Hepimiz, yaşadığımız evreni kapsayan, bir kısmını çözdüğümüz ama büyük bir kısmından henüz haberdar bile olmadığımız fizik kanunlarına bağlı olarak yaşamak zorundayız.

Bir nesneyi havada serbest bırakırsanız düşer. Yerçekimi vardır. Bundan kaçamazsınız. Bir uçağı havalandırdıktan sonra “Ben artık yerçekimini yendim.” diyerek motorları kapatamazsınız. Uçak yine düşer. Veya yokuş aşağı giden ağır bir vasıtanın motorunu yakıttan tasarruf etmek için boşa alamazsınız. Çünkü belirli bir hıza ulaştıktan sonra o ağır vasıtayı durduramazsınız. Sonuçları çok ağır olur.

Hayatta kalmak için yemek yemek zorundayız ama fazla yemek yersek geri dönüşü olmayan sağlık sorunlarıyla karşılaşabiliriz. Ya da, on günlük yiyecek ihtiyacımızı bir öğüne sığdırıp “Tamam, ben artık 10 gün yemek yemeyeceğim.” diyemezsiniz.İktisatçıların sık sık, ekonominin de fizik kanunlarına tâbi olduğunu söylediklerini duymuşsunuzdur belki. Kastettikleri fizik kanunları elbette ki yerçekimi ya da suyun kaldırma kuvveti vs. gibi ortaokulda fizik derslerinde gösterilen fizik kanunları değildir. Ekonominin de kendi içinde bazı kanunları vardır. Bunların bazılarını biliyoruz, bazıları hâlâ keşfetmemizi bekliyor. Hiçbir bilimde yapamadığınız gibi ekonomide de bu kuralların dışında hareket edemezsiniz. Yaptığınız şey hangi iktisadî kanuna denk geliyorsa, sonuçları da o iktisadî kanunun gereklerine göre olur.

Alışveriş, ekonomik sistemlerin temelidir. Günümüzdeki tüm o karmaşık finansal sistem ve araçların özünde yatan budur. Bir kişi satar, bir kişi alır; ve birisi mutlaka alışverişe konu olan mal ya da hizmetin maliyetini öder. Bu çok temel bir iktisadi kanundur. Yalnız, buradaki püf noktası, mal ya da hizmeti satın alan kişiyle maliyeti ödeyen kişinin aynı olmasının gerekmemesidir.Bir çocuk çok beğendiği bir ayakkabıyı aldığında, ayakkabı onun olur ama parasını babası öder. Devlet yeni bir köprü yaptığında o köprüden sadece oradan geçenler faydalanır ama parası herkesin cebinden çıkar.Alıverişte en yaygın olarak kullanılan değişim aracı kuşkusuz ki paradır. Para o kadar yaygın, günlük hayatımıza o kadar çok girmiş bir araçtır ki, çoğu insan bunun aslında bir araç olduğunun farkına varmaz; ve paraya da bir malmış gözüyle bakar.

Örnek olarak yine ayakkabı üreticisini ele alalım. Bu ayakkabıcı kendi el emeğiyle ürettiği bir çift ayakkabıyı 9 liraya mal etmiş ve satmak için de 10 lira fiyat biçmiş olsun. Malını dükkanında sergilediğini; yukarıda andığımız çocuğun ayakkabıyı beğendiğini, babasına söylediğini, babasının da ayakkabıyı satın aldığını düşünelim.Yani malı ayakkabıcı üretmiş, 1 lira kâr ederek 10 liraya satmış, ayakkabıyı çocuk giymiş, parasını çocuğun babası ödemiştir. Ayakkabıcıya birazdan döneceğim ama önce buradaki ekonomik faaliyeti çocuğun babası açısından inceleyelim. Çocuğun babası açısından, ayakkabının kaça mal olduğu ve satış fiyatının ne kadarının kâr olduğunun hiçbir önemi yoktur. Onun açısından kendi cebinden çıkan 10 lira önemlidir. Şimdi, bu babanın işbilir bir işadamı olduğunu, ve işi kitabına uydurup cebinden çıkan parayı şirketinin masraflarına yazdırdığını düşünelim. Şirket de onun, para da onun, sonuçta cebinden çıkan para aynı olduktan sonra ister kendi cebinden öder ister şirket hesabından, ne fark eder değil mi?Adamın, şirkete tek başına sahip olmadığını düşünelim. O zaman her şey değişir. Eğer bu iki ortaklı bir şirketse, işadamının çocuğu için aldığı ayakkabı için ödemesi gereken fiyat yarı yarıya düşecektir. Artık aralarındaki hukuka göre, diğer ortak mırın kırın eder mi etmez mi bilemeyiz. Bunun 4 kardeşin eşit hisseyle ortak açtığı bir şirket olduğunu düşünelim. Adamın cebinden çıkan para 4’e bölünecek demektir. Eh, kardeşler arasındaki hukuka bağlı olarak kimse laf edecek mi etmeyecek mi bilemeyiz. Şimdi de bunun 100 ortaklı bir anonim şirket olduğunu düşünelim. Adamın kendi çocuğu için 10 liraya aldığı ayakkabının parası bu 100 ortağa bölünecek demektir. Bir terslik olmazsa kimsenin ruhu bile duymaz, adam da ayakkabıyı neredeyse bedavaya getirmiş olur.

Şimdi tekrar ayakkabıcıya dönelim. Malını 9 liraya mal etmiş, 10 liraya satmıştı. Ayakkabıcı da sonuçta kendi alacağı paraya bakar, müşterisinin verdiği parayı hangi yollardan finanse ettiği onu hiç ilgilendirmez.Yalnız, burada dikkat etmemiz gereken nokta, ayakkabıcının aslında malını adı 10 lira denen bir kağıt parçası karşılığında değil, o kağıt parçasının satın alabileceği kabul edilen başka mallar karşılığında satmış olduğudur. Akşam eve giderken ekmek alabilir, patates soğan alabilir; veya parayı bir miktar daha elinde tutup ham made satın alabilir. Az önce bahsettiğim o herkes için geçerli olan iktisadî kanunlar açısından, paranın bir mal olarak hiçbir değeri yoktur. Eğer ayakkabıcı, üzerinde 10 lira yazan kağıt parçasının değerinin gerçekten de 10 lira olduğunu kabul eden başka bir satıcı bulamazsa, elinde sadece üzerinde 10 yazan ama değeri belki de 1 lira bile etmeyen bir kağıt parçasıyla kalakalmış olacaktır.Doğruya doğru, 10 lira 10 liradır. Bakkala 10 lira uzatıp bir sigara 3 tane ekmek, 2 tane de çocuklara çikolata aldığınızda hemen bitecek olsa da, bakkal size “Dur bakalım. Ben bunu kabul etmiyorum. Bu kağıdın üzerinde 10 lira yazsa bile bence bunun değeri 10 lira değil 8 liradır.” demez. Tabii burada, hiçbir hilenin karışmadığı, yasal yollardan basılmış paradan bahsediyorum. Yani 10 lira, 10 liradır. Bakkala da gitseniz, sayısalcıya da gitseniz, kime uzatırsanız uzatın herkes 10 liraya 10 lira muamelesi yapar.Peki ama 10 lira gerçekten 10 lira mıdır?
Bir para, ancak biz öyle kabul ettiğimiz takdirde üzerindeki değer kadar kıymetlidir. Yoksa o kağıt paranın gerçek değeri asla üzerinde yazan değer kadar değildir. Hiç para basmadığım için bilmiyorum ama üzerinde 10 lira yazan bir kağıt paranın maliyeti, kağıdıydı, mürekkebiydi, güvenlik önlemleriydi derken herhalde üzerinde yazan kıymetin yüzde biri ancak ediyordur, hatta belki o kadar bile değildir; ama biz ona sanki öyleymiş gibi muamele ederiz.

İktisadî kanunların özüne dönelim tekrar. Her alışverişte illa ki maliyeti ödeyen bir kişi vardır demiştim. Ancak maliyeti ödeyen kişiyle mal ya da hizmeti satın alan kişi aynı olmak zorunda değil de demiştim. Çünkü iktisat açısından önemli olan o maliyetin ödenmiş olmasıdır. Tıpkı etrafımızı saran ve birlikte yaşamak zorunda olduğumuz diğer fizik kanunları gibi, bu kanunlar da iyi, doğru,güzel, çirkin ayırt etmez. Bu ayrımı yapanlar insanlardır. Bir işin sonucu iyi olacaksa, onu iyi yapacak olanlar, önce iyinin ne olduğunu tanımlayacak sonra da o yönde adım atacak olan insanlardır. Fizik kanunları sadece etkiye bakar ve ona uygun olan tepkiyi meydana getirir.Öyleyse, üzerinde 10 lira yazdığı için bizim 10 liralık alışveriş kıymeti biçtiğimiz bir kağıt paranın gerçek maliyeti sadece 10 kuruşsa, basılmş olan her 10 liralık kağıt parçası için geriye kalan 9,90 kuruş kimin cebinden çıkmıştır?Lafı uzatmaya gerek yok, aradaki fark doğrudan doğruya halkın cebinden çıkmıştır.

Kimileri için bu soru abes olabilir. Basılan paranın altın ya da değerli kağıt olarak karşılığının bulunduğunu söyleyebilirsiniz. Ancak, pek çok yaşanmış örnekte rahatça göreceğiniz şekilde (özellikle ülkemizde) devlet para basarken bunun tam değerinde karşılığı olmayabiliyor. Kaldı ki, karşılığı olsa bile, karşılığı var dediğiniz şey ya yine devlet veya onu yetkilendirdiği bir otorite tarafından çıkartılmış, yani değeri mantıksal olarak belirlenmiş birtakım senetlerdir, ya başka ülkelerin benzer şekilde basmış olduğu dövizdir, ya da altın vs. gibi sırf biz değerliymiş muamelesi yaptığımız için kıymeti üretim maliyetinden çok daha üstünde olan altı üstü taş parçalarıdır.

Ekonominin genel kanunları açısından herhangi bir ödeme yapmak için sahilde bulduğunuz çakıl taşlarıyla ödeme yapmanız ne kadar saçmaysa, aslında yerin altından çıkardığınız bir taş parçası olan altınla ödeme yapmanız da; ya da karşılığında başka bir şey ister olsun ister olmasın üzerinde birtakım kıymetler yazan kağıt parçalarıyla ödeme yapmanız da eşit derecede saçmadır.Para bir değişim aracı olduğu sürece buradaki temel sorun ciddi bir sıkıntı yaratmaz. Herkes sanki böyle bir sorun yokmuş gibi davranabilir. Üstelik bu, aslında herkesin işine gelen bir çözümdür. Ayakkabıcı açısından da, ayakkabıya 10 lira para veren iyi baba ve işbilir patron açısından da 10 liralık kağıt para demek, aslında 10 liraya satın alabilecekleri mallara karşılık gelen bir servet demektir. Bu servet taşınması çok zor altın külçeler halinde de olabilir, taşıması kolay kağıt paralar halinde de.Ancak o paranın piyasaya ilk sürüldüğü ana geldiğinde iş biraz değişmektedir. Çünkü ortada, maliyeti örneğin sadece 10 kuruş olan, ama piyasaya sürüldüğünde herkesin 10 liraymış gibi muamele edeceği bir kağıt vardır; ve bu para piyasaya sürülür sürülmez birisi aradaki farkı ödemiş olur. O andan itibaren para artık bir mal değil bir değişim aracı olacağından, bağlı olduğu iktisadî kanunlar da buna göre olacaktır. Ama en başta, parayı bir mal gibi üreten otorite bu işten çok büyük bir kâr elde edecektir.Anlatmak istediğim, bu kârın iyi, kötü, ahlakî ya da gayriahlaki olması değil. Anlatmak istediğim, sonradan hangi iyi niyetlerle kullanıldığından bağımsız olarak ortada karşılıksız bir gelirin olduğu ve bu karşılıksız gelirin birilerinin cebinden illa ki çıktığıdır. Doğaldır ki, bu maliyet ne kadar çok kişinin cebinden çıkarsa o kadar az hissedilecektir. Örneğin 10 milyon nüfuslu bir ülke için ağır gelen bir maliyet 70 milyon nüfuslu bir ülke için katlanılabilir sınırlar içinde olabilir.Yani ekonominin temelini oluşturan alışveriş sisteminin gerçekleşmesini sağlayan yegane araç olan para, piyasaya sürüldüğünde onu piyasaya süren otoriteye daha önceden hiç var olmamış bir kâr yaratmakta, bu kârı ise, o parayı geçerli bir değiştokuş aracı olarak kabul etmeye hazır olan toplum ödemektedir.