:)
🙂

“Nesneler kullanılır,tekrar yerlerine konur,onların içinde yaşanır:Onlar aletten başka birşey değildir.Ya ben,beni etkiliyorlar.Dayanılır şey değil…””Nesneler yalnızca baktığımız şeyler değil,onlar aynı zamanda bakanlardır”gibisinden çıkarsamalar yapmış varoluşçuluğun simgesi Jean Paul Sartre bir kült olan “Bulantı” adlı eserinde.Nesne olarak algıladığı elini attığı her şeyin, aynı zamanda kendisinin de varlığını eş zamanlı olarak benimsediğini savunuyor Sartre ve bu derinden hissedilen varlık kavramının her yerde karşısına çıkıyor olması bir süre sonra onda bulantı hissini kaçınılmaz kılıyor.Eser,alıntılanan bu kısıma,Roquentin adlı karakter aracılığıyla çok daha geniş açılardan bakıyor,ben henüz okumadığım için geniş bir kitap çözümlemesi yapamayacağım ama çözümlenmiş şekilde rastladığım bir makale,bana çocukluğumun yaratıcılıklarını hatırlattı.Tahmin ediyorum ki küçüklüğünde neredeyse herkes beynini ‘kapı’ya neden ‘kapı’diyorlar gibisinden sorularla meşgul etmiştir,ya da şimdi söyleyeceğimi herkesin deneyimlediğinden emin değilim ama belki çoğu kimse benim gibi bir televizyonun düğmesini şaşkın bakışlarla arka arkaya 10 kez açıp kapatmıştır ve bu davranış bende,yaşına yakıştığı gibi 3 yaş civarında sergilenmemiştir,tamamen teknik olayı çözme,onu anlamlandırma adına eyleme geçmiş olacağım ki dokunduğum ve televizyonun üzerinde eş zamanlı olarak yanan kırmızı ışığa hayat verdiğimi gözlemlerken o tuş ile bütünleştiğimi,bir yandan elimle onu hisetmeye çalışırken bunu yapamadığımı hatırlarım ben.Hareket imkanı benim elimde olan nesneleri anlamlandırmaya çalışırken,ortaya çıkan kinetik enerjinin büyüsüne kapılıp nesneden daha da soyutlanmama şahit olmuştur zavallı beynim.Ve bu kadar kafa yormanın üstüne onlara haddinden fazla bir varoluş anlamı yüklememek de olmaz tabi,havada kalır tüm çocukluk uğraşlarım.Bu bahsini ettiğim,cansız varlıkların gerçekten de cansız mı olduklarına dair sorgulamaların,diğer durumlar gibi çok sayıda çocukluk dönemine şahitlik ettiğini tahmin ediyorum.Boş bir odada,sıkılmaya doymayan klasik bir çocuğun,yapacak uğraş bulamadığı zamanlarda etrafındaki nesneleri izleyip onlara anlamlar yüklemesi kaçınılmazdır.Genellikle yetişkin çocukları barındıran misafir evlerinin odaları böyle çıkarsamalara şahitlik ederler,ne kutsal odalardır o misafir odaları,nasıl orjinal bir beyin jimnasitiğine,çocukların akıl almaz gelişim süreçlerine araç olmuşlardır bilmezler hiç…Mi desem? Biliyorlar mıdır acaba? İşte bu soru etrafında dönüp durduğum çoktur.Sıkılganca karşısında oturduğum kapı ve tam üzerinde onun gözü addettiğim tokmağı…İşte orada,bana bakıyor,gülmediği ne malum…Hareket edenler gülebilir,kapı hareket ediyor,tokmağı da öyle;kendi kendini hareket ettirebilenler gülebilir,çiçekler böcükler bunu yapıyor,görmemişim güldüklerini;tamam,taaamam insanlar gülebilir,çünkü gülecek bi çift göz ve bir ağızları var,hayır olduklarından değil gülmeleri;güldüklerini belli etmeye yarıyor onlar;yani onlarsız da gülünebilir,tıpkı onları olmayan ağaçlar,böcükler gibi;taamam sadece aklı olanlar,birşeyi algılayabilip komik bulanlar gülebilir;yoo birşeyi algılama yetisini kaybedip delirenler de sürekli gülebilir,ama onlar da insan,yani sadece insanlar mı gülebilir…Yani gülebilmenin canlı olmakla değil insan olmakla mı ilgisi varmış.E kapı tokmağı insan değil,gülemez evet ama canlı da mı değil?Hadi hem canlı hem algılama yetisi olan birşey,bir çiçeği örnek verelim,sabah olunca açması güneşten midir tek,gülüyor olamaz mı ve gecenin karanlıklarına en içten de ağlayan?Aman tanrım,neler söylüyorum ben,saat tam 02.21,yeterince açık sanırım…

böylesinin hatırladıkça gülecek ne çok anısı vardır:)
böylesinin hatırladıkça gülecek ne çok anısı vardır:)

Gene de bir başka örneğim geldi işte şanlı geçmişime dair,almışım hızımı,durmam:Elime alıp uzunca izlediğim bir fotoğraf,bu sefer bir kapı tokmağı yerine bana bakan sahici iki gözle gerçekleştirdiğim bakışmalar,buraya kadar herşey normal,fakat gözleri güldürmeye çalışmak da neyin nesi…Telekinezi kavramından henüz habersiz olduğum zamanlardan bahsediyorum,söylediğim şey bu kavramla zaten birebir örtüşmese de,hani gene bilsem ne demek telekinezi,yaklaşmışım bir parça diyeceğim,birşeyler duymuşum da yapmaya çalışıyorum.Ama herşeyden habersiz olduğum o dönemler,nesneler üzerinde böylesine hakimiyet çabam neden,nedenmiş acaba?Kimi zamanlar kendime şaka yollu yakıştırdığım psikopat teriminin bir o kadar ciddi başlangıç alametleri mi?Diye düşünürken ben,Sartre geldi buldu beni.Tam,”aa Sartre de benim gibi düşünüyormuş” diye şaşırmak üzereyken,esas benim Sartre gibi düşündüğümün bilincine vararak, Sartre’ın beni bulması için fazla geç olduğunu anladım. Ve işte,Bir fotoğrafı güldürmeye çalışmayalı üzerinden yıllar geçti,teknik bir olayın içine girme hevesim kaçalı epey oldu,alacağım tepkiye bakmadan bu saçmalıkları etrafa yansıtıp,aralarında umursamazlık rekabeti eden aldığım geri dönüşümler çoktan bıraktı yakamı ya da istemsizce ben onları…Aradan yıllar geçti ve okuduğumda bana masum geçmişimi hatırlatan durumların ta kendisi şimdi kitaplarda,dergilerde,ünlü bir yazarın işlediği bir konu olarak sunuluyor.Yazar çocuk değil,oturuyor,düşünüyor,çelişip sorguluyor.Bir taşı eliyle tuttuğunda aynı zamanda taşın da onu tuttuğunu söylüyor,bunu her hissetmeye devam ettiği anda hiçbirşeye dokunamayacak hale gelmekten korkuyor.Yazar utanmadan çekinmeden bunu yazıyor,olasılığını hesaplıyor.Yazar çocuk değil ki ama…Ve ben çocukken,kimse oturup beni dinlemiyor,hiçbir masala Jean Paul Sartre diye biri varmış die başlamıyor,kırmızı başlıklı kızlarla avutuyor.Bir ağacın gülümsediğine elbette inanmıyorum,çünkü bu terim insanlar için kullanılır ve bir histir aslında bir eylemden öte;fakat sıcak bir yaz gününde üzerine serpilen ılık yağmur damlalarının ona,bizi gülümseten şeylerin bizde yarattığı hissi veremeyeceğini söyleyemem,onların dilinde adı ne bilmiyorum,herşeyin suyu emmekten ibaret ya da ezberletilen kök gövde yaprak süreçleri gibi biyolojik bir olay olduğunu da hiç zannetmiyorum,bir çiçeğin yeşilini kalbimle okuyorum.Şimdilerde fotoğrafları da tekrar gözden geçireceğim,gözlerimle ağlayan suratları güldüreceğim…Sartre’nin nesnelere beslediği bulantıyı,ben de geçmişime besleyeceğim…