vapur iskelesindeki gazete-dergi satıcısına ağır adımlarla yaklaştım.”eveet gazteler, dergiler” diye kulağımın zarına ilk müdahale geldi. gözlerimi kısıp hızla seyirttim oradan.bu sefer amerikan dedektifleri gibi çaktırmadan yaklaştım polikarbonat gazete “kiosk”una.yüzüme baktı. bağırmadı. tanımıştı.”evet abi gazteler…”tamam ulan anladık “gazteler”, diyemedim. gözümü kaçırdım ve “sadece bakıyorum” dedim.la havle çeker gibi kafasını salladı. aldırmadım.güne pozitif takılma azmiyle başlamıştım çünkü.bütün cicili bicili şeffaf poşetli ve de bol promosyonlu dergiler oradaydı da benimki neredeydi?vapura yetişme telaşındakilerlever parayı-al gazeteyi mekanizmasınıgayet güzel kurmuştu da…pirelendi benden. yanıma geldi ve…- abi aradığın bir şey varsa söyle, dedi.istanbul’a çöken kirli karanlıkta gazetecilerdenporno dergi alanlardan mı sanmıştı beni de?…- yok, ben şey arıyordum da…- ne arıyodun abicim?- mahfil.- mavfi ne?!- maah-fiil…- ya hakan, abiye bi baksana, bi dergi arıyomuş…aranan kan hakan’mış. geldi. derginin adını söyledim.şıp diye taaa en kuytu köşeden bir yığını çıkardı.tek yapraklık “dergi”yi uzattı bana.sağ köşesindeki “50 kuruşa şiir” patlangacıyla karşılaşınca bir garip oldum ikinci yeni sempatizanı olarak…ellerinde bir tomar mahfil vardı. 4 ytl’lik şiir satın aldım.turnikelerden mutlulukla geçtim. sakin sakin girdim vapura.vapurun da dumansız hava sahası bölümüne çıkıpmahfil’lerimi okumaya başladım iştahla…kıç tarafında bir kanepedeydim. sol yanımda portatif müzik çalarıyla kendini hayattan soyutlamaya çalışan bir kız, ortada ben, sağ yanımda da…vapurun pervanesi denizi olanca şiddetiyle dövmeye başladı. gömüldüm 4 liralık şiirlerime…keyfim yandan çarklı… o da ne!bu pervanenin sarsıntısı kanepeyi de mi köpürtecek deniz gibi?!okumayı kestim. durumu anlamaya çalışıyordum.pervane gayet edepli çalışıyor. bir sorun yok. sorun sağ yanımda. hafifçe dönüp baktım.dudaklarını örten bıyıklarından görüldüğü kadarıyla bir şeyler mırıldanıyor…25 dakika boyunca mırıldanıp ayağıyla tempo tutacak değil ya, iki üç dakika sonra pes eder diye düşündüm.ne de pozitifmişim! 10 dakika sürer mi ağız, bacak, ayak trio’su?!sürermiş. rahatımı bozmak da istemedim.acaba söylesem mi, bu sabah konserini kısa kesmesini?…kanepeyi sallayan ayağa doğru eğdim kafamı.gördüğüm manzaradan sosyolojik saptamalar yapa yapa yalpalayarak ayağa kalkmaya karar verdim.deri takliti ucuz siyah bir sandaletin içine giyilmiş”baklava” desenli kahverengi çorabın içindeki ayağın suratıma suratıma doğru sallandığını gördüm sanki. kalktım.kocaeli üniversitesi’nin sosyoloji bölümünde öğretim üyesi de olan şair osman konuk’un şu cümlelerini vapurun pruvasında ayakta tekrar okudum:“türkiye’de yüksek kültürü ve sanatı şiir temsil ediyor. yüksek kültür de, hakikat, güzellik ve erdem birliğini anlatan büyük hikaye.yani paranın satın alamayacağı şeyler. (…) ruha karışınca artık onsuz yapılamayan ama çok da pahalı bir karışım.(…) sinemada yan yana salonlarda, yumurta ve recep ivedik filmleri vardı. yumurta’yı koca salonda iki kişi izledik. recep ivedik’te izdiham vardı. olması gerektiği gibi.yumurta bir şairin eve dönüş hikayesini anlatıyor.güzel konu.öyle muhteşem bir film değil ama semih kaplanoğluşiir okuyan bir yönetmen.hikayedeki kahramanın şair olması nedeniyle değil.başka bir şey.zihnine şiirin değdiği bir yönetmen. bu nedir?yazmak lazım: türkiye’de yüksek kültür ve sanatı şiir temsil ediyor…”
yazıyı okuyup bitirdikten sonra şunu düşündüm.bu “temsilî kuvvet”, çorapla sandalet giyen beye,”kentte yaşama kültürü” konulu dersi deverebilir mi acaba?ya da çenesine bi tane çakma(ma) hususundabana yol gösterebilir mi?not: osman konuk’un “aslında neden bahsediyoruz” başlıklı yazının tamamınımahfil’in 20 haziran 2008 tarihli 023 no’lu sayısında okuyabilirisiniz.pahalı da değil, 50 kuruşa şiir!