Hepsi gelir, beklediğim otobüs bir türlü gelmez hastalığım nüksetti gene. Amerikalı bilim adamları bu hastalığın yere tükürülen balgamlardan bulaştığını klinik deneylerle ispat ettikten sonra yerdeki balgamlara basmadan yürümeye çalıştım bir süre; ama o sefer de, ona basma buna basma diye sekmekten, geleceği tutan otobüsü de kaçırdım. Tek çaresi var diyor doktorlar: beklemek. Bekliyorum ben de.Benden başka bir kadın ve küçük oğlu da kapılmış bu hastalığa. Duraktaki herkes değişti, bir onlar kaldı, bir de ben. Arkamda kocaman bir alışveriş merkezi var. Siz bu satırları okurken hâlâ değişmediyse Avrupa’nın en büyük alışveriş merkezi unvanına sahip. Rakibinin Avrupa’dan çıkacağını hiç sanmam; çıksa çıksa gene İstanbul’dan çıkar.

Alışveriş merkeziyle aramda bir de fıskiyeli süs havuzu var. Çocuk, yaptığı o espriyi çok beğenmiş olacak ki saydığım kadarıyla altı kere “Anne, şimdi havuza atlıyorum, hahahaha.” dedi. Annenin tepkisi hep aynı: “Oğlum, gel buraya, çok uzaklaşma. Otobüs gelecek şimdi.” Keşke.Hafiften dişin sızlıyor. Bir ara bununla ilgili de bir şeyler yazmalıyım. Sanki yazmakla geçermiş gibi. Yazmakla otobüs geliyordu da… Tek çaresi var dedi Amerikalı doktorlar: beklemek. Adamlar klinik deneylerle ispatlamış hepsini.Önce kadını ve geleceğin büyük komedyeni küçük oğlunu uğurluyorum otobüslerine. Sonra benimki de geliyor neyse. Ağzımda hafiften bir diş sızısı, arkamdaki alışveriş merkezini ve onun süslü havuzunu geride bırakıyorum.

Akbilimi basıp gözümü ilk kestirdiğim koltuğa oturuyorum. Yanlış seçim. Arkamda, toplum içinde olduklarının ayırdına varmadan sanki günde çay içiyormuş gibi konuşma hastalığına tutulmuş iki kadın var. Boyuna konuşuyorlar. Onu bunu çekiştiriyorlar. Amerikalı bilim adamları bunun da çaresini bulmuş: kulaklığını takıp müzik dinlemek. Ama önce kulaklığın ucuna takılı müzik çalma cihazının pilinin bitmediğinden emin olmak lazım. Benimki bitik.Mecbur dinliyorum iki kadının bitmek bilmeyen dedikodularını. Ne yalan söyleyeyim, dediklerini hiç mi hiç hatırlamıyorum şimdi; ama kafamın içinde bıraktıkları etki unutulacak gibi değil.Arkamdakiler sadece, toplum içinde olduklarının ayırdına varmadan sanki günde çay içiyormuş gibi konuşma hastalığına tutulmuş olduğu için şanslıyım aslında. Ya bir de, bunun çok daha ileri safhası olan her b.ku ben bilirim hastalığına tutulmuş olsalardı? Amerikalı bilim adamlarının yaptıkları klinik deneyler sonucu bunun aslında bir hastalık olmadığı, bir lanet olduğu da ispatlandı. Tek çözüm yolu, iki damla kertenkele kanını üç damla yılan sidiğiyle karıştırıp, üç bakire yarasadan alınmış kanatların bukalemun tükürüğü kullanarak birleştirilmesi suretiyle yapılmış bir kapta ağır ateşte pişirmek; ve bu illete tutulmuş kişiye içirmek. Bu ilaç, illeti iyileştirmiyor; onun yerine, hastayı bir günlüğüne eşeğe dönüştürüyor. Sonra da eşeği alıp çayırlık bir yere bırakıyorsunuz. Orada anırsın dursun artık. Yalnız, karışımı yaparken çok dikkati olmak gerekiyor. Yarasalar bakire değilse uygulama yapılan kişinin eşeğe değil ejderhaya dönüşme ihtimali var -ki bu da istenmeyen etkilere sebep olabilir.Ama hangisi daha kötü bilmiyorum. Arkamdaki konuşkan teyzeler mi, yoksa yanına oturmuş bulunduğum, otobüste yanına birinin oturduğunun ayırdında olmadığı için yayıldıkça yayılan öküz hastalığına tutulmuş herif mi? Amerikalı bilim adamları, bu hastalığın bilinen iki tedavi yöntemi içinden, daha etkin bir çözüm olduğu için hastalığa yakalanmış şahsiyete “Ne güzel şeydir paylaşmak. Paylaşmak güzel şey.” şarkısını tersten okutmayı tavsiye ediyor. Bir diğer çözüm yöntemiyse, az önce eşeğe çevirdiğiniz, hayatta her b.ku ben bilirim hastalığına tutulmuş kişinin kuyruğunu kesip, otobüste yanına birinin oturduğunun ayrıdında olmadığı için yayıldıkça yayılan öküzün elini ayağını bağlamak. Ancak, etkinlik süresi en fazla bir gün olabildiği için fazla tercih edilmemektedir.

Böyle durumlarda benim içimden geçen asıl yöntem ilgili şahsiyete sağlı sollu girişmek olsa da, ilgili şahsiyetin öküz nitelikli olmasından dolayı, bu seçeneğin aynen geri tepmesinden tırstığım için tamamen uzak duruyorum. Zaten topu topu on dakikalık yolum kalmış, onu da boksla heba etmeye hiç gerek olmadığı kanaatindeyim.Dik yokuşları çıkıp sert dönemeçleri geçtikten, yanımdaki, otobüste yanına birinin oturduğunun ayırdında olmadığı için yayıldıkça yayılan öküzle iyice içli dışlı olu, arkamdaki toplum içinde olduklarının ayırdına varmadan sanki günde çay içiyormuş gibi konuşma hastalığına tutulmuş teyzeleri dinledikten sonra otobüsten iniyorum. Dişimde hafif bir sızı var. Bir ara bununla ilgili de y