bildirgec.org

uncategorized hakkında tüm yazılar

Parça Kontör Sektörü Nereye İlerliyor?

sinnerxx | 24 August 2009 18:34

Son dönemlerde çalıştığım sektör itibariyle bu konuda birçok soru ile karşı karşıya kalmaktayım. Bende çareyi bu konuyu derinlemesine anlatan bir yazı yazmakta buluyorum. Artık soru soranları bu sayfaya yönlendiririm…

İlk etapta parça kontör sistemi nasıl bir şeydir anlatayım. Malumunuz ülkemizdeki işsizlik ve parasızlık arttıkça insanlar para sıkıntısı yaşamaya başladılar. Bunun etkileri günlük yaşamın her noktasında hissedilmeye başlandı. Yani bu parasızlıktan cep telefonu kullanıcıları da ister istemez etkilenmiş oldu.

Kurgulanmış hikaye: “Benlik

onsekizsifirbir | 24 August 2009 17:49

Ilık esen rüzgarla birlikte, gözyaşlarını gönderdi, baktı ufka dolu dolu, görmek ister gibi uçup giden benliğini.Uzun kavakta sallanan son yaprağa bakıyordu kendine ne çok benziyordu, kopmaktan ve yere düşmekten başka çaresi yok. Düşecekti, rüzgarı bekleyecekti, savuracaktı bilinmezliğe, gözlerini kapatacaktı ve gidecekti. Akşam kızıllığında yok olan tüm renkleri gözünün önünden geçirdiğinde kendisini de gördü, yok olmuştu. Tüm arkadaş sohbetlerinde bahsederdi yok olmaktan, birgün çekip gitmekten, belki isteyerek belki istemeyerek. Ama gidecekti.Yorgunluk ne demek şimdi tüm vücudu biliyordu.
Kızgınlık değil, kırgınlık değil, bilinmeyen bir kelime gibiydi şimdi. Yıllar sonra bir bilge gelecek onun çürümüş vücuduna bakacak ve o kelimeyi açığa çıkaracaktı.Şimdiden teşekkürlerini sundu o bilgeye.Fantastik bir rüya gibi yaşamıştı bugüne kadar. Birilerine tecrübelerini anlatırken ağzından kaçıveren cümlelerdi bunlar, şimdi hangi tecrübeyi yaşıyordu? İleride anlatacak-ki ilerisi olur muydu meçhul- yeni duygulardı bunlar.Geçmiş zaman vaki olduğunda ben bunları yaşamıştım, bir ağacın dalındaki son yaprağa bakıp “işte ben buyum” demiştim, yalnızlıktan gözümden nasılda yaşlar süzülmüştü, gerçekleri görmek hayalle yaşamaktan daha acı verici imiş diyecekti. İşte ben buydum daldaki son yaprak misali beklerdim yitip gitmeyi. Son cümlelerini tüketmek ister gibi dünyada ki tüm kelimeleri biraraya getirip haykırdı biten güne. Gitar telleri her titrediğinde yeni bir melodi yaratırdı ya hani,işte her yarım kalış bir başlangıçtı onun için artık.
Şöyle bir bakılsaydı geçmişe ne görülürdü? Kaçışlar, intiharlar, psikozlar, nöbetler, yarım kalmış duygular ve virgülle ayrılamayacak kadar insanlık hali…

Elbette bunlar olacaktı, bazen insan olduğunu unutur ya insan ona benziyordu bu hali.
Peki ya kelebekler, onlar hiç ağlar mıydı geçmişlerine, “şimdi kozamdan çıktım, sadece yedi günüm var” deyip hüzünlenirler miydi yaşayamadıklarına, peki ya kelebekler günlük tutar mıydı hiç? Büyülere inanır mıydı karıncalar? Bütün hayatları boyunca çalıştıkları için isyan ederler miydi? Tüketmek bu muydu hayatı?
Kuşlar bile dansederlerdi gün batımında onun doğduğu yerde, çiçekler bile boyunlarını bükmezdi gün batarken. Ah gün batımı sen nelere kadirsin. Her rüzgar estiğinde söylenirdi “geldiğin yerden haber getir bana, orada mutluluk var mı söyle, orada insanlar gün batımında ölürler mi?”Belki rüzgarların dili olsa neler anlatırdı ona, diğer insanlarında acı çektiğini, uzun bir kavak ağacına bakıp iç geçirdiklerini, ama yine de insan olduklarını.Orada da kelebeklerin olduğunu, ama kelebeklerin hiçbir zaman günlük tutmadığını, bir hafta sonra ölecekleri için hiçbir zaman hayıflanmadıklarını…
Ve rüzgar geri döndüğünde onun halini de anlatırdı gittiği yere, derdi” orada biri var o da sizin gibi bana bulunduğunuz yerde mutluluk var mı diye sorar her gittiğimde ama dilim yok söyleyemem mutluluk heryerde…Onunda sizin gibi gözyaşları var her geldiğimde bana yükler o yüzden yağmurla dönerim gittiğim yere. Hep hayal eder ağaçta ki son yaprağın yerinde olsaydım ne yapardım diye. Ama kelimeleri hep boğuktur,geceye anlatır sereserpe hepsini, o yüzden gece soğuktur, güneş doğar ona döner yüzünü der “neredeydin tüm gece?” öyle hayıflanır ki söylediklerine güneş, kızgınlıktan bir alev topuna dönüşür, öylesine ateşlenir ki , kavak ağacına yönelir bir bakışıyla yerle bir eder ağacı.Artık bakıpta hayıflanacağı bir ağacı yoktur, dalda ki son yaprakta düşmeden kül olmuştur. Demek sonlar hep beklenildiği gibi olmuyormuş, o yaprak rüzgarla birlikte ölmeyi beklerken bir alev topu kül etmiştir tüm bedenini…
Dilde kalan tüm sözcükleri yutup içinde kelimelerden koca bir nehir oluşturmuştu.Bazen taşardı kayıp sözcükler nehri, kaybolmuş, söylenmemiş tüm sözcükler dünyaya yayılır, kelimelerini tüketmiş biri onu yakalayıncaya kadar uçar dururdu gökyüzünde . O yüzden ne zaman kelimelerini kaybetse uzun uzun bakardı gökyüzüne , kendi nehrinden taşmış bir kelimeyi yakalayabilmek umuduyla.

Gözleri öyle bakardi ki gökyüzüne orada tüm kaybolmuş hayaller, kaybolmuş tüm gerçekleri görürdü. Hiç olmadık zamanlarda olmadık hayalleri yakalardı, o hayalleri gönderebilmek adına ovuştururdu gözlerini çabucak silinsinler diye.
Bazen bir başkasının hayalinde bulurdu kendini, öyle gerçek olurlardı ki , onların acılarına dayanamaz hale geldiğinde kaybederdi benliğini. Gönderirdi vücudundan ve benliğini kaybettiği için acı bile duyamazdı. Böyle zamanlarda gözlerinde başkası var derlerdi ona, susar ve gülerdi. Hayalde ki acı ve gözyaşı bitene kadar bekler, tekrar benliğini aramaya koyulurdu, bu sefer gerçek acılar kavururdu kalbini. Unuturdu; neye gülerdi gerçek benliği, neye sevinirdi hatırlamaz, yeni bir “ben” oluştururdu her defasında. O yüzden kaçınırdı uzun uzun gökyüzüne bakmaktan, başkasının hayalinde kaybolmamak için.Benliğini geri alabilmek adına türlü oyunlar oynar her defasında kaybederdi, ama yorulmazdı, çünkü bu dünyada hiçbirşey onun olmasa bile birşeyin sahibiydi” benliğinin”… Sahip olduğu birşeyi geri alabilmek adına nasıl çırpınırsa diğer insanlar, o da bunun için çırpınır dururdu. Bulurdu benliğini baştan yazardı herşeyi, ta ki gökyüzünden gözüne bir başkasının hayali düşene kadar…
Bazen kuşların hayali düşerdi gözlerine, kuşların hayali gökyüzüne sahip olmaktı, şikayetçilerdi uçaklardan, uçurtmalardan, gökyüzü onların olmalıydı. Karşılaştığı hayaller arasında kuş gibi olmak isteyen bir insan hayali geldi aklına gülümsedi.Dünyada herşey çakıştığı gibi hayallerde çakışabiliyordu.
Bazen sorardı kendine , hayaller bu dünyaya mı aitti?Çünkü bu kadar sert bir dünya bu kadar hayali içinde barındıramazdı.Tüm hayaller çocuklardan doğar,tüm hayallerin çocuklardan doğmasının bir başka sebebi de; dikkat ederseniz en çok onlar gökyüzüne bakarlar, ebeveynlerine bakabilmek için bile başlarını yukarı kaldırmak zorundalardır,uçurtmalarını kontrol edebilmek adına sürekli gökyüzüne bakarlar…Birde onların gözlerine düşen hayalleri düşünün…

requem- dua

astral | 24 August 2009 16:19

Requem- filozofumdu. ‘Var mı böyle biri, gerçek mi acaba?’ dediğimdi…

Sebep benim, kalmasına da gitmesine de.

Tanıdığım ilk gün -deli etkilendik.- O etki büyü gibiydi. Gitti, aradan iki yıl geçti. Etkisi azaldı, bitti hatta desem; yalan! Yok öyle birşey.

Sanki kopmadık. Sanki parçalanmadı, evrende atomlarımız farklı kıtalara dağılıp, birbirimizi unutup, yaşama öyle ediyor olduğumuz, yalan!

Ankara. O şehir ki, her gün sokaklarını arşınladığın, bir ton gereksiz adamla karşılaştığın şehrin… ‘Her küçük adım, uzak diyarların sebebi değil mi?’ Görülmez mi o kalp- o ruh- o yürek/ o tutku tekrar?

Tükenmez Alem

zorkediii[pilli_silinen_hesap] | 24 August 2009 14:14

Dünya üzerindeki seyahatimiz sırasında fark ettim her şeyi. Kamaranın penceresi o denli buğuluydu ki; en gerçek dışı rüyalar bile görülemiyordu. İçeriye doğru uzanan eller o denli şeffaftı ki dokunabilecekleri sadece var olma çabaları.

Dışarı çıktım, yürür gibiydim, durdum. Geldiğimiz bu yabancı topraklarda ecnebilerin konuştukları lisan, ürkütücüydü. Hiçbir şey anlamıyordum. Arada bir yüzüme bakıp, tepki bekliyorlardı ama yok… bir anlam yoktu, bu yüzden bir tepkide yok…

Gemiye doğru hızla koştum, gerisin geri bıraktığım her şeyden daha yabancıydı kaçışım. Siyah kürkümün ağırlığına dayanamayıp attım onu ve kucaklandım. Beni kucaklayan güçlü kollarıyla ektiğim limon ağacımdı.

Kasımpaşa’da Vuslat Zamanı

juki | 24 August 2009 12:22

Haliç'in dertli delikanlısı zor günleri geride bırakıyor...
Haliç’in dertli delikanlısı zor günleri geride bırakıyor…

43 yıl aradan sonra ilk kez 2007-2008 sezonunda Süper Lig’de oynamaya hak kazanmış Kasımpaşa, 1 sezonun ardından tekrar Süper Lig’de boy göstermeye başladı. Kasımpaşa takımı gerçekten çok zorlu süreçlerden geçti. 2005 senesinde TFF 3.Lig’de oynayan takım kısa zamanda çok yol aldı, ama 3 -5 bin civarında taraftarı dışında kimseye yaranamadı. Türkiye Futbol Federasyonu bir yandan basın diğer yandan, hakemler öyle bu takım kamuoyunda hep Recep Tayyip Spor olarak lanse edildi. Bu durum klübe büyük zarar verdi.TFF, 2007-2008 sezonunda Kasımpaşa’nın maçlarını kendi evinde oyamasına izin vermedi. Sebebi ise zeminin suni çim olmasıydı. Aynı TFF bir yıl sonra Gençlerbirliği,Hacettepe ve Ankaragücü klüplerine Ankara 19 Mayıs Stadı’nda suni çimde oynama izni verdi. Kasımpaşa ise sahanın zeminini doğal çime çevirmek için onca zaman harcadı ama bu işlem ancak 2007-2008 sezonunun son haftalarında gerçekleşti. Takım, o sene maçlarını Olimpiyat Stadı’nda oynadı ve taraftar desteğinden mahrum kaldı. Taraftarlar takımlarını birkaç maça izleyebildi ancak. O sezon küme düşen Kasımpaşa, ertesi sezon Bank Asya 1.Lig play-off şampiyonu olarak lige dönüş yaptı. Bu süreç içinde kamuoyunca hep yaftalandı. Hakemler Kasımpaşa’nın maçlarına hep bir önyargıyla çıktılar. Evet, siyaset söylentileri klübe büyük zarar veriyordu.Bunun en açık örneğini Mayıs 2009’da Ankara-Yenikent’teki play-off maçlarında gördük. İlk maçta Altay ile karşılaşan Kasımpaşa 1-1 giden maçın son dakikasında kornerden gelen topta temiz bir gol bulmuş, fakat bu gol hakem Aytekin Durmaz tarafından faul gerekçesiyle iptal edilmişti ve maç penaltılara gitmişti. Sonunda penaltılardan galip çıkan taraf gene Kasımpaşa oldu, ama iptal edilen gol spor kamuoyunda herkes tarafından yanlış bir karar olarak yorumlandı. Play-off finalinde ise Karşıyaka’yı 2-1 ile geçen Kasımpaşa Turkcell Süper Lig’de yeniden oynamaya hak kazanıyordu. Lakin bunu hazmedemeyen Karşıyakalı 7.000 tarafar 3.000 kişilik Kasımpaşa tribününe saldırmış, sahaya inmiş ve hatta şampiyonluğu kutlayan Kasımpaşalı sporculara saldırı grişiminde bulunmuşlardı.O gece güvenlik güçleri olayları yatıştırmıştı ama ne var ki TFF Karşıyaka klübüne 5 maç ceza verirken Kasımpaşa’ya da 1 maç cezayı araya sıkıştırmıştı. Şimdi soruyoruz, Kasımpaşa’nın suçu neydi? Şampiyon olup Süper Lig’e mi çıkmak? Nitekim Kasımpaşa bu cezasını geçen hafta İ.B.B önünde çekti. Taraftarından yoksun olan Kasımpaşa bu maçı 3-1 kaybetti.Şimdi Kasımpaşa’da vuslat zamanıdır işte… Kasımpaşa, özetle bahsettiğim bu zorlu günlerin ardından taraftarına ve Süper Lig’e kavuştu ve 4.hafta Kasımpaşa’da oynayacağı Gençlerbirliği maçını bekliyor.

En Sevdiğim Sağ Ayak Serçe Parmağım

belesh | 24 August 2009 11:55

Bugün (ki aslında epey oldu) tırnaklarımı keserken farkettim ki sağ ayak serçe parmağımın tırnağına dokunmamışım. Hem de uzun bir süredir. Önce keseyim o tırnağı dedim. Sonra o parmağı komple kesmeyi düşündüm. Yoksa elimi mi kessem dedim, o zaman hiç dokunmamış olurum ona. En temizi kafamı keseyim de bütün bu düşüncelerden kurtulayım dedim. Sonra vazgeçtim bir süre.

En hor görülen parmaktır ayak serçe parmağı. Bir köşede unutulmuş, kendi haline bırakılmış. Ufak tefek, gereksiz görülen. Hayatı boyunca en çok darbeye, şiddete maruz kalan parmaktır. Diğerlerini korumak için hep kendini feda eder. Diğerlerine bir şey olmasın diye kendini öne sürer. Masa ayaklarına, kapıya, eşiğe, dolaba, sehpaya çarparsınız onu. Sesini çıkarmaz hiç. Boynu bükük durur hep. Bir yere çarptığınızda hatırlarsınız onun varlığını anca. Boyutu ile ters orantılı bir acı verir. İçinizi sızlatır. Aslında ne kadar önemli olduğunu sadece o zaman anlarsınız. Hem gözünüzün önünde olup hem de bu kadar dışlanmış, farkedilmez olmak. Hiç şikayet etmez size.

SOFRANIN BAŞINA ATEŞ DOKUNMASIN

keremx | 24 August 2009 11:05

SOFRANIN BAŞINA ATEŞ DOKUNMASIN

İftar anında bedenimizde kan şekeri çok düşüktür. Yeme ve içme isteğimiz had safhadadır. Bu durumda insan markete alışverişe gitse bütün marketi alası gelir. Bu yüzden uzmanlar aç karnına alışveriş yapmamızı tavsiye etmiyorlar.

İftar anını beklerken önünüzde kurulan tüm iftar sofrasını yiyecekmişsiniz gibi hissedersiniz kendinizi. Midemiz sahip olduğu bütün zilleri çalmaktadır.Yiyecek ve içecek ihtiyacı için tüm salgıları ile Mide alarma geçmiştir.

Ankara ve Doğu Ekspresi

juki | 24 August 2009 09:05

Tren, alternatif ve meşakkatli bir yolculuktur.
Tren, alternatif ve meşakkatli bir yolculuktur.

Geçtiğimiz günlerde İstanbul’dan Ankara’ya trenle gidip geleyim dedim ve gittim Haydarpaşa’dan bilet aldım. Ankara’daki işim önemliydi ve bu nedenle gidiş biletimi TCDD’nin ortalama üstü kalitedeki
trenlerinden Fatih Ekspresi’nden aldım. Bu hatta İstanbul-Ankara fiyatı 22,50 TL. Fatih Ekspresi gayet konforlu bir tren. Hızı çok yüksek değil, ama gece 23.30’da Haydarpaşa’dan hareket ederseniz sabah 7.45 gibi Ankara’ya rahat varıyorsunuz. Neyse ben de o sabah 7.45’te Ankara TCDD Garı’na vardım. Ankara-Gaziosmanpaşa’daki işimi çabuk hallettim ve Kızılay’da bir tur attıktan sonra vakit kaybetmeden saat 12.54’te İstanbul’a hareket edecek olan trenime binmek üzere Ulus’a, tren garına geri geldim.Dönüş bileimi Kars-İstanbul arası çalışan Doğu Ekspresi’nden almıştım. Onun fiyatı ise neredeyse diğerinin yarı fiyatı idi. 12,75 TL’lik fiyatı görünce hoop atladım aldım bu hattan biletimi. Lakin Ankara Garı’na geldiğimde trenin rötar yaptığını ve saat 14:00’te Ankara’dan kalkacağını öğrendim. Neyse dedim, 1 saat 4 dakika rötardan bir şey olmaz dedim. Beklemeye başladım. Orada yaşlı bir amcayla konuştum. Kendisi Ankara’nın ilçesi Polatlı’da oturuyormuş. Ankara’ya da haftanın belli günleri hastaneye, tedaviye geliyormuş. Her geldiğinde de ucuz olsun diye Doğu Ekspresi ile dönüyormuş. Bana dedi ki:

– Evlat, boşuna bekleme. Tren saat 4’ten evvel gelmez. Ben her zaman biniyorum.

Yazmamışlar kaderimi kimseyle…

astral | 23 August 2009 19:08

Ruh durur bazen. Zaman da akmaz. O anlar da yalnız bir parça müzik vardır, bir parça matem… -Neye olduğu belli olmayan-

An durur ya, bir gece yarısı, gökte yıldızlar varken, gök lacivertten; yüreğin laciverde yakınken; Özlem Tekin bağırır bir yandan: ‘Yazmamışlar kaderimi kimseyle…’

‘Bu şarkı bana yazılmış olmalı ya da bu kadın beni hissetti, yazdı.’ dersin.

Bir iç geçirirsin, bir sigara yakıp üfler gibi içli hissedersin kendini. Oysa hiç sigara içmemişsindir. Uzaklardan bir kadın sesi duyarsın, bir şarap kadehi yere düşer, tuz buz olur; kadının gözünden bir damla yaş süzülür, duyacağını hiç ummadığı söz kulaklarında çınlar; bilmiyordur ki, bir yüzyıl çınlayacaktır o laf, o an…