-Yupiiiiiiiiiiiiiiiii
Bu neşeli haykırış Manhattan’ın göbeğindeki tüm gökdelenlerde yankılandı… E, boru mu bu? New York’ta çanta kaybetmek ne demek? Felaket, hatta felaketin de ötesi demek. Pasaport, kimlikler, kredi kartları, biraz nakit para… Komik ama, uğur getirsin diye çantaya konulmuş bir at kestanesi ve palamut…
-Peki çanta nasıl bulundu?
-Anlatayım… Yaramaz çanta, küçük, omuza asılan uzun saplı ve gayet sıradan görünümlüydü. Mağazanın birinde bir ceket denemiş ve bırakmıştım. Ceketi denerken çantamı da askıdaki başka bir ceketin üstüne aksesuar gibi asmışım. Aynı anda da çantayı unutup çıkmışım mağazadan (dalgınlığım bilinir, ayrıca elde şemsiye, başka bir alış veriş çantası vs. var) Neyse işte Central Parktan telaş içinde ayrılıp, filmi geriye sararak daha önce uğradığımız her yere tekrar girip baktık, yok, yok, yok, evet artık çantadan ümidi kesmişken bingo… Tam karşıda bir ceket ve omzunda asılı çanta, benim çantam… Olayı duyanlar, “çanta cekete aksesuar gibi asıldığı için dikkati çekmemiş ve çalınmamış, New York’ta bu bir mucizedir” dediler…
-Eee sonra?
-Mutlu mu mutlu bir öğlen yemeği yedik önce, hatta şampanya bile içtik. Sonra planımızın diğer maddelerini uygulamaya koyduk…
İlk durak Barnes and Noble idi. Ne çok kişi aklıma geldi… Örneğin eğer İsmail Cem sağ olsa, kimbilir nasıl altını üstüne getirirdi rafların diye, ya da Süleyman Demirel eğer kitapçıya uğrayacağımızı bilse kimbilir hangi kitapları ısmarlardı… (Gerçi Amazon sayesinde bir tıkla kitap en geç bir iki hafta içinde elinde ama… Uzayıp giden kitap raflarnın arasında dolaşmanın keyfini hiç verir mi bu?) Maşaallah, şimdiki siyasetçilerin kitap mitap okumaya hiç ihtiyacı yok, alimallah hepsi birer şeyh ül muharririn! (yazarların şahı…) Neyse, uzun süre basılmasını beklediğim kitap nihayet yayınlanmıştı o bulunup alındı (Sofia Tolstoy’un günlükleri.)
Sonra Smithsonian‘da aslında saatler harcamak varken rüya gibi ama kısa bir tur yapıldı.
Broadway için New York’a gitmeden haftalar önce onlarca seçenek arasından seçim yapılmıştı, West Side Story… Ama muhteşem müzikali beyaz perdede görmekle sahnede görmek neden dağlar kadar farklıydı? Neden bir sürü şey eksikti? Örneğin Natalie Wood’un Maria olmayışı bu kadar mı düş kırıklığına uğratırdı insanı? Yoksa perde açılmadan önce yapılan o tatsız anons mu bize turist olduğumuzu ve oyunun bal gibi turistler için sahneye konulduğunu hatırlatıp gözümüzden düşürmüştü…. (Sayın izleyiciler, şimdi dikkatle dinleyin, oyun sırasında sakın fotoğraf ve video çekimi yapmayın, asla flaş kullanmayın, bu durum sahnede oyuncuları çok zor durumda bırakabilir vs. vs.)

Herşeye rağmen Broadway olağanüstü pırıltılı etkisiyle Broadwaydi… Beyaz Limuzinler, siyah limuzinler birbiri ardına müşterilerini tiyatroların kapısına bırakıp alıyordu. Salonlar, fuayeler, sokaklar, kaldırımlar, Broadway’de her yer mide bulandıracak kadar bıktıran, buram buram parfüm kokuyor, şık hanımların dekoltesindeki pırlantaların ışıltısı da aynı usandıran etkiyi yaratıyordu.
İşin komik yanı, sokak sandviççileriin yine en iyi işi yapıyor olmasıydı.

Eee, gece nasıl bağlanacaktı?Bütün ünlü jazz şarkıcıları ve çalgıcılarının yolunun mutlaka bir kez geçtiği Cotton Club’a gidilmez miydi örneğin? Ya da dondurma yemek için Time Square’a?

Ya da Manhattan’ın tepesinde helikopterle bir gece turu atılsa nasıl olurdu?
Cotton Club’da yer yoktu, rezervasyon için geç kalınmıştı, Time Square‘e de her gece gidilmezdi ki canım. Helikopter turu ise ilginç olabilirdi ama daha ilk gün “gündüz turu” yapılmış ve bol bol fotoğraf çekilmişti, gece de bari “uykusuz gezginlere kalsın”dı…New-York’taki son saatler yine “siren sesleri eşliğinde” uyur uyanık otelde geçirilse daha iyi olacaktı. Buna karar verildi. Üstelik gece bitmeden bavullar toplanacak ve sabahın köründe Washington DC’ye kalkacak Amtrak’a (*) yetişilecekti.
Siren seslerini duymamak için uyumadan önce Ipod’dan en uygun parça seçildi:New York New York (Frank Sinatra)(*)Amtrak-Amerikan Trenyolları Şirketi-New York-Washington arasında her saat başı kalkan konforlu bir katarı var.