“zaman zaman git,

zaman zaman gene gel…”

Başka bir şimdi’miz olsaydı… Tercihlerin çatallandığı yollar hep farklı şimdilere götürseydi bizi, yolun başında durduğumuzda “gelecek” gibi gözüken. Nedir zaman bizim geçip gidenimizden başka? Saatlerdeki tüm kumlar tükendiğinde ters yüz edilen vakitlerle günü sonlandırmak için aynı noktada buluşması şart olan iki çizgi arasındaki fark nedir?

Herşey akıyor ellerimden, zaman rüzgar olup geçiyor saçlarımın arasından ya da rüzgar zamanın elleri oluyor mu demeli, yüzümü okşayan? Geriye dönüp bakmak, yağmurdan ıslanmış camın arkasından sokağı seyretmek gibi, eski bir sokak lambasıyla aydınlatılan. Oysa aynaya baktığımda gördüğüm “zaman geçmiş olmalı üzerimden” dedirtecek kadar aşikar kılıyor herşeyi… Zaman geçmiş olmalı üzerimden, rüzgarın elleri yüzümde, son kullanma tarihimi bilemiyor oluşum bir yoğurt olmamadan ileri geliyor olsa gerek; çünkü ortalama tüm yoğurtlar üretim tarihinden sonraki bir hafta içersinde tüketilmelidir. Tüketildim mi? Tükettim mi kendimi? Ama duruyorum burada hala, ellerim benim, gözlerim de… Benim herşey aynaya bakmadıkça, fotoğraflara göz gezdirmedikçe… Çünkü zaman kokuyor buram buram tenimde, zaman vücut buluyor bende. Ben zaman oluyorum, zaman ben oluyor üzerime bıraktığı izlerde.

Giderlerdi, ben de kardeşimle evde kalır, onların gelmelerini beklerdim. Kararırdı gökyüzü, sessizleşirdi sokaklar ve oyunlar tüketilirdi bir bir… Sanki herşey durunca ya da susunca zaman daha görünür kılardı kendini. Ölüme en yakın durduğunda hayatın netleşmesi bakışında ya da hayata en çok gülümsediğinde ölümün dokunması zihnine… kalbine… Gecikirlerdi ve susardı tüm oyunlarımız. Televizyonumuz yoktu evimizde, çizgi film seyretmek için komşumuza gidebilirdik ama vakit geçirmek için televizyonlarını ödünç isteyemezdik. Perdenin arkasına geçip yüzümüzü cama dayar sokaktan gelip geçen arabaları saymaya başlardık. On araba sonra gelecekler, derdik: gelmezlerdi; yirmi araba sonra gelecekler, derdik: yine gelmezlerdi… Beklediğimiz vakitte hiç gelmediler. O günlerde zaman dakikalarla değil arabalarla ölçülürdü… O günlerde annem ve babam onlara tanıdığımız araba kontenjanını hep aşarlardı; bunu da hiç bilmezlerdi.

Kol saatlerimiz oldu sonra ve renkli televizyonumuz. Vakit nasıl da su gibi akıp geçiyordu öyle: hep yetişemediğimiz bir yerler, bir şeyler, birileri oluyordu; oysa “hiçbir yerde hiç kimse bizi beklemiyordu”. Belki bu beklemeyiş bizi zamanla yarışa itiyordu. Zaman yetmezliği kol geziyordu şehirde… Sahi Allah aşkına, tüm bu insanlar hep birden nereye koşturuyordu? Neydi bu acele? Yirmidörde böldükleri günler, otuzardan saydıkları aylar yetmiyordu. Yetişmiyordu: elde avuçta hep sıfır vardı. Bereketi mi kaçmıştı günlerin? Bazen bir durgunluk çökerdi üzerime, derdim ki hep başka şimdiler olsaydı her tercihin sonunda, başka zamanlar hayal ederken bulurdum kendimi… Gizli bir kapı arıyordu gözlerim boşlukta, daha bereketli zamanlara açılan bir kapı…

Zamandan kurtulmak istedikçe “kol saatini evde unutma” oyunu oynardım ve sonunda hep mızıkçılık yapardım. Kendime yakalanırdım, gözüm kayardı otobüste oturan birinin kolundaki saate. Kuralları hep ihlal ederdim. Zaman kum olmuştu sanki, akreple yelkovan arasında sıkışmıştım. Sanki ne olacaksa o anda olmalıydı: saat “onüç sıfır sıfır” şimdi haberlerdi, şimdi yatma vaktiydi, şimdi sorunları çözme, şimdi yaşamanın tam zamanıydı, şimdi yaşanmazsa ne zaman yaşanacaktı? Saat “ondört yirmiüç” şimdi aşk zamanıydı. Şimdi tam zamanıydı. Ama ne kadar beklesem gelmezdi, ne kadar koşsam yetişemezdim, ne kadar dursam o kadar sıkıntı birikirdi içime ve ne kadar unutsam o kendini hatırlatırdı adamın birinin kolunda olsa bile…

Oysa neydi ki zaman? Zaman kaybolurdu dört tarafı denizlerle çevrili bir kara parçasının simsiyah göğünde. Yarınlara gebe olmayan gecelerde… Bir yerlerde, başka zamanlar hayal edilmişti. Ben doğmuştum, yaşıyordum ve üzerime siniyordu hayat. Hiçbir zamanlama benim ajandama göre değildi, herşeyin başka bir yerlerde oluşu ve sonra görünüşü vardı benim hayat dediğim aynada. Ben Tanrı’nın düşüydüm, dünyaya düştüm ve hayat “bir rüya olmuştu sevdanın gergefinde”…

Zaman neydi ki üzerimde taşıdıklarımdan başka… Kardeşimin kocaman adam olmasından, babaannemin ölmesinden, kentlerin büyüyüp insanları yutmasından başka…

Bir kum saatlik örüm kaldı; ama kaç kum taneciği saklıyor o saat içinde, bunu ancak gökyüzündeki bütün yıldızları tek başıma sayabildiğimde öğrenebilirim. Zamandan azat olacağım son kum tanesi uykuma düştüğünde…