“Peki kan içmekten hoşlanır mısın?” dedi kulağıma karanlık bar döküntüsü ortalığında. Masalar üzerime düşüyordu sandalyeleri ve arıza sahiplerinin kıçları altında ezilirken ben tüm bar ortalığa dökülüyordu adeta.Döküntü eşliğinde sallanarak biranın yarısını döküyordum deprem etkisiyle yanı başımda yavrulayan bir fareye. Yada fare kıvamındaki bir meleğin omuzlarından aşağıya. Acid etkisi feci şekilde saçmalattırıyordu yine bana. Yan masadaki top sakallının burnunu kesmek, barmaide hediye etmek istiyordum mesela. Sanki fal bakan bir çingenenin taşları gibi fırlatılmıştı bütün bar ve yanımdakinden aşkı görüyordu top sakallıdan ölümü. Bense çingenenin kişisel şovuydum yalnızca. “Kimin kanı olduğuna göre değişir” dedim çekik gözlü kadına.Uzak doğulularınki gibi gözleri vardı Çekikgöz’ün ve belli olmayan gözbebekleri tanrının espri anlayışı ortalamasından ötürü renkliydiler.Sado-mazoydu Çekikgöz aynı zamanda sırf yüksek libidosundan ötürü bisex olduğunu iddia ediyordu. Benim yerimde dolgun dudaklı bir kadın da olabilirdi yani. Benden sekiz yaş büyüktü ama uzaktan bakıldığında benden sekiz yaş küçük gösteriyordu. Bir bankada şef olarak çalışıp bütün gün etrafa gülümserken akşamları arkadaşlarına gülümsemeye devam ediyordu. Hafta sonları alış veriş merkezlerinde gezerken bile gülümsüyordu. İş yemeklerinde gülümsüyordu. Takside gülümsüyordu. Sinemada gülümsüyordu, banyoda gülümsüyordu. Bana, simitçi çocuğa, kapıcıya, müdürüne, annesine, doktoruna, kuaförüne, komşusuna, telefonda konuşurken bile, tuvaletini yaparken hatta, kocasıyla sevişirken ve seviştikten sonra dahi terli terli, yalan-dolan, deli deli…gülümsüyordu. Çekikgöz gülümsemek zorunda bırakılanlardandı.İdeal bir iş ve ideal bir çevre uğruna biraz da “çocuk da yaparım kariyer de” mantığıyla kendi ruhundan uzaklaşmıştı. İçindeki uçuk fahişe kadını zindanlara hapsetmişti ve bu onu çıldırtıyordu. Saçma bir hayatın sırıtık maskesini takarak özünü reddetmenin ağır depresif etkileri altında ezilirken Çekikgöz, salak bir hayatın pandomimini yapıyordu yalnızca. Mutsuzdu. Her daim gülmek zorunda bırakılmış bir palyaçoydu şehirde ve sirkten kaçış biletini bende arıyordu.”Kocam bir hafta boyunca şehir dışında bir şantiyede olacak ama bize gidemeyiz. Birileri görebilir.” Bar sallandıkça sallanıyordu. İki sigarayı aynı anda yaktığım çok olmuştu ama ilk defa üçlemiştim -sanırım-.Dehşet bir kaşıntı bastırdı bir anda. Bütün kıl köklerimin içeriye girmeye çalıştıklarını düşünüyordum.”Ne yapıyorsun sen ya?”. “Virüs kaptım senden pislik karı!”.”Anlamadım?”.”Diyorum ki; vajinanı ısırmak istiyorum çok fena”.Kahkaha attı Çekikgöz.Sallanan bar sıvıya dönüşmeden önce koşarak kaçabildik.Bize gittiğimizde birer kurutulmuş acid daha yuvarlayıp birbirimiz üzerinde yuvarlanmaya başladık.Ona vurmamı istiyordu Çekikgöz -ama yüzü hariçmiş-.Kalçaları domates kıvamına gelmişti ve avuç içlerim acıyordu fakat kadın güldükçe gülüyordu.En sert halimi takınarak sevişmeme rağmen Çekikgöz’ü bir türlü tatmin edemiyordum.Sabah olunca mor bir vücut ve iki lacivert göğüsle uyanacak olmasına rağmen acı çektiğine dair hiçbir tını alamıyordum.Devamlı gülüyordu ve bu beni daha da hırslandırıyordu.”İçinde bir şey var senin!”.”Nerde?”.”İçinde! penisime dokundu birşey”.”İçime böcek mi soktun sen?!! Çıkart onu! Çıkart onu!”. Acid bize fena saçmalattırıyordu fakat bir türlü durduramıyordu. Banyodan bir jilet alıp geldim.”Dilini çıkart çabuk!”. Hiç düşünmeden çıkarttı. Boydan boya kestim dilini ve öpüşmeye başladık…Dakikalarca kanayan dilini emdiğimi hatırlıyorum.Sabah uyandığımda ağlıyordu Çekikgöz. Ne olduğunu sordum. Hafifçe doğrulup üzerime çıktı ve gözlerimin içine baktı. Yeşildiler! Kocası bile bilmiyordu belki maviye çalan göl yeşili gözlerini -kendi bile hatta-. Sonra gülümsedi. Çok içten çok samimi.Çocuklar gibi gülümsedi bana. İlk defa gülümsüyordu çünkü. Göğsüme koydu başını ve kelimeleri kullanmadan anlattı bana “huzur”un nasıl bir şey olabileceğini…Öğleden sonraya kadar aynı pozisyonda yattık.Yatay hayatlara dikey hayaller kurarak cennet tasvirleri yaptık.Farklı dalga boylarından doğma bizler aynı çizgilere hapis olmuş yaşıyoruz ve aynı kanalizasyon suyundan içip aynı mutluluktan tat almaya çalışıyoruz. Farklı uykuların insanı olsak da düşlerimiz aynılaştırılıyor. Ruhlarımızın üstüne bir ruh daha giydirilmiş, kollarımız arkadan bağlı Roma’dan kalma ahlak ve etik anlayışı doğrultusunda “doğru” ve “yanlışı” belirleyip, modern zamanların gösterdiği elma şekeri uğruna hayatlarımızı harcıyoruz. Reddetmen gerekenler var ve peşinden koşturman gerekenler. İyi bir iş. İyi bir aile. İyi bir ev. İyi bir araba. İyi bir eş. İyi bir vücut. İyi bir zevk. İyi bir çevre. İyi bir din..vs. Kime göre iyi? Neye göre iyi? Görünmez bir turnusol kağıdı belirliyor dolgun kadın kalçası ile sıska ibne kıçı arasındaki duygusal farkı.Fatura yatırmak için geç kaldığım bankaya gittiğimde gördüm Çekikgöz’ü –yeniden-. Eskisi gibi gülümsüyordu herkese ve her yöne.O zaman anladım ki gözleri, buzulların arasından denize açılan ölümü kabullenmiş bir eskimo yaşlısına aittiler. Çantasını son defa karıştırıp herkese iyi akşamlar diledi-gülümseyerek-. İyi eşine yeni öğrendiği iyi bir yemek tarifini uygulamayı planlar şekilde kapıya yöneldi. Güvenliğe de aynı iyi nezaketi gösterdikten sonra hızlı adımlarla dışarı çıktı…İşlerinden çıkanlara torpil geçercesine hava hala olabildiğine güneşliydi. Bir sinek gelip enseme kondu. Sonra yaşlı bir eskimo önümde durup bana gülümsedi ve kayığına atlayıp okyanusa açıldı…Sinek hala ensemde kaldı.Kim bilir, Büyük Kartaca Savaşı’nı Yunanlılar kaybetseydi Dünya nasıl bir yer olurdu?