bildirgec.org

fitil

11 yıl önce üye olmuş, 6 yazı yazmış. 0 yorum yazmış.

Ayelip Günlüğü

fitil | 16 February 2011 12:33

Resifin arkasındaki mor evin kapısı açıldı. Upuzun saçları suyun içinde çiftleşen yılanlar gibiydi. Sinsice etrafı kolaçan etti. Suyun içinde hızla ilerlerken arkasında baloncuklar bırakıyordu. Mürekkep balıklarının yumurtalarını görünce yaz aylarında uçurumun kenarından suya atlayan genç erkek insanların yaptığı gibi kollarını öne uzatıp suyun içine daldı. Altmış sekiz metrelik dalıştan sonra batığın kalıntılarını gördü. Yüzüne yerleşen kocaman gülümsemeye engel olamadı ve yunusları anımsatan ama onlarınkinden en az yirmi kez daha yüksek olan bir çığlık attı. Bu derinlikteyken kimsenin onu duyamayacağını biliyordu. Batığın karanlık kalıntılarının arasında ilerlerken ne aradığından çok da emin değildi. Ama eğer işine yarayacak bir şey varsa onu orada bulacağından emindi. Kocaman derin metal kapların olduğu bölüme girdi. Kullanabileceği hiçbir şey yoktu etrafta. Kocaman bölmelerin olduğu yöne ilerlerken canı sıkılmaya başlamıştı. O’nu kesinlikle istiyordu ve kaybetmemek için tüm ırkına karşı bir savaşın içine girmesi gerekiyorsa bunu yapacaktı. Buraya bayılıyordu çünkü metal kutuların içinde parlayan ışıl ışıl taşlar ve birbirine geçmiş halkalar vardı ki Silaposa o şeye persepus adını vermişti. Persepuslardan birini sudan balıkları çıkarıp kuyruklarına o iğrenç sesi çıkaran aletleri takan insanlardan birinde görmüştü. İnsan kadın halkayı boynuna geçirmişti.

fasulye

fitil | 23 August 2010 09:44

Sandalyeye oturup minderi kaydırınca hay allahım kıç kıç değil yarım dünya diye söylendi kendi kendine. Ayağının ucuna takıp peşisıra sürüdüğü terlikleri sandalyenin yanına doğru itip sızlayan bacaklarını ovalayarak bir sandalye daha çekti. Hah dedi kendi kendine şimdi tam oldun, bir sandalyeye de sığmaz oldun ki hey hey. Bacaklarını uzatır uzatmaz derin bir oh çekti; kızgın yağda yaktığı kuru nane pul biberi bulamacını çorbaya döktüğü an geldi gözünün önüne; oh be dedi yüreğim coss ediverdi valla. Fasulyeleri koyduğu, kenarı ocağın yanında kalıp yanmış plastik leğeni kucağına yerleştirip fasulyelerin uçlarını kırmaya başladı. Annesi yeşil fasulyeye bıçak değmez, değerse tadı kalmaz demişti. O zamanlar pek hevesliydi yemeğe, ev işine. Şimdi içi kalkıyordu kalkmasına ama yapacak birşey yoktu işte. İyi ki ektim şu fasulyeleri dedi, kılçıksız kütür kütür vermişti fasulyeleri. Gururla baktı eserine. Duvarın üzerine çakılmış çivilere bağlanmış gergin iplere sarılmış koca koca yapraklara bakıp yarım ağız gülüverdi. Bahçe işine çok hevesliydi. Eli yatkın değildi ama içi pır pır ediyordu diktiği bir dal filize durunca. Top biberleri, yayla domatesleri, patlıcanı, maydanozu, nanesi, yeşil soğanı, taze fasulyesi… Hatta geçen gün mutfakta nemlenip filizlenmiş patatesi hiç umudu olmadan diktiği yerden boyunlarını güneşe uzatmış yapraklar çıkınca pek bir keyiflenip ince belli bardağa çayını koyup karşısına oturuvermişti. Sanki izleyince büyüdüğünü görecek gibi. Fasulye işi de komikti. İlkokulda kuru fasulye filizlendirmişti tüm sınıf. İki kat pamuğun arasına fasulyeleri koyar bir güzel sulardın. Hele bir de güneş değmeye görsün yemyeşil fistanlanırdı bembeyaz fasulyeler. Aynı öyle çimlendirmişti fasulyeleri, sonrada gömüvermişti toprağa. Ertesi sabah uyanıp çıktılar mı diye bakmıştı. Tam on üç gün sürmüştü toprağı delmeleri.

Huysuz İhtiyar

fitil | 30 September 2009 09:44

Sağanak yağıyordu. İki kadim dost, her Çarşamba akşam üzeri yaptıkları gibi, Sarayburnu’nun manzarası eşliğinde kahvelerini yudumluyorlardı. Peyami kahveyi sert içerdi. Fazıl’ın ise sütsüz ve şekersiz kahve içtiği görülmemişti. Yerleri belliydi. Peyami, her zaman balkon kapısının diğer yanındaki koltuğa oturur, getir götür işlerini Fazıl’a bırakırdı. Zaten Peyami’nin evden pek çıktığı da söylenemezdi. Çarşamba gündüzleri pazara gidiyorum diye çıkar, birkaç saat ondan haber alınamazdı. Fazıl sorduğunda; yazdığı yazılara malzeme toplamaya gittiğini söylerdi. Geçtiği yollardaki yüzler, dükkan kapılarında bekleşen esnaf, gözyaşı dökmeye hazır mezarlık yolu adımcıları, pazarcılar. Eve dönerken mutlaka sodasını da alırdı. Diğer günler ise Fazıl gezer dururdu. Bazen Peyami’nin yazdıklarını yayınevine götürür, bazen birkaç gazete veya dergiye uğrar, eş dost ile sohbete dalardı. Aslında onun en önemli görevi eleştirmekti. Dostunun yazılarını eleştirirdi. Kulağa hoş gelmeyen kelimeleri değiştirir, bazen cümlelerin yerlerini değiştirir, hatta bazen bir yazıyı olduğu gibi çöpe attığı bile olurdu. Pek “Huysuz” bir adam olduğu söylenemezdi, ama Peyami ona ismi ile hitap etmeyeli uzun yıllar olmuştu. Ona “Huysuz” demesinde, dostunun sadece yazılarını kesip biçmesinin değil, haksızlığa ve hataya tahammül edemeyen bünyesinin de büyük etkisi vardı. Sürekli birilerine ya da birşeylere söylenirdi Huysuz. Peyami ise mahallenin amcasıydı. Yavaş yürürdü. Lakabı “İhtiyar” olsa da, yüzüne karşı sadece Fazıl ihtiyar derdi.

O Çarşamba akşam üzeri yine pencere kenarında yerlerini almışlardı; Fazıl, Peyami’nin yazdıklarını sessizce okuyordu. Yine bir kelimenin yerinde durmadığını fark etti. Son zamanlarda daha çok kelime değiştirmeye başlamıştı.

Labirent

fitil | 28 September 2009 10:10

Hızlı adımlarla yürümeye çalışıyordu. Etrafında ismini bir türlü hatırlayamadığı o kocaman şeylerden vardı. Kahverengi uzun gövdelerin üzerinden yine kahverengi daha ince kollar uzanıyordu. Kolların etrafında yeşil yapraklar vardı. Sanki biraz zorlarsa bulacaktı, ama kafasının içi bomboştu. ‘ Tipi varken karanlık bir labirentte kaybolmak gibi ‘ dedi yüksek sesle. Yere yatıp üzerinin karlarla örtülmesini beklemek istedi. Hareketsiz kalıp sonsuzluğa karışmak inanılmaz çekici geliyordu o anda. Ayakkabıları ayağına iyice vurmuştu. Parmakları sızlıyordu. Her adımda acaba çıkarıp çıplak ayaklarla mı yürüsem diye düşünüyordu. O gece hava çok serindi. İnce trençkotuna sarındı. Kafası öyle karışıktı ki! Gözünün önüne bir kedi görüntüsü geldi. Pembe yumağı öylesine yuvarlayıp ipin ucunu çekiştiriyordu ki hayalindeki küçük kız sonunda yumağı eline aldığında karışan kısmı koparıp atmak zorunda kalmıştı. Ama kafasını koparamıyordu. Birden gözlerini yukarıya kaldırdı. Etrafına bakarken kalp atışları hızlandı. Nerdeyim diye düşündü? Karanlığın farkına vardığında midesinden yukarıya doğru bir baskı geldiğini hissetti. Yemek borusu yandı. Şimdi başı da dönüyordu. Çaresizlik suratına o kadar şiddetli çarptı ki çantasına uzanıp içinden minik kırmızı metalik şeyi çıkarması gerektiğini düşündü. O şeyle tam olarak hatırlamadığı bir işlem yapınca huzurlu ve güvende olacağını biliyordu ama tam olarak ne olduğunu hatırlayamıyordu.Ayak sesleri ile irkildi. Metalik aleti çantasına atıp dümdüz yürümeye başladı. Aslında sola da dönebilirdi ama orası karanlıktı ve ayak seslerinin sahibinin kötü birisi olma ihtimaline karşı ışıklandırılmış yolu seçmesinin doğru olacağını düşündü. Arkasından gelen erkek sesi artık ne olacaksa olsun deyip durmasına neden oldu. Her şey o kadar anlamsızdı ki sıcak bir yaz gününde kafasını buzdolabının içine uzatıp geri çıkardığında gözlük camlarının buharı yüzünden her yerin o kopkoyu sise boğulduğu anı hatırladı.

ters köşe

fitil | 08 September 2009 17:23

Saatine baktı. 9.55. ‘Sonunda’ dedi. Hızlı adımlarla ve etrafına aldırmadan, önce güvenlikten geçti sonra yürüyen merdivenlere yöneldi. Aylardır bu anı bekliyordu. Önce indirimi beklemiş sonra da yeterli parayı denkleştirmek için birkaç hafta boyunca geceleri mesaiye kalmıştı. Ayakkabıyı denerken lanet satıcının imalı bakışlarından kaçmak için de özellikle o markayı satan bir ayakkabı marketin bulunduğu bir alışveriş merkezi bulmuştu.

Lanet olası nefis kırmızı ayakkabılar! Birer karış topuklarıyla baştan çıkarıcı bir şekilde gülümsüyorlardı. Aklı bir kez daha başından gitti. Ayakkabıları ellerine alıp içindeki sevinci ve heyecanı bastırmaya çalışarak tezgaha gitti. Parayı nakit ödedi ve eve gitmek üzere geldiği gibi hızla alışveriş merkezinden çıktı.

Otobüsün en arka koltuğuna geçti. Saçlarını ve güneş gözlüğünü düzeltip paketini kucağına aldı. Yukarıya sıyrılan mini eteğini biraz çekiştirdi. Yan koltuktaki gençlerin bacaklarına bakarak fısıldaştıklarını duyunca yüzünü cama çevirdi. Ağabeyinden yediği o esaslı tokadı düşündü. ‘Bizi rezil mi edeceksin?’ deyip suratına öyle bir yumruk atmıştı ki yere tükürdüğünde şaşkın bir şekilde tükürüğünün kırmızıya boyanmış olduğunu görmüştü. Evden ayrıldığı gecenin akşamüstüydü. Kendini asla rahat hissetmediği o sıkıntı yuvasından kaçmakla hayatına ilk defa kendi yön vermişti.

Duraktan eve kadar elindeki paketin de verdiği heyecanla, kendini dünyanın en güzel kadını gibi hissederek yürüdü. İyi ki bir gün önceden kuaföre gidip pedikür yaptırmış ve kırmızı ojelerini sürmüştü. Bütün gece ayaktaydı. Üstelik alışveriş merkezinin açılması için uzun süre soğukta beklemişti. Ama değerdi, kesinlikle son kuruşuna ve bütün zahmetine değerdi.

Kapıyı anahtarlarıyla açtı. Ev arkadaşı uyansın istemiyordu. Yerde siyah mini etek, file çoraplar ve minik bir çanta vardı. Biraz ilerde ağzına kadar izmaritle dolu kül tablası ve içinde büzüşmüş bir limon dilimi bulunan bardak vardı. Alkol ve sigara kokusu odaya sinmişti. Alev’in odasının kapısı ardına kadar açıktı. Her zamanki gibi korkunç horultularla uyuyordu. Sessizce kendi odasına süzüldü.

Trip Trap

fitil | 04 September 2009 09:46

Lavabonun örtüsünü kenara itip elini yağ tenekesine uzattı. Perdeyi her açışında gördüğü karanlık onu rahatsız ediyordu. Elini karanlığın göbeğine sokmak fikri karnında garip bir his oluşturuyordu. Tenekeyi kaldırırken hafifçe inledi. Günlerdir durmadan yemek yapıyor, misafir ağırlıyor, çay dağıtıyordu. Küçük bir kızken ninesi öldüğünde eve sürekli gelip giden insanları anımsadı.

Ocağın altını iyice açtı. Önce yağı kızdırdı. Şehriyeyi attığında mutfağa giren ve kendine seslenen Hatice’yi duymazdan geldi. Hatice yanına sokulup “Esma Abla iyisin di mi?” diye sordu. İyiydi ya. Hem de nasıl iyiydi…

Kadınların oturduğu odaya hiç giresi yoktu ya, yine de ha gayret deyip tencerenin kapağını kapattı. Her adımda Kuran okuyan hocanın sesi daha bir yakınlaşıyordu. Tülbentini düzeltip suratını da iyice bir asıverdi. Odaya girince bütün gözler üzerine çevrildi. Köşeye kaynanasının yanına geçip oturdu. Başını yana eğip parmaklarıyla oynamaya başladı. Yaşlı kadınların dudakları kıpırdanıp duruyordu. Kelimeler de suratlarındaki çizgiler gibi iç içe, kırış kırış. Hepsi ona acıyarak bakıyordu. Umurunda değildi. Baksınlardı. Kaç dakika geçmiş, kaç dua okunmuş, kaç zavallı Esma karışmıştı vahların arasına bilemedi. “El Fatiha” dedi hoca. Dudaklarını yalandan oynatıp eliyle yüzünü sıvazlayıverdi. Kalktı. Şalvarı kıçının arasına sıkışmış mı diye eliyle kontrol etti. Mutfağa geçerken gözü evin sokağa açılan kapısına takıldı. O kapıdan her girişinin ciğerini nasıl yaktığını düşündü. Korkusunu unutmaya çalıştı. Artık korku yoktu. Mevlüt okunmuş bitmişti. Tabakları almak için lavabonun üzerindeki tahta rafa yöneldi. “Az kaldı Esma” dedi kendi kendine.