“Hiç bilmediğim bir kentin nehrinin kıyısında, sensiz yürürken, göz yaşlarıma boğulsam ve sen bunu hiç bilmesen. Her yerde seni ararken -dertlerim yetmezmiş gibi – seni bulamasam. Issız, tenha, sensiz yollarda, çaresiz, bitkin, -sadece- düşünsem. Kimsesiz, yorgun, yaşamın anlamını aradığım o şehirde, -ellerin ellerim de değilken- yönsüz yürüsem….

Hiç bilmediğim bir kentin her hangi bir yerinde, gözlerin başka birine baksa, düşlerim yine yıkılsa ve yaşamın tüm zorluğu döndürse çığlıklara. Kaybolsam hiç bilmediğim o kentin tam ortasında (ama) yine de seni arasam çaresizce bütün gece. Uykusuz, soğuk, bitmiş günlerde, her on dakika da bir arasam seni, her on dakika da bir tekrar yıkılsam….açılmayan telefonlarla “bu sefer bulacağım” diyen umutlarımı kapatsam…

Hiç bilmediğim bir kentin tüm sokaklarını gezsem, en çok bildiğimi sandığım “seni”, henüz bil(e)mediğimi anlasam. Bilmenin veya bilememenin artık bir önemi olmasa o şehirde. Tüm umutlarımı kaybetmeye birkaç telefon kala, yalnızlığın sebep olduğu hastalığım gene beni sarsa, alyuvarlarım yuvarlanmaz olsa..

-senin yüzünden- fazlasıyla sıvı kaybettikten birkaç gün sonra, geçmişimden hiçbir parçamın olmadığı başka bir bilmediğim yere gitmek üzere, aklımda yarım kalmış binlerce hayalle ve geldiğime benzer bir trenle O kenti terk etsem. Ve bir daha seni hiç görmesem…

…”seni çok özledim lütfen gel” diye beni o hiç bilmediğim kente çağıran ve geldiğimde –nedensizce- ortadan kaybolup, benim için anlamını yitiren sen olsan.

Ve ben bu sayfadaki bütün cümleleri (istemesem de), terk edilmenin bir zaman sonra gelen basitliği, ve giden üzüntüsü sayesinde di’li geçmiş zaman ekiyle bitirsem.”