bildirgec.org

uncategorized hakkında tüm yazılar

ŞAMPUAN

il mare | 24 August 2010 11:59

Uzun bir aradan sonra eski şampuanımı kullanıyorum.

Arkadaşlarımı her gün gördüğüm,
Sabah kahvaltılarımı her gün onlarla ettiğim,
O gün olunacak bir vizenin olası sorularını, etraftaki öğrenci uğultularını bastırmak için yüksek ve telaşlı ses tonlarımızla birbirimizle tartıştığımız vakitlerin üstünden epey geçtikten sonra;
Son çaylarımızın son yudumunu da yudumladıktan sonra,alıp yüklü ders notlarımızı koltuğumuzun altına,boş bir sınıf bulmaya çalışmalarımızdan ve çoğu zaman başka bölümlerin sınavları dolayısıyla, tam notlara odaklandığımız,hepsinin üstüne eğildiğimiz dakikalarda sere serpe yaydığımız dağınık notları toplayıp o sınıfı bıkkın,isyankar suratlarla terk etmek zorunda kaldığımız zamanlardan sonra,

içecekler ve notlar

nazokiraze | 24 August 2010 11:21

Kırmızı kırmızı her zaman beğenimizi kazanan gelinciklerin Anadolu’da yetişen büyük türleri halk arasında kanavcıotu, keklik gözü veya kan damlası olarak ta bilinir.Bu dev çiçeklerin içindeki meyveler tüketiliyor, tohumları ise Tunceli’de hamurişlerine konuluyor.(Bu arada bu ayki National Geographic dergisinde Elif Şafak’ın gelinciklerle ilgili yazısı var dün alınca denk geldi)

Bildiğimiz gelincik ise şurup , reçel, likör ve yemek olarak tüketilebiliyor. Daha önce burada paylaşılmıştıben yeniden gündeme getireyim dedim.

ŞAMPUAN

il mare | 24 August 2010 10:09

Uzun bir aradan sonra eski şampuanımı kullanıyorum.

Arkadaşlarımı her gün gördüğüm,
Sabah kahvaltılarımı her gün onlarla ettiğim,
O gün olunacak bir vizenin olası sorularını, etraftaki öğrenci uğultularını bastırmak için yüksek ve telaşlı ses tonlarımızla birbirimizle tartıştığımız vakitlerin üstünden epey geçtikten sonra;
Son çaylarımızın son yudumunu da yudumladıktan sonra,alıp yüklü ders notlarımızı koltuğumuzun altına,boş bir sınıf bulmaya çalışmalarımızdan ve çoğu zaman başka bölümlerin sınavları dolayısıyla, tam notlara odaklandığımız,hepsinin üstüne eğildiğimiz dakikalarda sere serpe yaydığımız dağınık notları toplayıp o sınıfı bıkkın,isyankar suratlarla terk etmek zorunda kaldığımız zamanlardan sonra,

Kırkikindi Yağmurları – Tolga Aydoğan

kahramancayirli | 24 August 2010 09:18

Daha Yalnızlık Mevsimi’nin mürekkebi kurumadan Kırkikindi Yağmurları ile kitapçı raflarına misafir olmaya hazırlanan Tolga Aydoğan ile görüştük. Edebiyat, her zaman..

Merhaba, Yalnızlık Mevsimi’nden sonra Kırkikindi Yağmurları’yla okuyucuyla buluşacaksınız. Yalnızlık Mevsimi beklentinizi karşıladı mı?
Yalnızlık Mevsimi iyi sattı, satmaya da devam ediyor. Bir film şirketi sinema filmini yapmak istiyor hatta. Görüşmelerimiz devam ediyor.

Tanpınar’ın mağlup ve mahzun öğrencisi; Ahmet Muhip Dıranas

queennothing | 23 August 2010 16:15

Kimi kaynaklara göre 1904, kimilerine göre 1908; kendisine göreyse 1909 senesinde Sinop’un Salı Köyü’nde dünyaya gelen Türk Şiiri’nin saklı kalmış ismi, ‘Fahriye Abla’ ile, ‘Serenad’ ile, ‘Olvido’ ile akıllarda yer tutan Ahmet Muhip Dıranas, edebiyat pınarımız Ahmet Hamdi Tanpınar ve Faruk Nafiz Çamlıbel‘in öğrencisi idi.
300 kişiyi aşmayan nüfusuyla Sinop’un Erfelek İlçesi’nde kalan Salı Köyü’nde doğan Dıranas, ilkokulu Sinop’ta okuduktan sonra ailesiyle birlikte Ankara’ya taşındı. Ankara Erkek Lisesi’ne yazılan Dıranas, okulda Türk Edebiyatı’nın gelişimine muhteşem katkıları olan Ahmet Hamdi Tanpınar ve Osmanlı Devleti’nde doğup, Türkiye Cumhuriyeti’nde ölen Faruk Nafiz Çamlıbel’den ders aldı. Çamlıbel’in Dıranas’a okuttuğu şiirlerin yanı sıra Tanpınar, genç adama Fransız ve İngiliz Edebiyatı’nın güzide isimlerinden örnekler verirdi. Şiir yazmaya bu dönemlerde başlayan Dıranas, liseden mezun olduktan sonra Hakimiyet-i Milliye Gazetesi’nde işe başladı. 1930’dan 1935’dek bu gazetede çalışan Dıranas, Ankara Üniversitesi, Hukuk Fakültesi‘ne yazıldı. 2 sene Hukuk Fakültesi’nde okuduktan sonra İstanbul’a gelen Dıranas, İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü’ne yazıldı. Bölümünü bitiren genç adam, Türk, İngiliz ve Fransız Edebiyatı’nı yakından takip ediyordu. Özellikle Charles Baudelaire ve Paul Verlaine‘e özel bir ilgi duyan Dıranas, Mimar Sinan Üniversitesi, Güzel Sanatlar Akademisi’nin kütüphanesinde müdür olarak çalışmaya başladı.
1942 senesinde Ankara’ya, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Halkevleri Kültür ve Sanat Yayınları’na yayın müdürü olarak giren Dıranas, askerliğini Ağrı’da yaptı. Sonrasında yine Ankara’da Çocuk Esirgeme Kurumu Başkanlığı’nda çalışmaya başladı. Anadolu Ajansı Yönetim Kurulu İş Bankası Yönetim Kurulu azalığı yapan Dıranas, Devlet Tiyatrosu Edebiyat Kolu Başkanı oldu. Güçlü kalemi ve en önemlisi üreticiliği ile Zafer Gazetesi’nde yazmaya başlayan Dıranas, DP’den milletvekilliği adaylığını koyduysa da siyasette, edebiyat kadar başarılı olamayacaktı.

Dost , Kardeş Pakistan Yaralarını Sarmaya Çalışıyor…

firatocal | 23 August 2010 14:06

” Pakistan , Pakistan cive Pakistan ” ” Cive , cive , cive Pakistan ” …

benim gibi 30 lu yaşlarında olan olgun delikanlılar , TRT’ nin bundan 15-20 sene kadar önce canı sıkıldıkça çaldığı sempatik şarkıyı mütebessüm bir ifadeyele hemen hatırlayacaklardır… Dost , kardeş Pakistan ‘ ın gülen samimi yüzünün melodisidir bu şarkı , 20 yıldır benim için…

Şu sıralar tarihinin en büyük felaketini yaşayan Pakisan ‘ ın içler acısı hali ile her karşılaş mamda aklıma bu şarkı geliyor va canım çok acıyor… Sanki geçmişimin güler yüzlü hatıralarının paramparça edildiğini ve ruhumda ölümün veya cehennem yalnızlığının kol gezdiğini hissediyorum…

Pakili felaketzedeler perişan haldeler… Ülkede alt yapı çökmüş , tarım alanları tamamiyle zarar görmüş , açlık ve susuzluk baş göstermiş ve 600 bin insanın ne halde olduğu meçhul durumda… Resmi rakamlar ölü sayısını 1500 olarak verse de ülkemizde yaşadığımız felaketlerden tecrübeli olduğum için bu resmi (!) rakamların hiç de gerçekleri yansıtmadığını düşünüyorum… Hadi diyelim doğru… sadece bununla kalmayacak malesef… Salgın hastalıklarla ikinci bir ölüm dalgası daha bekleniyor… Haiti ‘ de yaşanan insanlık daramı benzeri bir tehlike kapıda…

Birleşmiş Milletler ‘den gelen yetkililer yaşanan felaketin , 2004 Hint Okyanusu Tsunamisi , 2005 Keşmir Depremi ve 2010 Haiti Depremi fellaketlerinin toplamından çok daha fazla trajik ve derin yaralar açan bir etkisi olduğunu vurguluyorlar… Uluslararası toplum da felakete çok duyarsız kalınca , katlanarak artan acı , ülkenin felaket bataklığına giderek daha derinlemesine saplanmasına sebep oluyor… Dikkatimi çeken nokta , felaketin Ramazan ayına denk gelmesine rağmen müslüman ülkelerin Pakistana olan kayıtsızlıkları… Dünya genelinde tüm müslüman ülkeler içinde onlara en çok yardım elini uzatan ülke yaklaşık 11 milyon dolar ile Türkiye…

Birleşmiş Milletler ilk etapta acilen 460 milyon dolaralık yardıma ihtiyaç duyulduğunu söylese de , şu ana kadar bu yardımların ancak üçte biri sağlanabilmiş durumda… İşin en kötü olan tarafı da , gelen yardımların köpeğin önüne atar gibi verilmesi… Eğer bu yardımların arkası gelmez ve Pakistan uluslararası arenada yalnız bırakılırsa , kısa bir süre içerisinde 3 buçuk milyon çocuğun ölümüne engel olunamayacak… Ülkenin yeniden inşası için 10 milyar dolar gibi akla hayale sığmayacak bir meblaya ihtiyaç var… Devletin bu yapılanmayı tek başına sağlaması ise pek mümkün görünmüyor…

Duyarısal İletişim

witamin | 23 August 2010 13:14

Geçenlerde dışarıda gezinirken gördüm bu yazıyı boş bir dükkanın camında.Önce tereddüt ettim, biraz gezdim dolaştım.Baktım hala beynimi kaşındırıyor yazı ; çektim fotoğrafını.İletişim adına yapılan değişik bir yöntem.Buna kendim bir isim koyacağım ve diyeceğim ki duyarısal (duyurusal+ uyarısal) iletişim.Analiz edelim hep beraber.Sağ üstte kırmızı renkle yazılmış tarih bana ait değil,kağıtta yazılıydı.Yani bu notun yazıldığı tarih 15 Mayıs 2010.Ben fotoğrafı çekeli 1 hafta oldu olmadı.3 ay geçmiş notun ,iletişimin kaynak öğesinden çıkmasından bu yana. Üstelik not yüksek sesle yazılmış.”Dükkan sahibi !” seslenmesindeki ünlemden çıkardım bunu.Yani hem duyuru hem uyarı yapılmış.Buna rağmen hala mesaj hedefe ulaşamamış.Yani neymiş ;”duyarısal iletişim” çok da başarılı bir iletişim yöntemi değilmiş.Dumanla ya da güvercinle bile iletişim kursa daha kısa sürede ulaşırdı herhalde mesaj yerine.

Olaydaki diğer incelenmesi gereken yön de dükkan sahibinin ve kiracının tavırları.”Gel dükkanı teslim al “diye marjinal yollar deneyen bir kiracı ve dükkanı teslim almaktan kaçan bir dükkan sahibi.Dükkan lanetli mi acaba?Günümüzde telefonun her türlüsü ,hatta görüntülü konuşturan cinsi bile varken nasıl bir yokuşa sürmedir bu?Konuşmak istemiyorsan en azından sesli mesaj bırak.Neden bu yönteme sürüklenmiş ki bu iki insan evladı.
Böyle bir tutuma mantıklı bir yorum yapamayıp hukuki bir yönü mü var diye düşünüyorum son çare.Bu konuda bilgi sahibi birini bulursam soracağım ilk fırsatta.

ÜNLÜ bir TABLO

maltoferfol | 23 August 2010 11:02

Hadi seviş benimle

Loş bir oda(da)…
Güneşle bezenmiş kızıllığın ortasına fırlatılmış bir tuval…
Palette biriktirilmiş –müebbet günahların bekçileri– asil renkler…
Tensel bir arzunun izleri resmedilen…
Ve parmak uçlarını andıran sabırsız –bekleme salonunda bekletilen ziyaretçiler gibi– fırça darbeleri…

Dokun gözerimdeki anlama, biraz siyah çal –soğukkanlı katilin mahalli– gözbebeklerime…
Ve ansızın –içindeki şehvetin rengi sızsın kadehten-bir ışıltı ekle bakışlarıma
Alıkoy kendini – bir günahı suça azmettirmekten– bir anda dudaklarıma dokunmaktan…
Ve sustur acıya renk veren kırmızıyı…
Dokun saçlarıma –hapsolmuş duyguların firar edişini– izle omuz hizama inişinde…
Hatırla –özgürlüğe hasret kaçışında– duyumsadığın kokuyu…
Ve yaklaş!
Boynumun uzunluğunda bitir sözcükleri – hücre cezasına çaptırılmış nefesimde– koyu bir gölge düşür sevgime…
Durma!
İlerle göğüs boşluğumda dokundur –sentetik bir fırçada çıplaklığa– yumuşak geçişlerini…
Ve durakla karanlığın derinleştiği –susuz kalan kuyuya sarkışta
çukurda…

Kuyruk Sevdası…

firatocal | 23 August 2010 10:48

65 ini deviren Ahmet Bey , bakkal 70 lik Mehmet Efendiyle alışverişi sırasında randevulaştılar…

” Bak Mehmetcim ” dedi , ”yarın ayın 2 si, gazeteni termosunu getirmeyi unutma , yarın kahvalıya merkezdeki Ziraat Bankası ‘ nda buluşuyoruz. Gelirken Şadiye Hanıma rastladım. Çıtır çıtır sigara böreklerini hazırlayacakmış , hadi gene yaşadık… Vallahi şu ay başları olmasa kimse düşünmeyecek bizi… Tamam mı üstadım.. ”

” Tabii tabiii Ahmetcim… ” diye cevap verdi bakkal Mehmet Efendi… ” Haberdarım muhteremden… Aysel Hanım bahsetti az önce… O da kurduğu turşulardan getirecekmiş… Kızı da eşlik edecek , malum tansiyonu atlı karınca gibi… Bir iniyor , bir çıkıyor… Geçenlerde toprağı bol olsun Hüseyinimizi 70 ini göremeden uğurladık bankadan… E tedbirli olmak lazım tabiki… Haydı kal sağlıcakla… Geç kalma ama sıra tutmamız lazım üstadım… ”

fasulye

fitil | 23 August 2010 09:44

Sandalyeye oturup minderi kaydırınca hay allahım kıç kıç değil yarım dünya diye söylendi kendi kendine. Ayağının ucuna takıp peşisıra sürüdüğü terlikleri sandalyenin yanına doğru itip sızlayan bacaklarını ovalayarak bir sandalye daha çekti. Hah dedi kendi kendine şimdi tam oldun, bir sandalyeye de sığmaz oldun ki hey hey. Bacaklarını uzatır uzatmaz derin bir oh çekti; kızgın yağda yaktığı kuru nane pul biberi bulamacını çorbaya döktüğü an geldi gözünün önüne; oh be dedi yüreğim coss ediverdi valla. Fasulyeleri koyduğu, kenarı ocağın yanında kalıp yanmış plastik leğeni kucağına yerleştirip fasulyelerin uçlarını kırmaya başladı. Annesi yeşil fasulyeye bıçak değmez, değerse tadı kalmaz demişti. O zamanlar pek hevesliydi yemeğe, ev işine. Şimdi içi kalkıyordu kalkmasına ama yapacak birşey yoktu işte. İyi ki ektim şu fasulyeleri dedi, kılçıksız kütür kütür vermişti fasulyeleri. Gururla baktı eserine. Duvarın üzerine çakılmış çivilere bağlanmış gergin iplere sarılmış koca koca yapraklara bakıp yarım ağız gülüverdi. Bahçe işine çok hevesliydi. Eli yatkın değildi ama içi pır pır ediyordu diktiği bir dal filize durunca. Top biberleri, yayla domatesleri, patlıcanı, maydanozu, nanesi, yeşil soğanı, taze fasulyesi… Hatta geçen gün mutfakta nemlenip filizlenmiş patatesi hiç umudu olmadan diktiği yerden boyunlarını güneşe uzatmış yapraklar çıkınca pek bir keyiflenip ince belli bardağa çayını koyup karşısına oturuvermişti. Sanki izleyince büyüdüğünü görecek gibi. Fasulye işi de komikti. İlkokulda kuru fasulye filizlendirmişti tüm sınıf. İki kat pamuğun arasına fasulyeleri koyar bir güzel sulardın. Hele bir de güneş değmeye görsün yemyeşil fistanlanırdı bembeyaz fasulyeler. Aynı öyle çimlendirmişti fasulyeleri, sonrada gömüvermişti toprağa. Ertesi sabah uyanıp çıktılar mı diye bakmıştı. Tam on üç gün sürmüştü toprağı delmeleri.