KOÇ (21 Mart – 19 Nisan) : Bu sabah uyandığınızda kendinizi Kafka’nın böceği gibi hissedeceksiniz. Bu durum sizi memnun etse de fazla uzun sürmeyecek; öğleden sonra bir arkadaşınızın daveti üzerine katıldığınız tiyatro provalarında yanlış hayvanı seçtiğinizi anlayıp üzüleceksiniz. Akşam katıldığınız bir davette ise durumunuz daha da kötüleşecek. Viski ve votkayı karıştırdığınız yetmiyormuş gibi bir de Vonnegut ve Tolstoy üzerine karşılaştırmalı edebiyat tartışmasına katılacaksınız. Gece bir sinir kriziyle noktalanacak. Krize viski ve votkayı karıştırmanız mı yoksa Vonnegut ve Tolstoy’u karşılaştırmanız mı sebep olacak bilemiyoruz.
Pinhan Kara
12 yıl önce üye olmuş, 11 yazı yazmış. 27 yorum yazmış.
antik çağda bir kara mizah ustası alaycı lukianos
Pinhan Kara | 11 March 2003 04:31
“(…) gerçekten, kızaran yaşlı bir adamcağızı seyretmek ve bu sırada berbat yağın dumanını solumak, hiç de hoş bir manzara değil.”
Lukianos
Okuyacağınız bu yazı, Peter Sloterdijk’in Mustafa Tüzel tarafından Türkçe’ye çevrilen “Alaycı Lukianos ya da Eleştiri Kamp Değiştiriyor” başlıklı ciddi incelemesinin mizahi bir bakış açısıyla deforme edilmesinden ibarettir.
(…)
Önce Lukianos’un kısa bir biyografisini verelim:
“Lukianos, (doğumu M.S. yaklaşık 120) başarısız bir heykeltıraşlık denemesinden sonra, (ki dönemin stoacı ünlü filozoflarından birini bir sütunla fazla iç içe resmettiği için işinden olmuştu.) İletişimci oldu. O günlerde karşılığı bulunmayan bir meslekti bu. Böylece, Paulus gibi büyük bir seyyah olarak, ülkeleri dolaştı, Galya’dan Adana’ya kadar tüm Akdeniz bölgesini gezdi, buralarda yanında kekeme bir vantrolog ve ön grup olarak dönemin ünlü boysband’i “sütun çocuklar”la çalışarak gösterişli ve şatafatlı konuşmalar yaptı. Yunanca’yı aksansız konuşamadığı halde, bu alanda büyük bir başarı kazandı. Akropolis’te düzenlenen ve yalnızca dönemin ünlü filozoflarının davet edildiği “2. Geleneksel Münazara Günleri”ne şeref konuğu olarak katıldı. ‘Okuyan mı daha çok bilir, yoksa gezen mi?’ ana başlığı altında toplanan münazarada “Gezerken aynı zamanda yolda bir şeyler okuyan daha çok bilir, en azından trafik sıkıştığında” tezini ileri sürdü. Bu tez bazı filozoflarca; dönemin sosyal yapısına göre oldukça radikal ve yenilikçi bulunsa da, bazı filozoflarca etik dışı bulundu. Bütün bu şöhret ve başarıya rağmen Lukianos huzursuzdu. Bu yüzden kırk yaşında alaycı hafif yazılar yazmaya başladı. Onu ölümsüzleştiren de bu yazarlığı oldu. Sonraki yıllarda Mısır’da Roma devletinin hizmetinde bir memurluk görevine girdi; yani daha önce bol bol alay ettiği şeyleri, sağlam gelirleri ve bir mekanda yerleşikliği ve hatta devremülk sistemini kabul etti. Yaşamında saptanabilen son tarih İmparator Marcus Aurelius’a ‘Ay yuvarlaktır, inanmayan gece başını kaldırıp gökyüzüne baksın’ demesidir (M.S.17.3.180). Net olarak bilinmemekle birlikte, Lukianos’un da bu tarihten kısa bir süre sonra öldüğü (ya da öldürüldüğü) tahmin edilmektedir. Bu olaydan sonra berberi tarafından bir penguene benzetilen İmparator Marcus Aurelius’un intihar ettiği bilinmektedir.” (Otto Seel, Lukian, Gespräche der Götter und Meergötter, der Toten und der Hetären, Stuttgart 1967, s. 241/242.)
Deli Olmak Şart Değil Ama Yardımı Olur
Pinhan Kara | 27 February 2003 21:22
(…) babam daha çocukken verem ile deha arasında bir bağ olduğuna inanılırdı çünkü ünlü sanatçıların çoğu veremdi. Frenginin erken dönemlerinin de faydalı olduğu rivayet edilirdi.
Kurt Vonnegut
Ölümden Beter Yazgılar
Yıllar önce, ana başlığı “Şizofreni” olan bir konferansa katılmak için İstanbul’un kültür merkezlerinden birinin koridorunda elimde sigara aşağı yukarı turluyorum. Amacım deliliğe olan merakımı gidermekten de öte esefle itiraf ediyorum ki biraz da eğlenmek. Delilerin ve deli olma durumunun eğlendirici olduğu fikri bilinç tarlamda sebepsiz yere filizlenmiş yabani bir ot değil, tam aksine dünyayı algılamaya başladığımdan beri önce aile içinde özenle tohumları atılmış, arkadaş ortamlarında ilk sürgünlerini vermiş, medya ve sanat çevrelerince mütemadiyen sulanmış gürbüz bir ağaç. Biraz sonra şahit olacaklarımın bu ağacı kökünden sarsıp yerle yeksan edeceğinden bihaber içeri girenleri izliyorum. Hangisinin deli hangisinin dahi olduğunu, hangisinin sanata üstün bir yatkınlık gösterebileceğini, hangisinin tam tımarhanelik olduğunu kestirmeye çalışıyorum. Gözlemlerimin ne kadar yersiz olduğunu konferansın ortalarına doğru hastalar ve hasta yakınları konuşmaya başladığında anlıyorum. Gözü yaşlı bir baba konferansı yöneten doktora sokağa çıkamayan çocuğunu anlatıyor, tek amacı; yükünü diğerleriyle paylaşarak kendi payına düşeni hafifletmek. Bir hasta televizyonla neden konuştuğunu anlatıyor, televizyondan çıkan gama ışınlarından, bu yolla kendisini izleyen casuslardan bahsediyor. Bu anlatılanlar, buraya gelirken duymayı beklediğim eğlendirici olacağını düşündüğüm şeyler. Oysa hiç eğlenmiyorum, dinlediklerim sadece içine düştüğüm dehşet halini derinleştiriyor. Öğrendiğim kadarıyla deliliğin bir çok çeşidi var, bunlardan biri olan şizofrenininse binlerce çeşidi var. Neredeyse her şizofreni vakası başlı başına bir hastalık türü, bunca farklı hastanın tek bir ortak yönü var o da; bu durumdan duydukları acı. Birkaç benzer konuşmadan sonra konferans bitiyor ve beynimdeki gürbüz ağaç köklerinden çatırdayıp bir daha asla dirilmemecesine yıkılıyor.
âlemsin picasso
Pinhan Kara | 21 February 2003 17:11
Dillere destan bereketi, yedi memeli kadınlarla ikonalaştırılan Anadolu topraklarından son günlerde paha biçilmez Picasso tabloları fışkırmakta. Bunlardan bazılarının sahte olduğu hemen anlaşılmakta. Örneğin, bir İran halısı üzerine boylu boyunca uzanmış, etrafına mor manolyalar saçılmış, beyaz ipekler içinde ud çalarken uyuyakalmış, güzel doğulu kadını betimleyen tablonun sahte olduğu hiçbir kimyasal deneye gerek kalmadan anlaşılmıştır.
Fakat dönemin İçel Valiliğince ‘Dövüşen Horozlar’, sanat tarihi uzmanlarınca ise ‘Kadın ve Lüfer’ diye adlandırılan tablonun sahte olduğunu anlamak için onlarca deney ve bir hayli masraf yapılmıştır. Sonunda tablonun sahte olduğu, eserin Picasso’ya değil ondan bir dönem önce yaşamış kübist ressam Paul Cézanne’a ait olduğu anlaşılınca eser yakılarak imha edilmiştir. Lâkin Picasso’ya atfedilen fakat ona ait olmayan şeyler yalnızca tablolarıyla sınırlı değildir. Yarattıkları betimlemenin bire bir gerçeği yansıtması için kılı kırk yaran oryantalist ressamları çatlatırcasına efsaneleşen, her geçen gün ismi ve eserleri daha da kıymetlenen Pablo Picasso hakkında o kadar çok hikaye uydurulmuştur ki hepsini zamanlama açısından bir insanın aciz ömrüne sığdırmak olanaksızdır. Mesela Orhan Gazi ve Picasso konulu hikaye, İran halısına uzanmış doğulu kadın tablosu kadar hiçbir karşılaştırmaya maruz kalmadan uydurma olduğu anlaşılabilecek bir hikayedir. Fakat bazıları Gaspar Noe filmlerini aratmayacak kadar gerçekçidir.
Peki bu durumda sahtesi ile aslını nasıl ayırt edebileceğiz? Aşağıda yayınladığımız, birkaç gün önce Sayıştay’ın 44 no’lu, tozlu arşivinden gün ışığına çıkan, Picasso’nun gizli aşkı Françoisé’a yazdığı ve orijinal oldukları Suriyeli bilim adamları ve Kübalı tipografya uzmanlarınca tasdiklenmiş mektuplar, bu hikayelerin gerçek olup olmadığını anlamak için baş vuracağımız birer sarraf taşı oldular.
Primates
Pinhan Kara | 19 February 2003 06:52
Aşağıdaki günce, “Orangutanların Sosyal Yaşamı”nı incelemek üzere Afrika’ya giden Dr. Joseph W. Hann tarafından yazılmıştır. 03.08.2000’den beri kendisinden bir haber alınamayan deha biyologun bu güncesi, Ortadoğu barış görüşmeleri sırasında Amerika Dış İşleri Bakanı’nın kazara üzerine oturması sonucu bulunmuştur. Dr. Joseph’in hayatından endişe edilmektedir.
25.07.2000
11 saat süren sıkıcı bir uçak yolculuğundan sonra Afrika’nın bu el değmemiş cangılına vardım. Burada hava umduğumdan daha sıcak ve bunaltıcı. Beni en çok şaşırtan şeyse; her köşe başında bir Çin Lokantasına rastlamam. Kime satış yapıyorlar bilmiyorum ama duyduğuma göre; Masai Kabilesi üyeleri Çin yemeklerine bayılıyorlarmış. Bence bütün Afrika otantizmine zarar veriyorlar. Karar verdim; bundan sonra küreselleşme karşıtı örgütlere daha çok destek vereceğim.
AYŞE ÖZGÜN HERGÜN
Pinhan Kara | 02 February 2003 20:03
AYŞE: Sevgili seyirciler ve stüdyoda hazır bulunan muhterem cemaatimiz Cuma Sohbetlerimize hepiniz hoş geldiniz. Hemen hocamıza ilk soruyu yöneltiyorum. Hocam, geçenlerde Fatih’in Çarşamba semtinde dolaşıyordum. Bir grup yobaz gördüm kediyi “hıris hıris” diye çağırıyorlardı. Bunun satanizim’le bir ilgisi var mı, İslam’da var mıdır bunun yeri efendim?
YAŞAR: Tabii… Şimdi Araplar kediye “pisi pisi” demezler, Arapça’da “P” harfi yoktur. Çünkü o çağlarda “P” harfine ihtiyaç yoktu. Yani kediye “pisi pisi” demezler “hıris hıris” derler. Türkiye’de ise bazı Arapçılık akımına kapılmış münafıklar hala bu geleneği sürdürürler. Efendim, bu konuda ne bir hadis vardır ne de bir ayet. Ben “İslam Dünyasında Kedinin Yeri” adlı kitabımda bunları açıkça anlattım, alınız, okuyunuz. Bu adamlara da kulak asmayınız. Bu çağda hangi akıl hangi mantık? Kediye “hıris hıris” diye çağrı yapmak. Bu tamamen bir oyundur, kanmayalım, kandırılmış kedilerimizi de uyaralım. AYŞE: Sağ olun Hocam, çok aydınlatıcı oldu. Şimdi size bir soru yöneltecek olan konuğumuza mikrofonu uzatıyorum. Buyrun…
silikon dertler
Pinhan Kara | 31 January 2003 13:52
Aşağıdaki, bir grup terapisinde geçen diyaloglar tamamen sanal olup gerçek kişi ve olaylarla bağdaştırılamaz. Okumaktan sıkılırsanız alt+F4’e basınız.
Dr. Diktiye : Seansı başlatıyoruz. Lütfen sessiz olalım. Öhöm…öhöm. Burada toplanmamızın sebebi günlük hayatta baş edemediğimiz sıkıntıları ve modern hayatın kaçınılmaz sonu olan depresyonlarımızı, grup psikolojisi içinde çözmek ve birbirimizle paylaşımda bulunarak rahatlamak, yalnız olmadığımızı bir kez daha hatırlamaktır.
AHMET: Bu metni bir yerden okumadınız di mi?
Risk
Pinhan Kara | 30 January 2003 20:32
Fast-food’lardan nefret etmek için bir çok geçerli sebebimiz vardır. Sağlıksız, emperyalist ve pahalı olmaları, doyurucu olmamaları, “Ayın Elemanı” gibi son derece firavunvâri bir seçim yapmaları, ki bence yakında işi iyice azıtıp “Ayın Elemanı”nın kapak modeli olacağı aylık magazinler basacaklar: FEST BURGER100 SORUDA: PATATESİNİZ YETERİNCE KIZARMIŞ MI?KETÇAP GÜZELİAYIN ELEMANI: ÇİĞDEM BAŞAMEL: “HAMBURGERLE BİR BÜTÜNÜM”
Bütün bunlar bir yana beni en çok rahatsız eden yanları risksiz olmaları. Self servis sisteminde parayı baştan ödediğiniz için hiç risk almazsınız. Paranız varsa yersiniz, yoksa yemezsiniz. İşte bu kadar basit. Bizim geleneksel mutfağımızda ise her zaman hesabın cepteki paradan fazla gelme ihtimali vardır. Bu yüzden daima Türk mutfağını tercih ederim.
Hurûfilik ve Bâtınilik Üzerine
Pinhan Kara | 29 January 2003 12:45
Neyin ne olduğunu ve nasıl olduğunu söylemek yetmiyor artık – bir de her şeyi ispatlamak gerekiyor, en iyisi tanıklar getirip, bir takım gülünç deneyler yapıp ispatlamak.
Patrick Süskind
Koku
İslam dünyasında ebcet hesabı matematiksel bir çözümlemeyle sınırlı kalmaz Bâtınilik ve Hurûfilik gibi kavramlarla beslenerek daha tehlikeli bir hal alır. Bâtınilik dönem dönem popülerleşir ama bu geçici rüzgarlar ne İslam’a ne de bu işlerle uğraşanlara bir fayda getirmez. Keza avam da bilerek ya da bilmeyerek bu işlere ilgi duyar ve yaradılış olarak meraklıdır da. Zahir üzerine tefekküre üşenen güdük iman, kesin kanıtlar ve matematiksel veriler arar. Ve bulur da…
Son günlerde üzerinde fırtınalı tartışmalar kopartılan “Kur’an’ın Şifreleri” adlı eser ve müessiri Ömer Çelakıl bu duruma verilebilecek en güncel örnektir. Ömer beyin çalışmalarını baştan aşağıya karalayamayız. İçinde muhakkak, hakikat payı olan veriler mevcuttur ama bunun kime, nasıl bir faydası olur? Kıyametin ne zaman kopacağını soran sahabesine yüce peygamberin verdiği cevap ne kadar mükemmeldir. Peygamber bu kişiye bu gibi şeylerle uğraşmamasını sadece o güne hazırlıklı olmasını salık verir. İslam edebi, adabı bunu gerektirirken bu tip çalışmaları (her ne kadar iyi niyetli olsalar da) hoş görmek mümkün değildir. Ömer kardeşimizin son derece iyi niyetli olduğu, tavırlarından, mimiklerinden hatta pejmürde halinden anlaşılıyor. Fakat niyet ne kadar iyi olsa da yapılan eylem İslam kimyasına ters düşüyor. Çünkü Müslüman zahire iman edendir.
2 x 2
Pinhan Kara | 27 January 2003 17:23
2 x 2
İki kere iki dört çekilmez bir şey. İki kere iki dört, bana sorarsanız, bir küstahlıktır. İki kere iki dört, ellerini böğrüne dayayarak yolumuzu kesen, sağa sola tükürük atan bir külhanbeyin ta kendisidir. İki kere iki dördün yetkinliğine inanırım, ama en çok övülmeye değer bir şey varsa, o da iki kere ikinin beş etmesidir.
Dostoyevski
Yeraltından Notlar
Kendimi bildim bileli matematikten, sayılardan ve bana ifade ettikleri sözde katı gerçekliğin madeni soğukluğundan nefret ettim. Okul hayatım boyunca en düşük notlarımı matematik ve türevi derslerden aldım. Sayılar, her ne kadar yaşadığım evreni somut temellere oturtmak için orada olsalar da benim için soyut bir karmaşadan ibarettiler. Problemler çözdükçe daha da karmaşıklaşır, başıma bela olurlardı. Belki diğer yazılarım gibi ardı ardına sıralanmış diyaloglardan oluşmayan bu yazıyı, sırf matematikten intikam almak için yazıyorum, belki de matematik karşısındaki beceriksizliğimi örtbas etmek istiyorum.