Yürüdüğüm sokaklara bakıyorum. Gözleri olup da görmeyen insanlara… Ben miyim deli, bunca güzelliği fark eden? Yağmur yağıyor, bir ağaç sırılsıklam. Sonbahar. Ağacın yaprakları sonbaharın renkleriyle prenses olmuş, düş kuruyor; o yağmurda. Ağacın üzerinde bir sokak lambası. Sokak lambasının ışığı yağmurda kırılıp ağacı aydınlatıyor, gecenin lacivertinde.O gece ki, tanrının yarattığı en güzel sığınak. En güzel resim kimi zaman.
Düş bu, düşün…
Dar bir sokak. Bir merdiven, küçük taşlar, kenarlarda çiçekler ve ağaçlar var… Kimsenin olmadığı saatlere yakın. Şemsinin altına sığınan sevgililer, ağaç, ışık ve lambanın altına geldiğinde durur ve anı sonsuza taşırlar. O an ki, fark ederler. Aynı birbirilerine duydukları aşk ve hayranlıkla ağacına üzerine düşen yağmur damlaları içinde, yaprakların renginin ahengine kaptırırlar kendilerini ve tanrının en güzel tablosunu izlerler; gördüklerine şükrederek.
Yanında nefesini duyuyordu kadın, nefesi vardı, elini sımsıkı tutmuştu. Aşkı kalkıp, onun için 600 km’den -onun gözlerini görmek için- gelmişti. Anın sustuğu zamanlardandı. Bilmiyordu ki kadın, aradan on yıl geçecek ve o an aynı tazeliğinde duracak beyninde ve her yağmurda, her yağmurda, her ağacın altından geçerken ve ona ışık vurmuşken; o büyüyü hatırlayacak ve aslında büyüyü yaratanların kendileri olduğunu bir kere bir kere daha anlayacaktı. Bir iç çekecekti, derinden, iz bırakılmış, bir iç çekiş…