Fast-food’lardan nefret etmek için bir çok geçerli sebebimiz vardır. Sağlıksız, emperyalist ve pahalı olmaları, doyurucu olmamaları, “Ayın Elemanı” gibi son derece firavunvâri bir seçim yapmaları, ki bence yakında işi iyice azıtıp “Ayın Elemanı”nın kapak modeli olacağı aylık magazinler basacaklar:

FEST BURGER

100 SORUDA: PATATESİNİZ YETERİNCE KIZARMIŞ MI?

KETÇAP GÜZELİ

AYIN ELEMANI: ÇİĞDEM BAŞAMEL: “HAMBURGERLE BİR BÜTÜNÜM”

Bütün bunlar bir yana beni en çok rahatsız eden yanları risksiz olmaları. Self servis sisteminde parayı baştan ödediğiniz için hiç risk almazsınız. Paranız varsa yersiniz, yoksa yemezsiniz. İşte bu kadar basit. Bizim geleneksel mutfağımızda ise her zaman hesabın cepteki paradan fazla gelme ihtimali vardır. Bu yüzden daima Türk mutfağını tercih ederim.

Çünkü adım Kemal ve risksiz yaşayamam!

Yemeklerin lezzetine hesap sıkıntısıyla salınan adrenalin karışınca dünyanın en mesut insanı ben olurum. Eğer bir Gurme olsaydım, adrenaline bir zamanlar TRT’nin mercimeğe yaptığı muameleyi yapar, diğer tüm lezzetleri onun etrafında irdelerdim.

Şefin Önerisi: Adrenalin Soslu Kabak Tatlısı.

Risk faktörü hayatımın her alanına yayılmıştır. Taşınabilir Mp3 çalar aygıtımı devamlı “Shuffle” modunda dinlerim, böylece bir sonraki parçayı asla tahmin edemem.

“I’m an English man in New York – Pala bıyıgı degil yüregidir deadileaar”

Ne diyeceğini bile bile en azından haftada bir babamı ararım.

– Şu an evde yokuz. Lütfen sinyal sesinden sonra mesaj bırakınız. Biiip…

– Baba aynı espriyi 40 kere yapıyorsun!

– Sen de para kazan 41 kere yap eşşoğlueşşek!!!

Galata’ya işim düştüğünde muhakkak kerhanenin sokağından geçerim. Sokağa girer girmez çığırtkan pezevenklerce rahatsız edilebileceğim ihtimali bana huzur verir. Adımlarımı hızlandırır sanki önemli bir yere yetişmek zorundaymışım da tesadüfen oradan geçiyormuşum gibi davranırım. Buna rağmen sık sık pezevenklerle muhatap olmuşumdur. Aramızda hep aynı diyalog geçer:

– Buyur delikanlı! Her türlü muamele var.

– Sağol abi… Ben işimi gördüm.

Otobüse bindiğimde mutlaka gidip basamakta durur, otomatik kapılara yaslanırım. Kapının her an açılabileceği ve benim vızır vızır işleyen trafiğin ortasına düşebileceğim ihtimali ya da en azından otomatik kapının açılırken bana çarpma riski yolculuğu keyifli kılar. “Evladım inecek misin?” diye soran yaşlı teyzelere, ‘evet’ veya ‘hayır’ yerine “Bilmiyorum” derim.

Akşam eve vardığımda günlük rutin risklerimin verdiği yorgunluğu kedimin göğsümde guruldamasıyla savarım. Keşke Mak Gayvır bi daha yayınlansa, çok severim kendisini.