Ölüm olgusu genelde siyah ve beyaz renklerle simgelenmiştir. Bir taraftan bilinmezliğin, karanlığın göstergesi olarak siyah, diğer yandan yeni bir hayatın başlangıcı olarak beyaz.Aslında siyah da beyaz da fiziksel açıdan birer körlük durumudur. Nesnenin üzerine düşen ışığın nesne tarafından tüm renkleri yutması sonucu siyah ortaya çıkar; bu hiçbir rengin görülememesi durumudur. Beyaz ise ters bir yolla, tüm renklerin geri yansıtılması ile, yine hiç bir rengin görülememesi yoluyla ortaya çıkar. Bu iki rengin/renksizliğin bu nitelikleri sebebiyle ölümü yansıtması manalıdır. Renksizliğin ölümün bir göstergesi olarak düşünülmesi renklerin hayata işaret ettiği, hayatı temsil ettiği çıkarımını yapmamızı sağlar. Hayat fiziksel olarak görebildiğimizken, ölüm göremediğimizdir.Siyahla beyaz birbirinin zıttı olarak anlamlanmakla birlikte aynı anda birbirini tamamlar. Örneğin beyaz aynı zamanda saflığın, el değmemişliğin ve bekâretin simgesi olagelmiştir. Bu durum şöyle düşünülebilir: el değmemiş, yaşamın renklerini tanımamış, kırmızının şehvetine kapılmamış, sarının coşkusunu yaşamamış: yaşama karşı körleşmiş, yaşamı ve onun zevklerini tanımamış. Bir nevi yaşanmamışlık/yaşamamışlık durumudur bu, bir yerde duygular ve dürtüler ölüdür hala. Ama bu ölü durum beyazdır, yeni başlamış bir hayattır, bu hayat hala başlangıçtadır.Siyah ise kötülükle, belirsizlik ve cehaletle özdeşleştirilmiştir. Yaşamın tüm renklerini yutmuş, onları içinde barındırmıştır, hepsini yaşamıştır: şehveti, coşkuyu, sükûneti, acıyı, tatlıyı. Karanlıklar içinde kaybolmuş, belirsizleşmiştir. Yaşamın içinden renkleri, durumları seçmemiş, insan olmanın tüm tatlarını kabul etmiş, belki de iyiliğe ve güzelliğe bu yolla körleşmiştir. Ölümden sonra beklediği belirsizdir. Yeni bir başlangıç var mıdır?