Bir sofra-i kebir…Arzın bir ucunda başlıyor, aynı uçta bitiyor masası… Dünyayı kucaklıyor bizim de onu kucakladığımızı temsilen. Envâı çeşit taam ile bin bir membanın suyu konmuş masaya. Masanın örtüsü altın ile ziftlenmiş, sandalyelerin emniyet kemerleri var Masanın bir yanında oturanları ile diğer yanında oturanlarının sadece giyinişleri değişik ve yüzlerinde aynı huzur ama vahşet, dingin kaşlar ama keskin dişler, oturuyorlar. Aşağılarda bir yerlerde kan sızıyor.Masa birilerinin üzerine mi kurulmuş ne?“Ben geldim” diyor haram tolgalı. Tüm masa halkı dalgalanıyor. Masa homurdanıyor, şöyle bir silkinip adamı alaşağı ediyor. Sofra katillerinin en kudretlisi kemik kırılma seslerini bastırmaya çalışarak konuşuyor:_Hoşgeldin, kaynanan seviyormuş.Hani öyle bir yiyorlar ki, olup da bardakları boş kalınca dudakları büzülüyor çocuklar gibi. Beyinlerinde üç kelimelik sanat eserleri dönen garsonlar boş bakışlarla hizmette kusur etmiyorlar. Bir tanesi boğuluyor. Tam pişmemiş bir tavuğun lades kemiği üst damağına saplanıyor. Tabağın üzerine yıkılıyor. “Yemeğe çok kaptırdı kendini herhalde.” diye düşünüp ilişmiyorlar bir süre. Tavuklu, kremalı, körili ve biftekli hatta ve hatta şaraplı, kısık ateşte pişirilmiş havyarlı çorbası, duyulmaz bir “hah bir bu eksikti” nidasıyla domates salçası da içerir görünüme büründü.Biri domuzun kafasını çekti yalaktan ve “domates salçası?”- tadıverdi. Aşağıda masanın çoktan öğüttüklerinden biri olan aşçının ruhuna rahmet okudu, ağzı doluyken yaptı bunu, az daha boğuluyordu.Öhöhöhöhöhöhö!( İşte buna da ekonomik kriz diyorlardı.) Kaldığı yerden devam etti yemeye.Üzerinde bir pantolon ve eski kırışmış bir gömlek, ellerinde birkaç yara ve kendisinin de değer verdiği uzaktan anlaşılan bir kutu taşıyan, ayakkabıları belli ki su almış biri içeri girdi. Kafasını kaldırdı, oturulacak bir yer olmadığını gördü.“Hımm…Demek ki kaynanamız sevmiyormuş.”İki üçe kadar saydı nedense. Elindeki kutuyu sofraya koydu, eğildi, usulca kendini masanın şefkatli dişlerine bıraktı.