Aşağıdaki, bir grup terapisinde geçen diyaloglar tamamen sanal olup gerçek kişi ve olaylarla bağdaştırılamaz. Okumaktan sıkılırsanız alt+F4’e basınız.

Dr. Diktiye : Seansı başlatıyoruz. Lütfen sessiz olalım. Öhöm…öhöm. Burada toplanmamızın sebebi günlük hayatta baş edemediğimiz sıkıntıları ve modern hayatın kaçınılmaz sonu olan depresyonlarımızı, grup psikolojisi içinde çözmek ve birbirimizle paylaşımda bulunarak rahatlamak, yalnız olmadığımızı bir kez daha hatırlamaktır.

AHMET: Bu metni bir yerden okumadınız di mi?

DR. DİKTİYE: Hayır, ezberimde vardı zaten.

KRİZANTEM: Neden kısaca “hayatınız kaymış sizin” deyip sadede geçmiyoruz?

DR. DİKTİYE: Sabredin lütfen ve bu kadar karamsar olmayın. Pekala sizden başlayalım isterseniz. Bize kendinizi tanıtır mısınız ve neden burada bulunduğunuzu anlatır mısınız?

KRİZANTEM: Tabii ki…Adım Krizantem.

DR. DİKTİYE: Azınlık adı mı?

KRİZANTEM: Hayır çiçek adı…

DR. DİKTİYE: Pekala sorununuz nedir?

KRİZANTEM: Kocam beni bilgisayarıyla aldatıyor.

DR. DİKTİYE: Nasıl yani, elektronik bir aletle aşk mı yaşıyor?

KRİZANTEM: Tam olarak öyle değil. Eve bilgisayar aldığımızdan beri bütün ilgisini ona yöneltti. Aşk hayatımız sona erdi. Bütün gece chat yapıp sigara içiyordu.

DR. DİKTİYE: Evet üzücü bir durum.

KRİZANTEM: Durun daha bitmedi. Bir süre sonra, yani chat’teki bütün kızların ya erkek ya da çirkin sivilceli kızlar olduğunu anlayınca eve bir bilgisayar daha aldı.

DR. DİKTİYE: Bunu neden yaptı ki?

KRİZANTEM: Diğer bilgisayarı salona koyduk. Oradan benimle chat yaptıktan sonra yatabiliyorduk. Aksi halde kesinlikle tahrik olmuyordu. Her gece her gece aynı işkence, aynı adama aynı şeyleri anlat. Yeni cümleler kurmak çok zor oluyordu. Tam bir kısır döngü içindeydik.

DR. DİKTİYE: Peki seks hayatınız bir düzene oturmuş olmadı mı böylece?

KRİZANTEM: İlk başta öyle gibi görünse de (ağlamaya başlar) onunkinden daha fantastik, ilginç nickname’ler gördükçe kendime hakim olamayıp onlarla da chat yapmaya başladım. Artık kocam hariç herkesi arzuluyordum.

DR. DİKTİYE: Kocanızın nickname ’i neydi?

KRİZANTEM: Apo.

DR. DİKTİYE: Asıl adı nedir?

KRİZANTEM: Abdullah…

DR. DİKTİYE: Evet…çok yaratıcı. Bir dakika kocanızın asl ’si nedir?

KRİZANTEM: 35 m İst, ühü..ühü..

DR. DİKTİYE: Ohh tamam, bir an benimle chat yapan apo olabileceğini düşünmüştüm…

KRİZANTEM: Onun asl’si neydi?

DR. DİKTİYE: 52 m İmralı,

KRİZANTEM: Yok o değildir.

DR. DİKTİYE: Sakin olun lütfen bakın hepimiz burada çeşitli sıkıntılarımıza çözüm üretmek için bulunuyoruz. Ağlamanız rahatlatıcı olabilir tabii ki, ama diğer arkadaşlarımızı dinlerken rahatlayabilirsiniz. Evet sizinle devam edelim adınız neydi.

YUSUF: O Türkçe bilmiyor adı George, kendisi İngiliz’dir, dört aydır Türkiye’de yaşıyor, size onun tercümanlığını yapmak için buradayım.

DR. DİKTİYE: Hay Allah… Bunu daha önce neden bildirmediniz. Aslında şu anda sizin burada bulunmanız psikanaliz etiğe aykırı. Ama ülkemizin tanıtımını yanlış yapmamak için bir seferlik müsaade edeceğim. Kendisi hiç Türkçe bilmiyor mu?

YUSUF: Aslında buraya gelmeden önce konuştuğumuz dili öğrenmek için bir kursa gitmiş ama ona orada Zazaca öğretmişler.

DR. DİKTİYE: Zazaca mı? Ne alaka?

YUSUF: Bilmiyorum, dış mihrakların oyunu olmalı.

DR. DİKTİYE: Pekala, sorunu nedir arkadaşınızın?

YUSUF: İnternet bağlantı hızının düşük olması.

DR. DİKTİYE: Bakın, bugün herkes buna benzer sorunlarla gelmiş galiba. Ben Bill Gates değilim, sadece bu grubun danışman psikologuyum.

YUSUF: Yanlış anladınız. Sorunu bu kadarla bitmiyor. Bağlantı hızı yavaş olduğu için izlediği porno filmler duraksayarak oynuyor. Bu da onun mastürbasyon yaparken duraksamasına neden oluyor. Zamanla alışkanlığa dönüşmüş. Bir türlü boşalamıyormuş.

DR. DİKTİYE: Anlıyorum, porno VCD almayı denemiş mi?

YUSUF: Evet, denemiş ama bilirsiniz işte. Bu kopya CD’ler den çok şikayeti, sizi temin ederim ki aldığınız her 3 CD’den biri muhakkak bozuk çıkar, özellikle yeşil tabanlı olanlar. Sonra alıp bu CD’yi korsan satıcıya götürürsünüz. “Bu bozuk” dersiniz işte bütün komedi o anda başlar. Adamın gözleri fal taşı gibi açılır, dudaklar hayretle aşağıya doğru sarkar, bir süre sonra şaşkın ifadeden kurtulan gözler kısılır, şüpheci bir bakışa bürünürler. “NE BOZUK MU?!!” Adam şoka girmiştir. Sanki NASA’da çalışıyordur ve Mars’a 46 kişilik bir ekip göndermiştir ama gezegene 78654 km kala uzay mekiğinin navigatör işlemcisinde bir devre yanmıştır ve ekip uzayda kaybolmuştur. Ulan sen korsan bir satıcısın işte sattığın şeyin ne teknolojisini bilirsin ne bozuk olup olamayacağına dair bir fikrin vardır. Ama adam şaşırır. “Ne Bozuk mu?” diye sorar muhakkak. Bu çeşit satıcılar pek yalnız takılmaz, yanlarında çevre esnaftan birileri ya da işsiz güçsüz arkadaşları vardır ve satıcı sanki CD’yi o icat etmiş gibi sorar: “Ya Erdinç bu bozukmuş öyle diyor arkadaş. Olabilir mi?” Adam pek konuşmaz dudağını büker bilmem mahiyetinde. Sonuçta değiştirirler CD’yi ama hala size bir sanayi casusuymuşsunuz gibi bakarlar. Ürettikleri teknolojiye hakaret eden acımasız bir casus.

DR. DİKTİYE: Evet… bu benim gözümden kaçmış, stand-up’ınız bittiyse diğer hastamıza dönmek istiyorum.

YUSUF: Tabii… Ne demek buyurun.

DR. DİKTİYE: Evet efendim sizi dinliyorum.

MEHMET: Beni mi?

DR. DİKTİYE: Evet. Umarım sizin sorunlarınız da elektronik değildir.

MEHMET: Pek sayılmaz çünkü benimkisi fişe takmadan başladı elektriğin bir suçu yok, tamamen bizim parti teşkilatının çalıştığı reklam ajansıyla ilgili.

DR. DİKTİYE: İlginç devam edin lütfen.

MEHMET: Efendim bilirsiniz son seçimlerde Büyük Şehir Belediye Başkanlığına aday olmuştum.

DR. DİKTİYE: Biliyoruz tabi sizi hep yakından takip ettim.

MEHMET: Teşekkür ederim. Meslektaş sayılırız ben de “Şehir Psikologuyum”

DR. DİKTİYE: Evet, Biliyorum.

MEHMET: Neyse, lafı uzatmayalım. Partimizle çalışan reklam ajansının sahibi, benim için ilk önceleri bana da makul gelen bir kampanya konsepti hazırlamıştı. Billboard’lar için bir reklam fotoğrafı çekilecekti. Bir elime bir klavye diğerine de bir T cetveli verdiler tanıtım afişi için. Partide tanıdığım tek mülayim belki de elit adam benim tabiri caizse. Dediler ki: “Nasıl tanıtırız bu abimizi?” teknolojiyle barışık filan gözükecekler ya. Çünkü afişin altında da bana ait öyle bir sıfatlar var ki: sanırsınız ben atılgandan kazara parti il teşkilatına ışınlanmış ve o anda kendisinden vazgeçilmiş bir adamım. Çünkü bu camialara düşen adamı kolay kolay bırakmazlar. Yalnız Mr. Spak’ı geri vermişlerdi o da kulakları bazı efsanelere tezat oluşturuyor diye. Yoksa o da zor kurtulurdu. Neyse teknolojiden yanayız imajı verilecek elde klavye, zannediyorum lap top diye bir şey den haberleri yok, diğer elde de T cetveli. Bu ne demek? Yani bilgisayarımız var ama “Autocad” programını henüz kullanamıyoruz manasına mı geliyor anlamadım. Reklam kampanyasını yöneten arkadaş demiş “En yakın ilçe teşkilatından bir bilgisayarı parçalayın getirin.” Hard diski ve monitörü parti başkanına, klavyeyi bana, Fax modemi İlçe Belediye Başkanı Adayı arkadaşa, mouse’u da delegelerden birine vermişler. Tabii seçim sonunda hüsrana uğradık. Yandı bağrımız “Ulan gitti koca bilgisayar diye.”

DR. DİKTİYE: Tabandan tepki aldınız mı?

MEHMET: Yok onlar pek bir şeyin farkında değiller. Bizim çocuklara genelde lunaparklarda rastlarsınız. Nedendir bilmem lunaparklarda terör estiriyorlar. Partinin mafya kesimine ayak uyduramayanlar böyle mekanlarda Kamikaze’ye 32’inciyi beklerler. Terör estiriyorlar diyorum bu bir abartıydı tabi. Yaptıkları şey ne biliyor musun? Binersin kamikaze’ye sen daha ilk dakika da tırsarsın, inmek istersin. Bilmiyorum hiç bindiniz mi?

DR. DİKTİYE: Hayır efendim.

GEORGE: I was.

YUSUF: George binmiş.

DR. DİKTİYE: Hani Türkçe bilmiyordu bu arkadaş.

YUSUF: Bilmem bana öyle söylemişti. Hani Türkçe bilmiyordun lan sen?

GEORGE: Hı!? I’m reading his lips.

YUSUF: Dudak okuyormuş ibne.

DR. DİKTİYE: Aaa lütfen terbiyeli olalım. Siz devam edin efendim.

MEHMET: Bizimkiler Kamikaze’de en uca otururlar. Bir de elleriyle partinin sloganını atarak “Aaaauuuu…daha yükseğe, daha yükseğe” diye bağırırlar. Makineyi yöneten amcamda bizdense yandın zaten, o makine hiç durmaz. Bunu isterler çünkü bizimkiler, doğal ortamlarından koparılıp şehir hayatına hazırlıksız salındıkları için özlemlerini böyle giderirler. Neyse fazla üstlerine gitmeyeyim. Çünkü iddia ettiklerine göre ellerinde Yılmaz Güney’in kayıp filmi “Tarkan Godo’ya Karşı” nın bir kopyası varmış. Maazallah kızıp yakıverirler filan.

DR. DİKTİYE: Tabi, böyle bir şey olsun istemeyiz.

KRİZANTEM: Ha..ha..ha…Hapşuuu!!!

GEORGE: Çok yaşa.

DR. DİKTİYE: Yusuf bey siz arkadaşınızın Türkçe bilmediğinden emin misiniz? Sakın bizim psikolojide “yansıtma” dediğimiz şeyi yapıyor olmayasınız?

YUSUF: Valla bilmeden öyle bir kusurumuz olduysa affola.

KRİZANTEM: Biliyor musunuz aslında “Çok yaşa” demek, “hapşırırken iğrenç bir ses çıkarıyorsun, kes şunu.” demekmiş. Bunu, üst üste hapşırdığımda “E çok yaşasana!” diyenlerden anladım. Neden böyleyiz biliyor musunuz?

DR. DİKTİYE: Evet, biliyorum, çünkü Adem ve Havva’dan hepimiz akraba evliliğinin ürünleriyiz.