalısınız.

Uzun bir zaman geçti. Ama hala hiçbir belirti, hareket, oluşum yok. Öylesine olduğum yerde duruyordum. Oturmaktan sıkılmıştım. Ama ne yapabilirdim ki kapısız bir odada? İçinde bulunduğum sonu bilimez bu oyun beni böyle bırakacak değildi ya! Elbet bir çözümü olacaktı.. Aynalar.. aynalar.. mutlaka bunların ardında bir şeyler olmalı diye düşündüm ve onlara yöneldim. Aynalara bakıyorum, beynim hala bu alışılmaz duruma alışmamıştı. Kendimi göremiyordum. Aynaları bir şekilde kırmam gerekiyordu. Ama etrafta aynaya fırlatacak hiçbir şey yoktu. Çaresiz üzerimdeki gömleği çıkardım, elime sıkıca bağladım ve aynaya sertçe bir yumruk attım. Atmamla birlikte yere düştüm. Aynanın için-den geçtim sanırım. Alışmıştım aptallıklara. Etrafıma dikkatlice baktığımda düştüğüm yeri hatırladım. Gizem’in istediği saati getirmek için çıktığım odaydı bu. Bu ev nasıl bir cehennemdi anlamıyordum. Ama bu oyundan gerçekten çok sıkılmıştım, merdivenlerden hızlıca aşağıya inmeye başladım.. Merdi-venlerin sonuna geldiğimde Gizem Hanım’ın çocuğunu merdivenlerde ağlarken görmüştüm. Onun çocuğumuydu onu da bilmiyordum ama bu paradoks üzerine düşünecek zamanım kalmamıştı. Neden bilmiyorum çocuğun yanına oturmadım. Öylesine duruyordum. Düşünmek istemiyordum çünkü bir an önce eve gitmeliydim artık, kiminle diyaloğa girsem davranışlarım başkalarının elinde oluyordu. Ama eve gitmem için çocuğun yanından geçmem gerekti. İstemsizce yanına oturdum ve başı dizlerinin aras-ında olan çocuğa seslendim. Sarı saçları omuzlarına dökülüyordu, düzgün, bakımlı:

-Hey, neyin var?

-…

-Niçin ağlıyorsun?

..yine lambalar söndü ve yine aynı his. Her yerimden bir şeylerin geçtiğini hissediyordum. Fakat bu biraz daha farklı. Daha gerçekçi. Ne olduğunu anlamak istemiyordum. Öylesine durmaya devam ettim ve ışıkların gelmesini beklemeye devam ettim.

Işıklar tekrar yandığında oldukça büyük bir yataktaydık. Gizem ve ben. Ellerim ve ayaklarım bağlıydı ve çıplaktım. Gizem şehvetle bana sarılıyordu. O kadını arzulamadığım halde ona karşılık veri-yordum ve o anki durumumdan kahretsin ki hoşlanıyordum .. sanırım ..Tam ona seslenecekken yatak-tan çıkan iki el ağzımı kapattı. Kırmızı kostümü olan iki tane koldan ve Gizem’den başka bir şey göre-miyordum. Gizem oldukça sert davranıyordu. Sanki bana o oyunları yapan kadın değilmişçesine benimle sevişiyordu. Gözlerimi kapattım, hiçbirşey yapamıyordum ve çok yorgundum. Onun ne yaptığını görmek istemiyordum. Onunla neler yaptığımı da. Tek hissettiğim Gizem’in üzerimde gezen tırnakları.

İstemeden verdiğim bedensel karşılığım kısa bir süre sonra birlikteliğimizin sona ermesinin se-bebi oldu. Hissettiğim kadarıyla Gizem üzerimde öylece duruyordu. Gözümü açmaya korkuyordum. Ama açtım, üzerimde bir battaniye vardı.

Birden rüya görmüşüm duygusuna kapıldım çünkü evimdeydim, en son uyuduğum zamandaki yerimde, odamda yatıyordum, evimin kapısı ve penceresi vardı, yağmur yağıyordu ve özellikle rüyamda yaşadığım Gizem’le birlikteliğimizin izini bedenimde hissediyordum.

Yatağımdan doğruldum. Buz gibi soğuk bir suyla duş aldım ve ardından kendime yiyecek bir şeyler hazırladım. Gördüğüm kâbus beni çok yormuştu anlaşılan. Televizyonda hiçbir şey yok. 26 tane kanal var ama kahrolası televizyonda hiçbir şey yok. 10’unda magazin, 3’ünde arabesk, 1’inde magazin haberleri sunan kurbağa suratlı biri, 5’inde üçüncü sınıf çizgifilmler, geri kalanlarında da ıvır ve zıvır.

Doğru bir saate bakmayalı çok uzun zaman geçmişti. Kol saatimi sanırım banyoda unutmuş-tum. Doğrulup banyoya doğru ilerlemeye başladım. İlerlerken de gördüğüm o iğrenç kâbus aklımdan çıkmıyordu. Tam banyonun kapısını açıp saati alacaktım ki kapı çaldı.

-Kim O?

-Bakar mısınız? .. Merhaba, şey .. ben .. Gizem Sarnıç adında bir bayanı arıyordum. Ona bir paket vardı da..

-Gizem Sarnıç?? Burda öyle biri yok.

-Ama nasıl olur efendim? Adres burası.

-Ama o burada yok, sanırım yanlış bir adres yazılmış.

-O zaman ben size vereyim bu paketi siz ona iletirsiniz.

-Anlamıyor musunuz? Burada öyle biri yaşamıyor.

Adam paketi içeri fırlattı ve hızlıca kapıdan uzaklaştı. Onun peşinden koşturdum ama o çoktan kaybolmuştu. Eve geri döndüğümde paket öylece duruyordu, ufak kese kağıdına sarılmış ve üzerinde hiçbir şey olmayan düz bir paket. Ona dokunmak istemiyordum. Gördüklerim bir rüya değildi sanırım. Ya da ben hâlâ bir rüyanın içindeydim. Koltuğa oturdum ve bir sigara yaktım, dayanamadım ve kutuyu açmaya başladım. Kutudan bir düğme çıktı. Bu düğmeyi bir yerden anımsıyor gibiyim. Evet evet, bu düğme gizemin evinde kağıtla beraber bulduğum düğmeydi, onu yanıma almamışıtm. Peki kağıt, kağıdı saklamam söylenmişti bana. Kağıdı rüyamda giydiğim gömleğin cebine koymuştum. Odama gittim, gömleğim kapının arkasında uyumadan önce astığım şekliyle duruyordu. Ve o kahrolası kağıt göm-leğimin cebinde duruyordu. Kağıdı aldım ve odaya geri döndüm. Bir yandan sigaramı içiyor, bir yandan da ben bu işe nasıl bulaştım diye düşünmeye başladım. Ve en son bir iş görüşmesi ayarlayan arka-daşımın bana Gizem’in evinin adresini verdiğini hatırladım. Arkadaşımın iş yerine gitmeliydim, herşeyi tam olarak çözmem için. Kağıdı ve düğmeyi yanıma alarak yola koyuldum.

Ertan’ın iş yerine gittiğim zaman onun orada olmayacağını umuyordum. Ancak o oradaydı. İçeri girdim. Onu hiçbirşey için suçlayamazdım çünkü ona bana bir iş bulmasını söyleyen bendim. Oturup onun yüzüne bakıyordum. O da bana bakıyordu. Bir gariplik vardı kesinlikle. Biraz paniklemişti beni görünce.

-İş görüşmesi nasıl gitti Mert?Anlaştınız mı bari .. şeyy.. neydi adı? Hah Gizem..

-Bilmiyorum.

-Ne demek bilmiyorum. Oğlum gitmedin mi geçen hafta görüşmeye sen? Bir haftadır seni bekliyorum. Hiç arayıp bir haber vermedin bana.

-Bir hafta mı?

-Mert iyi misin sen?

-İyiyim Ertan Abi. Sadece..

-Neler oldu orada? Solgun görünüyorsun.

-Neler olmadı ki!

..diye başlayıp bütün olanları en ince ayrıntısına kadar anlatıyordum. Tam Gizem’le birlik-teliğimizin olduğu anı anlatıp sözlerimi bitirecektim ki kapı açıldı ve içeri bir çocuk girdi. Oldukça şaşırdım, çünkü o .. o Gizem’in çocuğuydu ve Ertan’ın üzerine Baba diye koşarak atladı. Ertan’ın evli olduğunu bilmiyordum. Ayrıca Gizem’le evli olduğunu söylerdi bana, beni Gizem’e yolladığına göre. Bir yandan da Gizem’in sözleri aklımdan geçiyordu. Çocuğun babasının kim olduğunu Gizem’e sorarken Gizem iyiden iyiye saçmalamıştı diye anımsıyorum. Daha fazla düşünmeden buna bir son vermek is-toyrdum ve Ertan’a sordum:

-Bu senin çocuğun mu?

-Evet.

Tam ona annesi kim diye soracakken çocuk benim üzerime “Dayıcım” diye seslenerek koş-turdu. Hiçbirşey anlamıyordum. Annesi kim diye soramadan içeri Gizem girdi. “Nasılsın” deyip ya-nağımdan öptü beni, ardından Ertan’a sarıldı ve “İşler Nasıl?” dedi.

Kanalı değiştirdim. Bu iğrenç filmden iyice sıkılmıştım.

##SON##

«« Gölge 1 | Gölge 3 »»

—————————

© 2001 Emrah Ömüriş

yuvarlak hat

ae31 | 06 March 2002 10:19

Bak bu ilginç işte dedi. Gerçekten ilginç. Ben neyin sorumlu oldugunu çözmeye niyetlenmiştim sadece. Diğer kısımlarla ilgilenmiyordum. Bana dedi. Bir soru sor. Bu hiç duyulmamış olsun. Aklıma o an herkesin bildigi ve kimsenin ileriye götüremedigi gögüs ölçüsü geldi.

Bana sunulan hayvandı. Ben bir hayvan olarak yaşam sürecektim. Kafka bir böcek dedi. Bense hepsini kapsayan bir hayvan olacaktım.

Rüyaya dalmak için ellerimle ışıgı ittim. Müzik senin eserin. Benim olan zekam. Şimdi bir sessizlik. Evet aşagıda…

Başla…

Bundan sıkılmadım değil. Bir bira bir sigara uzatılan kelimeler ve gerçekten uzaklaşma. Benim aradıgım bu noktada anlaşılma kaygısı falan değildi. Tamamen bir göt istiyordum. O götü alabilirdim ve bunun gücü ile o yataktan kalkmıştım. Peki neydi bendeki bu göt merakı. Nereden çıkmıştı.

Sabahleyin isteksizce tuvalete giderken annem Ooo dedi göt oldun göt. Evet dedim. Tamam kaybettik. Bu kadar da üzerime gelmeyin.

Sifonu ne diye çekiyordum. Ne diye bu evden uzaklaşacaktım. Giyindim sanki bana bir faydası varmış gibi şık giyindim.

Ayna, köpegim bir olup konuşmaya başladı.

O dedi götle buluşacak o götle buluşacak.

Bu meseleyi fazla uzaga taşıyamazdım. Sokaktan güneşten en önemlisi gerçekten kaçamazdım. İlk fırsatta konuşmalıydım. Saat gibi buluşuldu.

İlk girişimleri geçiştirdim. Sonuca gelmek istiyordum. Bu burada kopmalıydı. Davetimi kırmadı kahverengi bir iç mekanda ordan oraya daldık.

Dedim gülüyor. Peki şimdi. Dedim ki. Benim ihtiyacım olan bir şey sende. Nasıl dedi demedi. Birasına sarılıp bu ciddi havadan hemen uzaklaşmak istedi. Sende dedim güzel bir şey var ve bunu benimle paylaşmanı istiyorum. Bu çocukça diyalogu daha ne kadar devam ettirebilirdim bilmiyorum ama kendimi elma şekeri ile kandırılmayı bekleyen bir bebeğe adamıştım. Tekrar güldü sanki ciddi olması gerektiginin sinyallerini veren beyin hücrelerine karşı çıkar gibi gülümsedi. Nası ne neden bahsediyorsun dedi. Bunu tek bir kelime ile açıklamama izin vermesini beni affetmesini söyledim. O an sanki tüm ışıklar sönmüş ağızımdan çıkacak göt kelimesini bekliyordu. Bir aydınlanma oldu etraf bana döndü o an vücudumdan uzaklaşıp masada kendimi gördüm. Mavi göt derken suratım agızımın çizdigi elipsi gördüm.

Kuru bir ne. Bunu sanki tüm oradaki insanlar söylemişti. NE! Evet dedim. Sadece bunu istiyorum senden.

Beni bunun için… cümlesini bitiremedi. Kalkmak için hareketlendi. Kolundan tutup o enfes tokatı patlatmalıydım. Ama kolunu tuttugumda hayvan diyerek o tokatı patlattı. Tekrarladı. Hayvan havada uçuştu süzülerek alnımın üzerine kondu.

Bundan sonra karanlıkta arkasından koşmaya ve o bilindik türk filmi rolüne yattım. Şaka yaptıgımı fazla tepki verdiğini falan zırvalayıp kalbini almaya çalıştım. Taraftarım neredeydi. Alkışları duyuyordum. Alçak oyunculugum ve o dayanılmaz isteklerim beni bir kere daha yere sermişti. Arkasına geçtim. Dedim. Bunları unutmalı. Senin için kolay olmalı dedi. Benim için ne zordu. Bunu düşündüm. Zor olan neydi. Kimindi.

Bu zoraki istegim asla bana eskisi gibi geri dönmedi. Bir uzaklık bir isteksizlik oldu. Kendi adıma ulaşamadıgım ve bu kolay lokmanın benden uzaklaşmasına alınmıştım. Eve dönerken beni yalnız bırakmadı. Hayallerimde yürüyüşümde gizlendi.

Eve vardıgımda kimse benimle ilgilenmedi. Hastasın sen dedi. Yere baktım köpek yine dayanamamış konuşuyordu. Banyo dedim. Tek yapmam gereken banyo.

Rahatlamıştım. Kahve biraz çikolata ve telefonu yanıma alarak numarayı çevirdim. Tüm bunlar bana hoş bir tat veriyordu. Ama bu başlangıç güzel olandı. Devamı her zaman ki gibi tek düze ve kısır olacaktı.

Bu bana tek bir şeyi hatırlattı. Güldüm. Adını andım.

organik

lzcramcillll | 06 March 2002 10:16

hepimiz organik molekülleriz değil mi? ve hatta biz sadece 1 trilyondan fazla hücreyi oluşturan atomların nötron,proton ve elektronlarından oluşmuş değil miyiz? ve hatta -abarttım- bunların daha küçük partiküllerinden oluşmuşuz öyle değil mi? işte söylemek istediğim bu, bizi elle tutamadığımız gözle göremediğimiz ve hatta bilimsel olarak teori olarak geçen bu yapılar yönetiyor. hayatımız bu görülemeyen yapıların altında ezilip gidiyor. bize canlılık veriyor bu yapılar ve yine elle tutup gözle görmediğimiz bazı şeyler bizi, hava, su, ev, hayat, iş, okul, yemek, sıcaklık, seks gibi ihtiyaçlardan alı koyuyor. nedir bu ki, bu kadar kuvvetli…

…içinizde fırtınlar koparıyor, aklınızı başınızdan alıyor.
sebepsizce ve görünmeyerek. uykusuzluk, iştahsızlık, zamansız yüz kaslarının kasılması ile kahkahalar atmak ve nedensiz göz yuvalarının ıslanması, amaçsız yürümek, topluma uyumsuzluk, sidiğinizin renginin bozulması, okulda veya işte başarısızlık, bazen iktidarsızlıkta görülüyormuş….
üzgünüm ama bu belirtileri gösteriyorsanız ve aklını kaybetme eğilimindeysen, sizde bu gözle görülemeyen şeyin esiri oldunuz. her an hayatınız değişebilir. nasıl mı hiç migren geçirdiniz mi, yada sinüzitin nasıl gözlerinizle beyninizi baskı altına aldığını biliyormusunuz? eğer biliyorsanız, “aşk” denen şeyin esiri olduğunuzda yabancılık çekmeyeceksiniz, tabii “aşk” bunların birkaç ila bir kaç yüz doz üstünde bir acıyla gelecek kapınıza.
“kaybana ander” derler

bizim orada

zaman’lamalar

pessoa | 14 February 2002 23:51

“zaman zaman git,

zaman zaman gene gel…”

Başka bir şimdi’miz olsaydı… Tercihlerin çatallandığı yollar hep farklı şimdilere götürseydi bizi, yolun başında durduğumuzda “gelecek” gibi gözüken. Nedir zaman bizim geçip gidenimizden başka? Saatlerdeki tüm kumlar tükendiğinde ters yüz edilen vakitlerle günü sonlandırmak için aynı noktada buluşması şart olan iki çizgi arasındaki fark nedir?

Herşey akıyor ellerimden, zaman rüzgar olup geçiyor saçlarımın arasından ya da rüzgar zamanın elleri oluyor mu demeli, yüzümü okşayan? Geriye dönüp bakmak, yağmurdan ıslanmış camın arkasından sokağı seyretmek gibi, eski bir sokak lambasıyla aydınlatılan. Oysa aynaya baktığımda gördüğüm “zaman geçmiş olmalı üzerimden” dedirtecek kadar aşikar kılıyor herşeyi… Zaman geçmiş olmalı üzerimden, rüzgarın elleri yüzümde, son kullanma tarihimi bilemiyor oluşum bir yoğurt olmamadan ileri geliyor olsa gerek; çünkü ortalama tüm yoğurtlar üretim tarihinden sonraki bir hafta içersinde tüketilmelidir. Tüketildim mi? Tükettim mi kendimi? Ama duruyorum burada hala, ellerim benim, gözlerim de… Benim herşey aynaya bakmadıkça, fotoğraflara göz gezdirmedikçe… Çünkü zaman kokuyor buram buram tenimde, zaman vücut buluyor bende. Ben zaman oluyorum, zaman ben oluyor üzerime bıraktığı izlerde.

Giderlerdi, ben de kardeşimle evde kalır, onların gelmelerini beklerdim. Kararırdı gökyüzü, sessizleşirdi sokaklar ve oyunlar tüketilirdi bir bir… Sanki herşey durunca ya da susunca zaman daha görünür kılardı kendini. Ölüme en yakın durduğunda hayatın netleşmesi bakışında ya da hayata en çok gülümsediğinde ölümün dokunması zihnine… kalbine… Gecikirlerdi ve susardı tüm oyunlarımız. Televizyonumuz yoktu evimizde, çizgi film seyretmek için komşumuza gidebilirdik ama vakit geçirmek için televizyonlarını ödünç isteyemezdik. Perdenin arkasına geçip yüzümüzü cama dayar sokaktan gelip geçen arabaları saymaya başlardık. On araba sonra gelecekler, derdik: gelmezlerdi; yirmi araba sonra gelecekler, derdik: yine gelmezlerdi… Beklediğimiz vakitte hiç gelmediler. O günlerde zaman dakikalarla değil arabalarla ölçülürdü… O günlerde annem ve babam onlara tanıdığımız araba kontenjanını hep aşarlardı; bunu da hiç bilmezlerdi.

Kol saatlerimiz oldu sonra ve renkli televizyonumuz. Vakit nasıl da su gibi akıp geçiyordu öyle: hep yetişemediğimiz bir yerler, bir şeyler, birileri oluyordu; oysa “hiçbir yerde hiç kimse bizi beklemiyordu”. Belki bu beklemeyiş bizi zamanla yarışa itiyordu. Zaman yetmezliği kol geziyordu şehirde… Sahi Allah aşkına, tüm bu insanlar hep birden nereye koşturuyordu? Neydi bu acele? Yirmidörde böldükleri günler, otuzardan saydıkları aylar yetmiyordu. Yetişmiyordu: elde avuçta hep sıfır vardı. Bereketi mi kaçmıştı günlerin? Bazen bir durgunluk çökerdi üzerime, derdim ki hep başka şimdiler olsaydı her tercihin sonunda, başka zamanlar hayal ederken bulurdum kendimi… Gizli bir kapı arıyordu gözlerim boşlukta, daha bereketli zamanlara açılan bir kapı…

Zamandan kurtulmak istedikçe “kol saatini evde unutma” oyunu oynardım ve sonunda hep mızıkçılık yapardım. Kendime yakalanırdım, gözüm kayardı otobüste oturan birinin kolundaki saate. Kuralları hep ihlal ederdim. Zaman kum olmuştu sanki, akreple yelkovan arasında sıkışmıştım. Sanki ne olacaksa o anda olmalıydı: saat “onüç sıfır sıfır” şimdi haberlerdi, şimdi yatma vaktiydi, şimdi sorunları çözme, şimdi yaşamanın tam zamanıydı, şimdi yaşanmazsa ne zaman yaşanacaktı? Saat “ondört yirmiüç” şimdi aşk zamanıydı. Şimdi tam zamanıydı. Ama ne kadar beklesem gelmezdi, ne kadar koşsam yetişemezdim, ne kadar dursam o kadar sıkıntı birikirdi içime ve ne kadar unutsam o kendini hatırlatırdı adamın birinin kolunda olsa bile…

Oysa neydi ki zaman? Zaman kaybolurdu dört tarafı denizlerle çevrili bir kara parçasının simsiyah göğünde. Yarınlara gebe olmayan gecelerde… Bir yerlerde, başka zamanlar hayal edilmişti. Ben doğmuştum, yaşıyordum ve üzerime siniyordu hayat. Hiçbir zamanlama benim ajandama göre değildi, herşeyin başka bir yerlerde oluşu ve sonra görünüşü vardı benim hayat dediğim aynada. Ben Tanrı’nın düşüydüm, dünyaya düştüm ve hayat “bir rüya olmuştu sevdanın gergefinde”…

Zaman neydi ki üzerimde taşıdıklarımdan başka… Kardeşimin kocaman adam olmasından, babaannemin ölmesinden, kentlerin büyüyüp insanları yutmasından başka…

Bir kum saatlik örüm kaldı; ama kaç kum taneciği saklıyor o saat içinde, bunu ancak gökyüzündeki bütün yıldızları tek başıma sayabildiğimde öğrenebilirim. Zamandan azat olacağım son kum tanesi uykuma düştüğünde…

kasabada yaşamak…

te_reja | 05 February 2002 10:59

Ufak bir şehirde yaşıyorum. Daha doğrusu büyükçe bir kasabada ..burada yaşamak ne demek bir bilseniz?

Üniversiteyi kazanmama rağmen akrabam yok diye İzmir’de okuyamamak, üstelik çalışmak zorunda olmak… Çalışsam da hiçbir zaman cep harçlığının üzerinde para kazanamamak, okuduğum kitapları okuyan ve üzerinde konuşacak başka kimseyi bulamamak, akşamları annem, salak kardeşim ve televizyondan kurulu bir hayat ne demek? Tüm şehirde herkesi tanımak, herkesin sizi tanıması, üzerinde taşıdığım -artık evlilik çağına geldi- damgası. İnsana kendisini meyveleri olmuş bir ağaç gibi hissettirmeleri çok korkunç. Bu işte çalışmam bile evlilik öncesi oyalanma diye algılanıyor. erkekler için yeni çıkan bir cep telefonu modelinden farkım yok, ya da manavda seçilen bir karpuzdan. Bu neyin cezası bana? Bir tek iş yerindeki bu bilgisayar var beni memnun eden, o da memnun ederken üzüyor,sürekli kaçırdığım şeyler çıkıyor karşıma üzülüyorum. Böyle işte…Önce bu yazımı nereye asacağımı bilemedim, bu hafta ne oldu köşesine asacaktım ki farkına vardım, bu hafta hiçbir şey olmamış, geçen hafta da…Gelecek hafta da birşey olmayacak.Çünkü benim haftalırım hep birbirine benziyor, hiç farkları yok. bilgisayarı kapatıyorum, yazarım sonra…

istemiyorum aslında yazmak

yuka | 20 January 2002 01:50

İstemiyorum aslında yazmak, ama yapacak bir şey yok yazmaktan başka…

Umutsuzca ilerliyor zaman, harcanan zamanlara ne zaman geri dönüp bakıp, aptalmışım ben diyeceğim, hangi gün viyaklıyan kedimi kucağıma alıp, güzelce seveceğim.

Bilmiyorum bilememek endişelendiriyor ilk defa beni, korkutuyor yaşam, bomboş kalmış bedenim, çarpıp duruyor bir oraya bir sana, bir bana.

Zor geçiyor, geçiştiriliyor, tekdüzeltiliyor, ama geri dönüp tekrar düzeltilemiyor.oturuyorum odamda , odam başka bir dünya, içi tamamen benden oluşuyor, içiyorum sigaramı, içkimi, atıyorum ruhumu yatıyor kenarda, dağtıyorum saçlarımı yıldızlar konsun diye etrafa.kötü telefon konuşmaları var odamda, kötü kalan anılar, bırakılan birbuçuk milyon var, fantazilerim var yatağımda, dokunuşların kokusu var duvarlarda. Sonra geçen zaman var , odadan ayrıldığım geri döndüğüm günün anısı var. Acılarım var, yıkıp attığım kütüphane de yazar acılarım. Büyülü anlarım var , istedimmi yakıyorum tütsümü, bakıyorum falımı, sonra radyom var içinde bir çok nota saklı farkılı adamları konuk ettim bilinç altıma, şiir kitaplarım var bir dönem elimden düşürmediğim, ayrılık sonrası hepsini yalancı bulup savurduğum. Sevgilim oldu 2-3 tane , bir kaç kaçamak oldu düşündüğüm bu tuşlarda duygularımı sattığım.

Herşey var burda, Datçam var, bakmayı çok sevdiğim ben varım aynanın içinde. Gitarım var dokunmadığım.

Yaşım var burada, kaç sene geçti, şimdi sigaranın kokusuyla deviriyorum eskmişliğin kokusunu.

Hapsetmişim kendimi saplanıp kaldım burada, çıkamıyorum dışarı, istemiyorum galiba, sesizce bir ölüm korkusu sarıyor bedenimi, belki diyorum ruhum rahatlar, geçer mutluluk bedene hapsolmuş diyorum, kıyamıyorum hantal bedenime, gülüyorum aynada ne kadar farklı diyorum, bakıyorum kepli fotoma, bu ben miyim oluyorum.

Mutluymuşum hissetmemişim, mutsuzum sebep bulamıyorum. Kızıyorum.

Aynada ki ben ne kadar güzel diyorum, ruhu yansımış hapsolmuş aynaya, tersten yansıtıyor beni dünyaya. Bir çiçek almıyorum artık odama, alamıyorum çiçek, başkalarına veriyorum hep çiçekleri, kaybettim çiçekleri, tükendiler, üzüldüler.

Geceleri giriyorum yatağıma kafamada binbir düşünce, hayaller kuruyorum kurmaktan uyuyamıyorum, kalkıyorum, hayallerimi yaktığım bir sigara ile söndürüyorum. Tekrar yatıyorum yarın yine güneş doğacak ve bir yenilik girecek hayatıma, istemiyorum bu umudu.

Hep aynı şarkıyı çalıyorum super girl olmak istiyorum, onu dinliyorum şu an. Yapamıyorum alamıyorum bir hediye kendime, sınırsız dünyayı, sınırlamışlar beni dışında bırakmışlar. Ama kim onlar ve ben neden inanmışım onlara. Gözlerim kapalı düşünmüyorum onu, ağlamak istiyorum ağlıyamıyorum, büyümek bu muydu diyorum, olanları kabul etmek de görüyorum, susmak erdem diyorum.

Giderek götürenlere sevgilerle..

MEACULPA | 31 December 2001 08:57

“Hiç bilmediğim bir kentin nehrinin kıyısında, sensiz yürürken, göz yaşlarıma boğulsam ve sen bunu hiç bilmesen. Her yerde seni ararken -dertlerim yetmezmiş gibi – seni bulamasam. Issız, tenha, sensiz yollarda, çaresiz, bitkin, -sadece- düşünsem. Kimsesiz, yorgun, yaşamın anlamını aradığım o şehirde, -ellerin ellerim de değilken- yönsüz yürüsem….

Hiç bilmediğim bir kentin her hangi bir yerinde, gözlerin başka birine baksa, düşlerim yine yıkılsa ve yaşamın tüm zorluğu döndürse çığlıklara. Kaybolsam hiç bilmediğim o kentin tam ortasında (ama) yine de seni arasam çaresizce bütün gece. Uykusuz, soğuk, bitmiş günlerde, her on dakika da bir arasam seni, her on dakika da bir tekrar yıkılsam….açılmayan telefonlarla “bu sefer bulacağım” diyen umutlarımı kapatsam…

Hiç bilmediğim bir kentin tüm sokaklarını gezsem, en çok bildiğimi sandığım “seni”, henüz bil(e)mediğimi anlasam. Bilmenin veya bilememenin artık bir önemi olmasa o şehirde. Tüm umutlarımı kaybetmeye birkaç telefon kala, yalnızlığın sebep olduğu hastalığım gene beni sarsa, alyuvarlarım yuvarlanmaz olsa..

-senin yüzünden- fazlasıyla sıvı kaybettikten birkaç gün sonra, geçmişimden hiçbir parçamın olmadığı başka bir bilmediğim yere gitmek üzere, aklımda yarım kalmış binlerce hayalle ve geldiğime benzer bir trenle O kenti terk etsem. Ve bir daha seni hiç görmesem…

…”seni çok özledim lütfen gel” diye beni o hiç bilmediğim kente çağıran ve geldiğimde –nedensizce- ortadan kaybolup, benim için anlamını yitiren sen olsan.

Ve ben bu sayfadaki bütün cümleleri (istemesem de), terk edilmenin bir zaman sonra gelen basitliği, ve giden üzüntüsü sayesinde di’li geçmiş zaman ekiyle bitirsem.”