Gecenin yorgun düştüğü bir saatti; gözlerimi açtığım an. Perdelerim her daim açık olurdu, kimi zaman ayı seyretmek için kimi zaman yıldızları ve o gün her ikisini de izleyerek dalmıştım.Gece yorgundu ve hatta küskündü. Ay öyle parlıyor ki güneşe nispet yaparcasına, tüm çatıları beyaza boyamıştı, tüm kaldırımları ve bütün “tüm”leri.Soğuğu hissetmemiştim hatta ayakkabımın bağına basıp düşmesem ıssız sokakta bir başıma beyhude yürüdüğümün bile farkında olmayacaktım.İşte bu bendim; bir ayakkabı bağıyla hayata dönen ve ondan değersiz bir şeyle de hayattan kopabilen nadir insanlardandım. Nadirliğimi de seviyordum nadir zamanlarda.Hayata dönüşümü, yürüyüşümle bezediğimde o malum köprünün ucunda geldiğimi de biliyordum. Buz tutmuş korkuluklarını sıkıca kavradım, ayın denizle sevişmesini izlerken. Olar seviştiler ben izledim, ben izledikçe onlar sevişti, ta ki karanlığın halen hüküm sürdüğü ve saltanatını başkasıyla baylaştığı o sahneyi görene dek. Karanlığın içinde karanlık; her zaman beni ürkütmüştür. Daha kötüsü biraz sonra düşündüğüm şeyin olacak olmasıydı. İlk kez karanlığa yürüdüm kaçmak yerine, çünkü oda kaçmamıştı.O da izliyordu denizi, bakıyor-bakıyor lakin görmüyordu. Görse çıkar mıydı korkuluklara? Görse atlamayı düşünür müydü? Belli ki görmüyordu yada görmesi gereken hiçbir şey kalmamıştı.Omzundan yakaladığımda, ölümle bir soluk kalmıştı aralarında ve şimdi birde ben vardım.“Bırak beni Yusuf” dedi “bırak”Bıraktım elbet. Çünkü korkmuştum. Bana bir kez olsun bakmamıştı ama adımı öyle derinden söylemişti ki dehşete kapılmıştım ve bu yüzden düşmüştüm.Tekrar yakaladığımda ellerim paçalarındaydı. Ben yalnızdım ve yalnız ölmekte olan biri benim adımı biliyor, daha kötüsü ölmek istiyordu.Tekrar düştüğümde şükürler olsun ki oda yanımdaydı ve tekrar şükürler olsun ki artık ölümle aralarında metre farkı vardı. Dahası kim olduğunu öğrenecektim.Elbet ondan evvel kalktım. Onun düşmüşlüğü öyle hemen kalkıla bilinecek türden değildi. Yüzünü görmek için biraz kaydım, biraz daha ve evet. Evetim onu tanıdığımdan değil sadece yüzünü görebiliyor olmamdandır. Oysaki bu yüzü hiç ama hiç görmemiştim. Öyle hatırlanmayacak bir yüzü de yoktu. Ne tam anlamıyla bir kıza benziyordu nede erkeğe. Ne çok güçlü ne de çok narindi ve zamanla fark ettim ki bir kusursuzluk vardı.“Ben kızım” dese güzel bir kız olduğunun hükmüne varacaktım. “Ben erkeğim” dese yakışıklı bir erkek olduğuna ama o hiçbir şey söylemedi. Ben de sormadım. Gene de ilk konuşan ben oldum ve hatırladığım kadarıyla bir-iki kadeh atmayı teklif etmiştim. “Alkol kullanmıyorum” deyişindeki tuhaflıktan mı yoksa gözlerinden mi korktum? “Bende” deyiverdim peşi sıra ve gerçekten doğru söylemiştim ama o inandı mı?Halen bilmiyorum.“Kapiçino” dedim, bana ait olmayan bir sırıtışla ve galiba ortamı sakinleştirmek vahabında.Ona da “hayır” dedi. Batılaşmaya karşıymış ve bu da onun bir göstergesiymiş. Ne saçma demiştim içimden bana anlatmaya başladığında.O da herkes gibi aşkı anlatıyordu bana ben aşkı bilmiyormuşum gibi. Bekli de bu bilmişliğim yüzünden köprüye gelene dek ne anlattı bilmiyorum. En son dayanamayıp “sen kimsin” demem oldu. Bir teşekkür bile etmeden bana vaaz veriyordu. Ben vaaz dinleyecek biri olsaydım yalnız olmazdım dedim içimden ve soruma cevap verene dek sinirliydim de. Ta ki o cevap ve ardından gelen kahkaham. Tüm köprü demirlerinden nanikler eşliğinde geçti ve gitti.“Aşk” demişti “Aşk”Bırakın ismi olmayı “ben bizzat aşkım” diyordu. Bugün üçüncü kez şükrediyordum. Yalnızdım ama deli değildim.Hınzır-hınzır gülüşlerimi, aynı üslupla “Yusuf” diyerek bozdu ve devam etti “sana üç kez geldim”Hoş geldin sefa geldin diyecektim ki ilk sevdiğim kızın ismini fısıldayı verdi kulağıma ve ardından ikincisini,üçüncüsünü. İkincisine aşık olup olmadığımı anlayamadığımı bile anlattı bana. Hakikatten ya. Taşlar yerine oturuyordu. Öyle anlatıyordu ki bana, sanki yaşayan oydu.O gün bana çok şey anlatmıştı ve en önemlisi onun aşk olduğunu kabul ettirmişti. Sen bir erkeksin ya demişti senin için aşk sadece bir kız olmamalı. Bir kuşa aşık olmalısın, börtü böceğe, yağmura, yeşile ve hatta ölüme. Her ölüm bir doğuştur demişti, her doğum yeni bir nefes ve yeni bir yaşam. Bil ki her yeni güzeldir, bu yüzdendir ağaçların yapraklarını dökmesi ve tekrar açması. Yeter ki göresin demişti.Soyadını hiç düşündün mü? Herkes altının peşinden koşar ama sen gümüşü isteyeni bulacaksın. Bulamadım demeyecek ve arayacaksın.Gün ağarmaya başlamıştı ve ben artık bir kahramandım. Aşkı kurtaran adam. Tek sorun bana kimse inanmayacaktı ve bir sorun daha zaten anlatacağım kimsem de yoktu.İki adım attım. Vedalardan hoşlanmazdım. Bu kez o benim omzumu kavradı ve kulağıma eğildi “Bugün intihar eden ben değildim. Sendin” dedi. “Sen bugün köprünün başında ayın denizle sevişmesine aşık olmasaydın, burada da olmayacaktın. Anlatmak istediğin bir şey varsa işte bunu anlat. O zaman sana herkes inanır”İlk kez vedalaşmak için döndüm ve Aşk’a sıkı-sıkı sarıldım. Doyamadığın bir şeye sarılmak nedir işte o gün anladım.Ama şimdi gene de üzgünüm.Neden diyorsanız?O köprüde atlamayı bekleyen binlerce Aşk vardı, binlerce beden ve ben sadece benim olanı kurtara bilmiştim. Şimdi sizin için üzülüyorum. Çünkü size AŞIĞIM. İşte aşk bana o gün bunu öğretti.