bildirgec.org

uncategorized hakkında tüm yazılar

PİRAYE

pillihafif | 01 July 2010 11:53

Ne kadar izin verebilirdi kendine? Kendine ne kadar zamanda dönebilirdi? İlk defa çalışmamaya karar verdi, çalışması lazımken hemde,bu önemli araştırmayı yapması lazımken…
Kapattı dosyaları.Tertemiz bir kağıt bulmalıydı çocuk kalbi saflığında.
O severdi çocukları…İşte boş sayfa karşısında,kalem sağında.Silgiyi hiç kullanmayacak.Son defa yazacak o’na…Ciddiydi.Kararlı.Kan akmazdı damarlarından ,ne en ana-sından ne en kılcalından bıçak değsede…
Ah…Bu olmamalıydı.Yağmur çiselemeye başladı.Çiseleme evrende durdurulmalıydı…
Derin bir soluk aldı çürümüş ciğerlerine ve başladı…

Piraye…
Sana canım demeyeceğim.Canım çok acıyor çünkü.Çünkü acıtmak değil niyetim.
Piraye…Kadınım! Seni o yağmurlu gece,hasta yatağında bırakıp gittiğim o gece sırtımdaki kurşunların hiçbir ehemmiyeti yoktu.Seni hasta yatağında bırakıp,kapıyı varlığımdan haberdar olma diye usulca kapadığım o gece…
Piraye…
Ruhum….
Bağırmalarım kulaklarıma azap veriyor.Sus pus ruhum aciz değil bu durumdan ama kulaklarım hasta yatağında acıdan kıvrandığın vakit karşı koyamadığım acı iniltilerini sarıyor ha bire eski bir plak gibi beynime.Beynim ki şimdi darmadağın…
Pirayem mektubunu dün aldım.Ah zaman!Mektubunu daha dün aldım…Ne sıcak başlamışsın,her satırda bir kez daha yandım.

Baş koyduğum yoldaki dostum,arkadaşım,canım ,sevdam,cananım. Hangi sevgi sözcüklerini sıralasam anlatamam sana olan sevdamı.Anlatamam ne kadar çok özlediğimi,nasıl yandığımı…Ama bunlar hakkım değil şu dakika sevdalım.
Bu coğrafyada çocuklar ölüyor,yaraları sağılamadan.Özlemin buram buram acıtırken içimi,haksızlık ettiğimi düşünüyorum onlara,tüm insanlığa,aşk ile yanınca…Sevdayı elimin tersiyle itiyor gibi görünerek,kalbimin sandığına kilitliyorum, umutla açabilmeyi düşleyerek.
Ölmeyen çocuklar iyileşir mi dersin?Ben mutlu mesut gözüm arkada kalmadan yaşayabilir miyim artık?Varabilir miyim yanına? Gelsem yaşadığın topraklara uğrar mısın bana?
Yağmur çiseler mi yine sen yanımdayken?Sen bırakır mısın bu kaçışları ?
Sadece bana kalır mısın?
İtiraf ediyorum yoruldum.Düşünmekten,savaşmaktan,acımaktan,kanamaktan!
Hastalandığında çocuklar, hastaneye yatırmak istiyorum onları.İnanılmaz şartlarda açlık, sefalet çekiyorlar.Tüm bunların ortasında sevdaya med-cezirlerim.
Ama düşünmemeliyim.İnsanlığa haksızlık etmemeliyim.Çünkü sevdaya çok var daha.Mutluluğa…Sana çok..!
İşgal edilen topraklar acıyı eşelerken yüreklerde,kanımızın son damlasına kadar savaşacağız diyor analar,babalar…
Siyah kazağını ben yokken de giyiyor musun ?
…Geceler soğuk burada.Ayaz hat safhada.Minicik eller kıpkırmızı,ya soğuktan ya kandan!
…Ayna buldum bir tane.Gözlerimi severdin.Baktığımda gözlerine,dalıp giderdim.Sen yokkende çocuklar ölmeye devam ediyor yine,yaraları sağılamadan hemde…Sen yokken o çok sevdiğin adam hergün yaralanıp,sonunda ölüyor.Sonra küllerinden geri toplanıyor dağılmak için.Sen yokken siyah kazağını hiç giymiyor.Yokken sen haberlere bakıyor,kuşlara yem atıyor,arada martılarla konuşuyor…Sen yokken piraye,deniz o mavi deniz değil artık ama,kahretsin yağmur yine çiseliyor…Demişsin ya sende,şimdi çok daha iyi anlıyorum devam edemeyeceğim bende…

“Minn tími mun koma!” sözü ve Sigurdardottir’in seçimi üzerine düşünceler

hayalicindegecti | 01 July 2010 10:48

Ben insanların eşcinsel oluşlarına karşı değilim. Bunu onların özgür seçimi olarak görüyor ve saygı duyuyorum. Ancak bütün toplumlarda bu konuya biraz aykırı bakılması nedeniyle zor bir sosyal yaşamları olacağını düşünüyorum
Bunu baştan belirtip altını çizdikten sonra sizlerle İzlanda Başbakanı Johanna Sigurdardottir’in seçiminin, yani geçtiğimiz günlerde kendisi gibi bir hanımla evlenişinin (*), bende evlilik kurumuna dair yarattığı sorgulamaları paylaşmak istedim.
Şu nikah ve garanti meselesine gelelim önce. Düşünebiliyor musunuz? Başbakan olma noktasına gelmek bile insanların “kendi” yaşamlarını garanti altında görmediklerini ortaya koyuyor önce. İlle de garanti arıyor insanlar. Ya da Başbakanın uzun yıllardır yaşamını paylaştığı kadın olmak yetmiyor, “eşi” olma arzusu duyuyor insan.

Uzaylılara inanır mısınız?

suleceizler | 30 June 2010 15:31

Çağlardan beri tartışma konusu oldu uzay. Acaba dünya dışında da yaşayan varlıklar var mı? Varsa nasılllar ,neye benziyorlar ? Bizden ne isteyebilirler? Dünyamızı ele mi geçirmek istiyorlar ,yoksa bize yardımcı olmak mı? Konuyla ilgili binlerce soru var aklımızda. Merak ediyoruz ,araştırıyoruz ,bilim adamları kanıt bulmaya çalışıyor ama bu konu hala bir muamma insanlık için. Ama ya peki uçan daire gördüğünü iddia edenler? Uzaylılar tarafından kaçırıldığını söyleyenler acaba gerçekten doğru olabilir mi? Uzaylılar belirli bir zamanı bekliyorlar da ,arada sırada dünyaya şöyle bir bakalım diyerek birazcık görünüp kaçıyorlar mı? Teknolojileri ne kadar ilerde olabilir. Eğer öyleyse onların bizden daha önce varolmaları gerekir sanırım.Bursa ‘da oturuyorum.Geceleri sürekli gökyüzüne bakarım. Yıldızlar ,ayın gökyüzündeki güzelliği inanılmaz. Kainat çok güzel bir denge ile yaratılmış. Sizinle paylaşmak istediğimse yıldızlara bakarken bazi parlak ,arada sırada kırmızı renge dönen ve durmadan hareket eden cisimler görüyorum.Bir yıldız hareket edemez,uçak olmasına olanak yok düz bir çizgide değil , daireler çizerek gidiyorlar ve bir kaybolup tekrar çıkıyorlar. Belkide göktaşıdır ama oldukça ilginç bence. İşin ilginci çok sık görüyorum.Önce göz yanılması sandım ama her gördüğümde göz yanılması nasıl olur? Acaba böyle bir şeyi daha önce gören oldu mu? Lütfen görenler varsa paylaşır mısınız?Uzaylı olup olmadığından emin olamam ama belki bilmediğim başka bir şeydir.

Martı kanadında rüzgar taşıyan adam: HASRET GÜLTEKİN

lavinya76 | 30 June 2010 13:42

Sivas katliamında hayatını kaybettiğinde henüz 22 yaşındaydı. Geride gözü yaşlı bir eş, doğmadan yetim kalmış bir bebek, emek verdiği türküler ve Hasret’i her an yüreğinde duyacak dostları kaldı.

İki iki buçuk yaşlarındaydı ailesi İstanbul’a taşındığında. Evlerinin kömürlüğündeki yaşlanmış bağlamanın tellerine dokunmak için sık sık inerdi karanlık mahzene. Birkaç kez o bağlamayı alıp eve çıkarmak istese de minik kolları taşıyamadı. Bir gün annesine sordu:

_ Bunu eve çıkaralım mı?

Sonraki bağlama macerası nasıldı pek bilmiyoruz. Bağlamayla oynadı mı yoksa bir iki bakıp attı mı bir köşeye? Bağlamayı kömürlükten eve taşıdıklarında dört, dört buçuk yaşlarındaydı.

Hasret Gültekin 1 Mayıs 1971 de Sivas’ın İmranlı ilçesine bağlı Han köyünde dünyaya geldi. Süleyman ve Hacıhanım Gültekin’in üçüncü evladı. Sahne tozunu içine dolu dolu çektiğinde henüz 11 yaşındaydı. Haylaz bir öğrenci sayılmazdı ama Kadıköy Anadolu Lisesi ikinci sınıftayken okulu bıraktı. Okula gidiyorum diyerek kaçamak ziyaretler yaptığı “Deli Derviş” tarzının yaratıcısı ve ustası Haydar Acar’ın yanında alıyordu soluğu. Önceleri hafta sonları yaptığı ziyaretler yetiyordu ona ama bağlama aşkı yüreğinde alev alev yanmaya başlayınca okulu terk edip tüm vaktini ustanın yanında geçirmeye başladı.

hes be annem!

creme brulee | 30 June 2010 10:35

dünyamız milyonlarca yıl önce, henüz sadece bir toz ve gaz bulutuyken, başına gelecekleri bilse yine de insanoğluna yaşama fırsatı sunar mıydı acaba?

niye mi?

dünyanın iklimi hızla değişiyor.

denizler hızla kirleniyor, tatlı su kaynakları tükenmek üzere.

hızla tükenen kaynaklara fosil yakıtlar da ekleniyor. çeşitli kurumlarca yapılan projeksiyonlar, mevcut enerji politikalarının ve enerji arzı tercihlerinin devam etmesi durumunda dünyamızın birincil enerji talebinin 2007 – 2030 arasındaki dönemde yüzde 40 oranında artacağını gösteriyor.

alternatif enerji kaynaklarına ihtiyacımız olduğu kesin. kesin ama bu kaynakları dünyaya yeni zararlar vermeden nasıl bulacağız, kullanacağız? fosil yakıtların neden olduğu sera gazları küresel ısınma ve iklim değişiklerine yol açıyor; nükleer enerji kaynakları toplumsal, çevresel ve ekonomik açıdan yüksek maliyetli.

her biri birbirinden beter binlerce küresel felaket senaryosu kapımızda. her gün bir yenisini öğreniyoruz kitle iletişim araçlarından. peki ama ne kadarı gerçekçi öngörülere sahip? bunu anlamak için fazla da bilimsel olmadan ve kafa ütülemeden gelin minik bir beyin jimnastiği yapalım.

kendi kendine yetebilen kaç tarım ülkesinden biriydik siz ilkokul sıralarında okurken? kaç sene öncesine kadar evinizin musluğundan su içebiliyordunuz? mart-nisan-mayıs ayları sizce de hala ilkbahar ayları mı? metrekareye düşen görülmemiş yağış miktarları hakikaten bir daha görülmeyecek mi?

dünyanın çığlıklarını hala mı duymadınız?

dünyada yenilenebilir enerji kaynaklarına olan ilgi bütün bu sayılan sebeplerle artıyor. büyük devletler araştırma kaynaklarının büyük kısmını bu alana kaydırmaya başladı bile. fosil yakıtların tükenebilirliğinin anlaşılması, yol açtıkları büyük iklimsel felaketler bu alanda çoktan rekabet yaratmaya başladı. bugün dünyada büyük çevresel felaketlere neden olan birçok ünlü firma bile bu konuda arayışlarda, çünkü buradan da büyük ekmek var.

peki ya yalnız ve güzel ülkem tüm bu işlerin neresinde?

hadi o zaman bir soru daha.

avrupa’da rüzgâr enerjisi potansiyeli bakımından en zengin ülkelerden birisi; jeotermal enerji zenginliği yönünden dünyada 5. sırada; yıllık ortalama toplam güneşlenme süresi 2.640 saat ki günlük toplam 7,2 saate karşılık düşüyor ancak güneş ışınımının sadece yüz binde ikisinden yararlanıyor, acaba kimdir kimdir desem?

bingo. bildiniz, türkiye.

yenilenebilir enerji konusunda büyük bir potansiyele sahip olmakla birlikte türkiyenin son beş yılda elektrik enerjisi tüketim artışı yüzde 43. söz konusu artış dünya ülkeleri arasında gerçekleşen en yüksek artışlardan biri. ancak, hamdolsun teğet geçen ekonomik krizin, elektrik enerjisi talebindeki artışı frenlemesinin beklenen elektrik enerjisi krizini birkaç yıllığına ertelediği konuşuluyor. türkiyenin 2008 yılında enerji hammaddeleri ithalatına ödediği rakamsa, tüm ithalat tutarının yüzde 24’üne eşit.

Bir Aşık Neden Susar?

ventola | 30 June 2010 09:28

Onunla paylaşmak istersin her şeyini, onunla konuşmak, bir sıkıntın olduğunda ona söylemek… Çevrendeki onlarca insana rağmen sen sadece ona dökmek istersin içini. Ondan başka herkes anlamsız gelir, aynı tadı vermez hiç kimse. Ama gel gör ki bu hislerinden emin olmana rağmen ağzını bıçak açmaz onun yanında. Bazen içini dökecek gibi olur yine susarsın. Az ve öz konuşmaya iter seni bazı şeyler. Dizginlersin kendini; çünkü bir bıraksan akıp gideceksin, tutamayacaksın kendini ve aczin çıkacak ortaya, mızmız bir çocuğa dönüşeceksin onun gözünde. Ne yaparsan yap seni küçümseyecek, sen sadece seni dinlemesini istesen de teselli etmeye çalışmasına bir türlü engel olamayacaksın. Ve soğumaya başlayacak senden, istemeye istemeye uzaklaşacak; acıyacak çünkü sana. İlgisi bir köpeğe gösterdiği ilgiye dönüşecek, ondan öteye gidemeyecek. Artık ne yapsan toparlayamayacaksın, ne yapsan merhamet duygusu kabaracak, içi kan ağlayacak senin için, ayıbını örtmek için nasıl çabaladığını içi cız ederek izleyecek ve yaptığın her şey köpekliğine hizmet edecek.

Bilirsin ki onun gözünde köpek olmaktan öteye gidememek sana tarifsiz acılar yaşatacaktır. İçinden çıkılmaz bir hal alacaktır bu aşk. Bu yüzden kimi zaman için içini yese de açmazsın sıkıntılarını. İkiniz de hayal kırıklıkları yaşarsınız yoksa…

içki dünyasının “ağır abisi” TEKİLA

A D A L I | 29 June 2010 10:19

Sert bir içkiye ihtiyaç olduğunda akla ilk gelen alkollerden Tekila, sertliği, orijinal içimi ve aromasıyla en çok sevilen içkilerden biri aynı zamanda. Sek olarak tüketilebildiği gibi kokteyllerde de kullanılan bu sert çocuğu tanımaya ne dersiniz?

Tekila, tuz, limon” üçlüsü ile tanışmayınımız yoktur. Bu sert ve yüksek alkollü içkinin anavatanı Meksika’dır ve ismini Meksika‘nın bir kasabası olan “Tequila“dan alır. Tekila’nın hammaddesi bir tür kaktüs olarak nitelendirebileceğimiz mavi agav (agave) bitkisidir. Eğer Tekila %100 mavi agavdan üretilmemişse, çeşitli baharat ve alkollerden de (genellikle mısır) üretilir. Bu bitkiden elde edilen sulu püre önce distile edilir. Daha sonra elde edilen sıvı mayalanıp süzülerek Tekila elde edilir. Mavi agav ile üretilmiş olan Tekila, meyveli ve keskin bir tada sahiptir. Bu, aynı zamanda içtiğiniz Tekila’nın orijinal ve kaliteli bir Tekila olduğunu gösterir.
Tekila’nın ortaya çıkışı ile ilgili yaygın inanış şöyledir: İlk Tekila bundan 2000 yıl önce Aztekler tarafından üretildi. Aztekler, “agav”dan ürettikleri bu acımsı sıvıyı kutsal kabul ettiler ve bu içkiyi Büyük Maya Tanrısı‘na adadılar. Tekila, o zamanlardan itibaren başta Meksika olmak üzere tüm dünyada keyifle tüketiliyor.
İyi bir alkol için olmazsa olmazlardan “yıllanma” zorunluluğu Tekila içinde geçerlidir. Uzun süre yıllanmış bir Tekila mükemmel içime sahiptir. Piyasada yaygın olarak tüketilen Tekilalar genellikle 2 ay ile bir yıl arası bir süre boyunca yıllandırılmış Tekilalardır.
Telkila’nın altın sarısı ve renksiz türleri vardır. Bu fark, bekletilme biçimleri ile ilgilidir. Metal ya da cam bir tankta bekletilen Tekila renksiz olur (Blanco-gümüş). Altın sarısı Tekilalar (anejo), aromalı odun fıçılarda bekletilir. Bu fıçılarda bekletilen tekilalar hem sarı rengini hem de fıçının cinsine göre aromasını kazanır. Aromalı tekilalar genelde karamel ile tatlandırılır.
TEKİLA NASIL İÇİLİR?
Tekila, içilmeden önce mutlaka çok iyi bir şekilde soğutulmalıdır. Mümkünse, Tekila içeceğiniz bardakları da soğutmanız önerilir. Tekila, genellikle shot bardaklarda, tuz ve limon eşliğinde tüketilir. Shot bardağının kenarı tuzlanır, elde de bir dilim limon olur. Tekila içilir ve hemen ardından dilim limon ağıza atılır. Tekila’yı kokteyl şeklinde de tüketmek mümkündür. İyi yapılmış bir Tekila kokteyli son derece lezzetli bir içecektir. Tekila tonik, gazoz ya da meyve suyu ile de hazırlanabilir.
Tercihiniz nasıl olursa olsun Tekila’nın aşırı derecede tüketilmemesi gereklidir. Özellikle shot bardaklarda içerken dikkatli olmak gerekir. Yüzde 40-50 civarında alkol içermesi bu sert içkiyi türetirken dikkatli olmanızı gerektirir. Tekila tek başına içilmeli ve shot’lar arasında makul bir süre beklenmelidir.

Stencil – Stensil

omersiar | 28 June 2010 14:42

İlk Stensil

Stensil; ortaya çıkarmak istediğiniz şekilleri şablonlayarak veya kalıp çıkararak üretmek olarak tanımlanabilir. Stensilleri fotoğrafların negatifi gibi düşünün, bir negatifte koyu alanlar aslında ışıklı alanları belli etmekte, daha parlak alanlar ise ışığın negatife daha az çarptığı alanları belli etmekte.

*

İlk stensil örneklerine tarih öncesi çağlarda mağaralarda rastlanıyor. O zamanki insanlar kalıp olarak ellerini kullanmışlar ve üzerlerine, yanlarına boya ya da çamur sürerek ellerini mağranın duvarından kaldırmışlar.

Böylece ellerinin şekli mağara duvarlarına işlenmiş. O zaman için elinizin şeklini mağranın duvarına işlemek büyük bir mutluluk olsa gerek.

*

Günlük yaşamda stensile, kitap kapaklarında, sokakta, afişlerde hatta evlerde de rastlayabilirsiniz.

Tolga Aydoğan Yalnızlık Mevsimi

kahramancayirli | 28 June 2010 13:17

çok akıcı, kurgusu ile oldukça başarılı : yalnızlık mevsimi
çok akıcı, kurgusu ile oldukça başarılı : yalnızlık mevsimi

Hoşdere Caddesi, Cubana Bar (Konur Sokak’taki), Saman Pazarı, Kurtuluş Parkı, Sakarya, Cinnah Caddesi, Ayrancı, Bahçelievler’de buz pateni pistinin karşısındaki park, Tunalı, Sıhhiye Köprüsü … Karış karış, adım adım Ankara. Ankara’yı hiç özlemem diyordum. Tolga Aydoğan’ın Yalnızlık Mevsimi’ni okuyunca acayip Ankara’ya gidesim geldi, kitap boyunca 5 yıl yaşadığım Ankara’daki tüm hatıralarım canlandı. Yalnızlık Mevsimi kesinlikle çok akıcı, cumartesi akşamı İstiklal D&R’dan aldığım kitap, pazar günü öğleden sonraya varmadan bitti. Müthiş akıcı. Aydoğan’ın ilk romanı, bol diyaloglu ve akıllıca, sürprizli, yer yer eski Türk filmleri havasında bir kurgusu var. Kitabın hiçbir cümlesini kaçırmamak gerekiyor çünkü ikinci, üçüncü sayfada geçen bir mevzu, dörtyüz küsuruncu sayfada yeniden karşımıza çıkıyor, bütünlüklü bir kurgu velhasıl. Yasemin Kumral’ın Bim Bam Bom şarkısı, Uludağ gazozları, Omo’lar, Mintax’lar, Vita’lar, Mabel Sakızları, Edith Piaf’ın, Fikret Kızılok’un şarkıları, Metin Erksan’ın kült filmi Sevmek Zamanı, Yeni Hayat mecmuaları,… müthiş bir nostalji, yakın tarihimize ilişkin hoş noktalar akıyor hikayesinin gerisinde. İnsan duygudan duyguya koşuyor. Genel olarak da kitapta 70ler Türk Sineması melodramlarını andıran bir hava var. Hem günümüzde, hem otuz yıl önceden paralel iki zaman kurgusu ilerliyor, Yalnızlık Mevsimi’nde. Ayrıca yazar bu ilk kitabında kurgu içinde birbirini aynalayan kurgulara girişmiş, okuması çok hoş (kitabın sürprizlerini gün ışığına çıkarmamak adına bilerek buraları üstü kapalı geçiyorum). Kitabın günümüzde geçen kısımlarında, Deniz’in ağzından yazılan kısımları özellikle başarılı buldum, erkek yazarların kadın karakterleri hele ki 1.tekil şahısla anlatması aslında oldukça zor bir durumdur, ama Aydoğan gayet aksamadan, başarıyla bu kısımları ilerletmiş. Yönetmen Abdullah Oğuz, kitap kapağındaki yorumunda çok haklı, yer yer “film mi izliyorum kitap mı okuyorum” hissine ben de kapıldım. Tolga Aydoğan’ın Yalnızlık Mevsimi romanını özellikle öneriyorum, ve şartım geçerli yine, romanı beğenmeyen gelsin kafama atsın. Ankara’da görüşmek üzere… Eymir Gölü, Flamingo Pastanesi, Kavaklıdere Sineması, Zafer Çarşısı, Olgunlar, Bahçeli 7. Cadde, Güvenpark, Tunus Caddesi’nde…