Telefonu üç kez marş eşliğinde çaldı. Uyaran seste ne yazdığını biliyordu. Okudu yeniden. Başını salladı yalnızlığına rağmen.Duşa doğru giderken üzerindeki tüm ağırlık yere düşüyordu. Esmer teni gibi esmer bir hayatı hatta esmer düşleri günün ilk ışıklarına göz kırpıyordu. Kırmızı banyosu ile uyum içerisinde sayılırdı.Buz gibi suya eliyle dokundu. Ayak uçlarına düşen damlalarla irkildi. Nefesini tuttu ve tüm bedenine uyan dedi. Bir müddet boynundan sadece suların akmasını dinledi. Şebboylar geldi aklına nedensiz. Saçlarını yıkadı uyanmış olmalı diye düşünürek.Sen uyurken ayak ucunda duran dünya , aralanan göz kapaklarınla uyandı işte dedi.Tazelenen benliğiyle bornozuna sarıldı. En sevdiği elbiselerinden biri olan siyah kuşaklı, düşük kollu, belini saran , diz kapaklarının altına düşen mor elbisesini giymeye karar verdi. Saçlarına da derli toplu bir şekil vermek yerine sadece tarayarak olduğu gibi bıraktı. Mutfağa doğru yürüdü, panosunda yazan yazının ilk dört kelimesine ilişti gözleri, dolabın kapağını açarken ezbere okumaya devam ediyordu. ‘nar gibi kızarmış..’yazı bitti, dolabın kapağını kapattı. Gitti çantasını aldı. Siyah ayakkabılarını giyip iş yerine doğru yol aldı.İlk elemanın gelmesine yarım saat vardı. Çay suyunu koydu. İşin erbabı börekçiye uğramanın tam vaktiydi. Kendisi peynirli severdi ama tüm çeşitlerinden almayı unutmadı. Geri döndüğünde elemanının beklediğinden erken gelmesine gülümsedi. Demlenen çaya şaşırdığı belliydi. Börekleri görünce resmiyet çizgisinde durmakta zorlanıyordu. Servis geldiğinde herkesin ayrı ayrı günaydın demesine ayrı ayrı günaydın deyip sıradan bir espri yapmaktan geri kalmadı. Arkasından ‘Ey gün ey aydınlar hadi kahvaltıya.’dedi.Kahvaltı esnasında güne bu ufak değişiklikle başlamanın hoşluğu vardı.Günün geri kalanında düne bugün dediği zamanları üç aşağı beş yukarı yineliyordu.İşlere koşturuyor, ‘Ney lem bu?’ diyerek söyleniyor mu acaba diye aklından geçiriyordu.Birkaç insanın hikayesini dinliyordu.‘ iki yaşına yaklaşıyordu havale geçirdiğinde. Doktora götürdük ama üç defa geçirdi. Şimdi sekiz yaşına geldi. Bizimki çekilecek dert değil ama başa gelince çekiliyor. Bak kolumdaki morluklara, dişleri duruyor işte. Bazen bunu doğuracağıma bir ineğim olsaydı sabahtan akşama dolaşsam diyorum. İki dakika yalnız bırakamıyorum ki …‘Böyle bir işinin olması hüznünü katmerlediği kadar ne kadar şanslı olduğunu görmesine yardımcı oluyordu. Pollyana’ya küfrettiği zaman olsa da dayanabilme gücünü arttırdığı yadsınamazdı.Zor yılları bu kadar hasarla atlatamayabilirdi. Yaşamaktan pes edip ölür gibi yapabilirdi. O değerli insanlardaki umudu gördükçe kendisine kızıyordu. Düşlerine umut kapısını açıyordu.Bazen İş çıkışında arkadaşlarıyla beraber aynı yerde buluşuyorlardı. İyi bir espri olmadıkça gülmenin zor olduğu bir dönemde bulunduklarından özenle seçilmiş cümleler bir bir dökülürdü. Ah olsaydı da iki lafın belini nasıl kırardı dediğinde ; arkadaşlarının yalnız değilsin lafıyla yalnızlığı sert bakışlarıyla her hareketini kollardı. Umursamaz dudaklarıyla aşkı kim sipariş edebilmiş ki ne bakıyorsun öyle diyerek yalnızlığına ağzının payını verirdi. Hissetmenin kıymetini de bilirdi.Bazen gereksiz insanlarla gereksiz tartışmalara girer kalp kırdığını düşünüp kendine kızar, pişman olurdu. Gereksiz insan demesine ise biraz daha yaşlanayım bu lafı yeneceğim diyerek kendini affederdi.Gün öyle böyle derken akşama gelip sırtını dayıyor, ayaklarını uzatıp dinlenmeyi bekliyordu. İşte en yırtıcı saatleri ..Kendinden en az yüz kat büyük evde kendine bir köşe seçemiyordu.Karanlığı iki adım öteye sürükle sevgilimi duyulur bir sesle söylese bile boşluğa çarpıp toklaşan ses, kendinden ayrışarak dehlizin dili oluveiryordu. Gözlerin teslim oldu, vuruldu dünya diye içinden geçirdi.Ne mutlu ki;Uyumak diye bir şey vardı. Kabuslar yerine düşler vardı.Gözlerinin firar etmesine umutlar vardı..