bildirgec.org

hikaye hakkında tüm yazılar

Altın Kule

zabun | 25 November 2006 23:00

ALTIN KULE
Beş yaşındaydım, aklı başındaydım.
Fakirdik biz ama gururluyduk, Ankara’daydık bir tepede.
Babam yoktu, ablam vardı,
Abim yoktu, anam vardı.
Çevremizde bizi seven vardı, kıran vardı.
Bahçemiz vardı, kedim vardı.
Bir şeyler veremezdim ama,
Yanıma gelirdi, atlardı, zıplardı.
Tırmalardı! el şakası yapınca,
Ben ağlayınca ağlardı.
Bir gün duydum ki, kokmuş bir balık yüzünden,
Mahallenin afili delikanlısı Karabaş’la,
Karakucağa girişmişler,
Bizimkini bahçeye zor yetiştirmişler.
“Kedin ölüyor” dediler,
Kötü şey herhalde ölmek dedikleri.
Bir şeyler yapmalıyım, dedim,
Kedimi sırtıma yükledim.
Dedim ya beş yaşındaydım, aklı başındaydım.
Altın kuleye gidip altın isteyecektim oradakilerden;
Sonra kedimi doktora götürecektim, gecikmeden.
Her gün güneş batarken ufukta belirirdi.
Kocamandı, altındandı, sıcacıktı çorba gibi.
Bilemezdim oraya nasıl gidilirdi?
Acaba arabaya mı binilirdi?
Dümdüz yürünür müydü,
binalar hesaba katılmadan?
Atıldım caddeye düşünmeden,
Kahvedeki amcalar gibi miskinleşmeden.
Bir araba gördü öteden,
Durunca bindim içine itiraz dinlemeden.
İşaret ettim altın kuleyi,
Şoförün gözlerinde gördüm gülümsemeyi.
Yinede götürdü oraya beni.
Sanki daha kocamandı boyu-eni!
Altın değildi artık! Sıcacıkta değildi çorba gibi.
Yahu bildiğimiz binalardandı bu!
Oysa her hayalime göz kırpardı bu.
Dayanacak hali yoktu dizlerimin,
Yaşlarla dolan gözlerimin,
Ölme diye yakaran sözlerimin,
Sonu geliyordu; kedim ölüyordu.
Ve yanıma biri yanaştı beyazlar içinde,
Anlattı bana her şeyi başka bir biçimde.
“Ben veteriner hekimim bu bina içinde”
dedi ve Altın Kule ye girdik.
Kedim ve ben bu amcayı pek sevdik.
Devam edeyim mutlu sona da erdik…
Arka ayakları olmayan zavallıcık;
Takılan tekerle oldu zıpırcık.
Bahçede yine koşuyordu.
Tekerlere yavaştan alışıyordu.
Altın kuleye ne mi oldu?
Öğrendim; Altın Kule altın değildi,
Sadece güneş vurduğu için parlıyordu.
Ama bildiğim ilk altından adamlar orada çalışıyordu.

zabun

Hitchcock’un Kuşları Yeniden

Druid | 23 November 2006 11:05

Platinum Dunes’un yöneticisi Brad Fuller, yapım şirketinin, 1963’te Alfred Hitchcock’un ünlü gerilim-korku filmine esin kaynağı olan ve Daphne du Maurier’in kısa hikayesinden uyarlanan sinema filmi “The Birds” üzerinde çalışmaya başladıklarını açıkladı.

Fuller, açıklamasının devamında; “The Birds’ün yeniden yapımını düşünüyoruz ama bizim yeniden yapımımız Hitchcock’un filmine değil, Daphne du Maurier’ın kısa hikayesine dayanarak çekilecek. Kuşların saldırı konsepti aynı olabilir fakat taslağı ve olayları Hitchcock’un filminden tamamen farklı olacak. Biz halen senaryonun geliştirilmesi sürecindeyiz.” şeklinde konuştu. Filmin senaryosunun Leslie Dixson tarafından yazılacak.

cehennem

caybardaaa | 06 November 2006 02:33

İçimden bir ses öldüğümü söylüyor.

Dışarıda yağmur yağıyor. Tren çatapata çatapata gidiyor. Vagon, sabah mahmurluğu yaratacak kadar sıcak. Ağrım yok, sızım yok ama derin bir huzursuzlukla kapışıyorum.

Ertesi güne yetiştirmem gereken bir makale var ama ilk cümleyi bir türlü bulamadığımdan araştırmalarımın hepsi elimde patlayacak. Bu makale ki belki de hayatımın makalesi falan, kapalı kapıları açacak, o adamlar bana gülümseyecek; evet, aradığımız kişi sensin, diyecekler.
Nihayet başarmış olacağım. Oldu, diyeceğim, çok bir şey değil.

futbol ayakkabısı ve bilgisayar

bildigimiz son sey | 16 October 2006 12:10

Soğuk ve karlı bir kış günüydü. Sonunda babasını ikna etmeyi başarmış, bilgisayarı aldırmıştı. Sevincinden yerinde duramıyordu. İki yıldır bu anı bekliyordu. Hızla odadan içeri girdi. Teknik servis çalışanları, bilgisayarın kurulumunu halledip gitmişlerdi.

Kapalı bilgisayarın o kocaman güç düğmesine bastı, fakat bilgisayar açılmamıştı. Hemen fişlere baktı, hepsi üçlü prize takılıydı ama üçlünün fişi bağlı değildi. Çarçabuk fişi elektriğe takıp düğmeyi tekrar yokladı. Bilgisyar açılmıştı.

Babası içeri girdi, oğluna baktı. Sevinci gözlerinden okunuyordu. Çocuk, bilgisayarın karşısına oturdu, pürdikkat ekranı izliyordu. Ekranda hızlıca gelip geçen yazıların hiç biri sabit durmuyor, sürekli değişiyordu. Sonunda beklenen yeşil ekran gelmişti. Çocuk heyecanla bilgisayarın disk düğmesine bastı, disk kapağı dışarı çıktı. Çocuk titrek elleriyle diski yerine oturttu ve tekrar aynı düğmeye bastı. Kapak tekrar içeri girdi.

İşin bitince beni sever misin?

bildigimiz son sey | 14 September 2006 10:57

Ne zaman biri çıkıp, “kadınlar çalışmamalı evde oturmalı” türünden bir şeyler söylese, mutlaka bir kıyamet kopar.
Ben de ‘otursunlar ellerinin hamurlarıyla evlerinde’ demeyeceğim elbette. Belki de şimdi bana gelen bu hikayenin, bu konuyla hiç bir ilgisi yok… Belki de var…

Buyrun, beraber okuyup düşünelim.

“Kapidan içeri girer girmez neseyle bagirdi:
Anne biliyor musun bugün yuvada ne oldu?
-Görmüyor musun? Telefonla konusuyorum.

Hiç kimsenin sevdigi sey birbirine benzemiyordu. Annesi telefonu, babasi arabayi seviyordu. Herşey erteleniyordu telefon ve araba söz konusu oldugunda. Bir de eve misafir gelecek oldu mu kendisine hiç yer kalmiyordu. Nerelere gitsindi? Annesi kapatti telefonu. Mutfaktan tencere kasik sesleri geliyordu. Kosarak yanina gitti.
Sana yardım edeyim mi? dedi en sevimli halini takinarak. Annesi manali manali bakti.
Hayirdir. Bir yaramazlik filan? Bak bir de seninle ugrasmayayim. Çok yorgunum zaten…

Stephen King’den Cep

skywalker | 08 September 2006 22:13

Stephen King’in yeni ve ilgi çekici kitabı Cep, Türkiye satış listelerinde ilk on’a girmeyi başardı. Bu ilginç romanın kısaca konusu şöyle.

Günlük yaşamın vazgeçilmezi olan cep telefonları hayatımızı kolaylaştıran bir araç mı, yoksa kıyametin habercisi mi?
Ekim ayının sıradan bir günüydü. Borsa 10.140 seviyesinde, uçaklarsa normal seferlerine devam ediyorlardı. Boston’da Boylston Caddesi’nde sevinçten adeta uçarcasına yürüyen Clayton Riddell içinse hayat çok daha mutlu ve umut vericiydi. İyi bir çizgi roman anlaşması yapmış, geleceğin umut dolu kapıları artık önünde açılmaya başlamıştı. Ancak, her şey bir anda olup bitti. Tahribatın nedeni, herkesin cep telefonlarından yayılan ve sonradan Frekans adıyla anılacak olan fenomendi. Clay ve bu faciadan canını kurtaran birkaç kişi, kendilerini medeniyetin zifir karanlık çağında, etraflarını saran kaos ve inanılmaz bir katliamın içinde bulurlar. Frekans yüzünden insanlar akıldan yoksun bir sürüye dönüşürler. Ve onlar için evrim başlar… Yalnızca Amerika’da 193.000.000 cep telefonu vardır. Zaten kimin yok ki? Stephen King’in dile getirdiği bu ilginç, tüyler ür-pertici ve büyüleyici roman yalnızca “Şimdi beni duyuyor musun?” sorusunu sormakla kalmıyor, cep telefonlarının neden olduğu tüm olumsuzlukları intikam alırcasına gözler önüne seriyor.

“ 100 metre gidip bozuldu “

linnux | 01 September 2006 16:23

Ankara Çayyolu’nda gezinirken pusula dergisine rastladım.

Bir yazı, en büyük önyargılarımdan birini yıktı.

“Adamlar yapmış!” diye bir lafımız vardır.
“Neden biz yapamıyoruz?” ve “Bizden birşey olmaz!”
lafları da dilimize pelesenk oldu.

İşte devrim‘in
hikayesi.

Ağlayan Devenin Hikayesi

bluish | 30 August 2006 16:46

Ağlayan deve
Ağlayan deve

Müziğin ne kadar etkili bir araç olduğunu, birkez daha anladım. Mogolistan’daki, The Story of the Weeping Camel, (Ağlayan Devenin Hikayesi) isimli; Konusu, önce yavrusunu istemeyen bir anne devenin, yapılan müziksel bir merasim neticesinde, onu kabul edişi olan bir yapım.