Ruh durur bazen. Zaman da akmaz. O anlar da yalnız bir parça müzik vardır, bir parça matem… -Neye olduğu belli olmayan-An durur ya, bir gece yarısı, gökte yıldızlar varken, gök lacivertten; yüreğin laciverde yakınken; Özlem Tekin bağırır bir yandan: ‘Yazmamışlar kaderimi kimseyle…”Bu şarkı bana yazılmış olmalı ya da bu kadın beni hissetti, yazdı.’ dersin.Bir iç geçirirsin, bir sigara yakıp üfler gibi içli hissedersin kendini. Oysa hiç sigara içmemişsindir. Uzaklardan bir kadın sesi duyarsın, bir şarap kadehi yere düşer, tuz buz olur; kadının gözünden bir damla yaş süzülür, duyacağını hiç ummadığı söz kulaklarında çınlar; bilmiyordur ki, bir yüzyıl çınlayacaktır o laf, o an…Uzaklarda bir kadın vazodaki gülleri devirir aniden yere… ‘Uçan kuşlar dönmez geri güz diye.’ Bir kuş uçar, o vakit ki; şimdiki zamanın çoktan dili geçmiş zaman olduğunun fark ettirendir.Lacivert lake bir gecede, siyaha akarken, onun hiç olmadığını anladığın an; ölmüş müsündür yoksa hiç başlamamış mıdır? Bileklerin kesildi sandığın o an var ya, kalır izi kaç enkarne sonrasına auranda iz olarak. O iz ki taşınır…Ruhunun bedeninde olması daha ağır geldiği anlar vardır, o an ki; kopmuş olsa gümüş kordon bu denli zor olmayacakmış gibi sızılı akar zaman; o zaman ki, akmaz… Lakin kanının vücudunda nasıl aktığını hissettiren anlardandır. Durur zaman.Dışarı atar kendini kadın, göz yaşarı akar, sapı sapır; siyah sokaklarda hıçkıra hıçkıra ağlar. ‘Dertliyim ki, ağlıyorum.’ der içinden, bakan gözlere yanıt olarak; zaten ağlamasını susturacak bir yol yoktur o an. Düşünür, ‘Nereye gideyim? diye… Yanıt bulamayınca bir yanı, dostluklarının da ne denli fani olduğunu hissettirir, tuz basar bir hayli…Siyahtır sokaklar, siyahtır gece… O gün ki, günden belliydi; siyah olacağı, o gün yüreği öyle siyahtı kadının, kadın anlamıştı çoktan, korkmuştu bir yanı… Lakin sezmek neye yarar ki?Uzaklardan bir kadın kadehini düşürür, duyduğu sözün ardından… An durur… Beyninden vurulur kadın. Oysa gerçekten vurulsa bu denli acımazdı ki canı…‘Bunun için mi sevdim? der, dünyada yapayalnız olduğunu anladığı o akşam; evrene koca bir isyan bayrağını çekmişken…Gece saat 24.00’ü gösterirken dolaşabileceği, gidebileceği bir yer yokken, gidebileceği tek yer otogar olur. Ertesi gün bayram olduğundan, otogarda bir hareket, heyecan, kavuşmalar, gülüşmeler, karşılaşmalar, kucaklaşmalar, beklemeler…Kadın sessiz sakin akan göz yaşlarını siler mendiliyle arada. Çaktırmadan ‘Niye ağlıyor bu kadın? diyen gözlerle karşılaşır. Kim düşünür ki, beyninden vuruldu o kadın bu gece. O ki, kendinden ve her şeyden çok sevdiği; kendini adadığı sevgilisi; ‘Başkasını istiyorum.’demiştir ona, hem de ona sımsıkı sarılarak, hem de ‘Seni çok seviyorum ama…’ diye ekleyerek, hem de bir keyifli, sohbetli bir rakı sofrasında, hem de şimdiye değin hiç tartışmamışlarken; birlikte yaşlanacaklarını umarken…Umarken…Uzaklardan bir cam sesi duyulur. Açık bir pencerede perde havalanır. Bir kedi miyavlayarak kaçar. Bir kadının ‘Nasıl olur, hiç mi sevmedin beni? diyen sesi duyulur. Sevgilisi yanıt vermez/ veremez… Kadın bilmez ki, o soruları yüzyıllarca soracaktır kendine, evrene; işin aslı yanıtını da hiç alamadan soracak, soracaktır…‘Yazmamışlar kaderimi kimseyle, kimileri sarılmışlar sevgiyle, uçan kuşlar dönmez geri güz diye, yazmamışlar kaderimi kimseyle…’’Bu şarkı bana yazılmış olmalı ya da bu kadın beni hissetti, yazdı.’ dersin.Lacivert gecede bir cam sesi kadının çığlığına karışır, o sevgilinin yüzündeki tokatta patlar; an. O an ki, kadın anlar, hiç patlatamadığı tokattır o. O tokattır ki, acıtan iz’sizliğin kendisidir. Hiç iz bırakamamış olmaktır. Sindirmenin formülünü bulamadığı budur. Kırılan cam kırıkları değil ruhu mudur yoksa bedeni midir? Yoksa hiç ‘hayır’ dememiş olması mı? Şimdi düşen bir şarap kadehi gibi düşerse düşsün, kırılırsa kırılsın denilip aldırış edilmemesidir; iz bırakan… Kazınan…