……………………….Siyah şalını omzuna atıp ana binadan bahçeye açılan kapıya doğru ağır ağır sürükledi ayaklarını. Ne zamandır doğru dürüst yürümediğinden ayak tabanı küçük bir çocuğun dengede durmaya alışmaya çalıştığı zamanlardaki acemiliğe basıyordu.Kapıdan çıktığında ılık bir yaz rüzgârı yüzünü yalayıp geçti. Etrafı süzdü boş gözlerle kimsecikler yoktu. Yaz günü, bu kasvetli ve sıcak hava herkesi öğle uykusuna teslim almışken, gözüne ne gece ne gündüz uyku girmeyen bir tek o vardı.Sağlı sollu kavak ve çam ağaçlarının sıralandığı yoldan birkaç metre yürüdükten sonra gölgede bir bank seçti kendine. Sırtını banka doğru dönüp iyice yerleştikten sonra elindeki bastonu bankın hemen yanına dayadı. Ne güzel esiyordu rüzgâr. Eskiden kalma bir yaz günü şarkısını fısıldıyordu. Kavak ağaçlarının yapraklarıyla oynaşan rüzgârın hışırtılı sesi içine huzur damıtıyordu bu kasvetli binanın dışından, çok dışından, ağır ağır…Kısacık bir mesafe yürümesine rağmen hem havanın sıcaklığı hem de yürümeye zorladığı ayakları terletmişti onu. Başörtüsünü omzuna indirdi. Eliyle rüzgâr yaratmaya çalıştı, “nereye gitti ki az önceki rüzgâr? püfür püfür esiyordu ne güzel” diye düşündü. İçinden bu düşünce geçtiği anda rüzgâr selamını verip dokundu yüzüne, boynuna, gerdanına. Sevindi… Gözlüğünü çıkarıp başının üstüne taktı. Görüntü hemen bulandı biraz. Başörtüsünün ucuyla silip gözlük camını, tekrar taktı gözüne. Ne zamandır gözündeki katarakt pek rahat vermiyordu ona. Diz kapağındaki kireçlenme ameliyatla nihayetlendiğinden yeni bir ameliyat için biraz daha zaman geçmeliydi belki. Belki de hiç lüzum yoktu, “seksenini devirmiş bir ihtiyarın çok da net görmesi gerekmez kaç günlük ömrüm kaldı ki şunun şurasında” diye geçirdi içinden..Büyük ve yeşil bahçenin ta öbür ucundaki nizamiye girişine doğru gözlerini kısarak baktı. Genç olduğunu sandığı bir adam ve minik bir kız çocuğu ellerindeki bir iki paketle ana binaya doğru ilerliyordu. İçine rüzgârın verdiği serinlik ve huzur birden güneşin ateşe tekâmülü gibi yaktı yüreğini. Ne kadar zaman olmuştu burada böyle yapayalnız kimsesiz kalışı? Kaç bayram, kaç seyran geçti ses seda yoktu ne kızlarından ne de o hayırsız oğlundan. Önceleri arkadaşlarının yakınları gelip gittiğinde içinden “benimkiler de geliyor ama herkesin işi gücü var, sürekli başımı bekleyecek değiller ya” diye avuturken kendini, misafirlerin buradaki yakınlarına hediye diye getirdiği lokum, şeker ve pişmaniye gibi ikramları “benim şekerim var yiyemem” diye geri çevirişi aslında yalnızlığına ve unutulmuşluğuna çektiği bir restti.Oysa öncesi vardı çok öncesi…
Eşi Kâmil Bey on yıl önce vefat ettiğinde tek oğlu Kazım, “anne sen burada böyle yalnız kalamazsın, ben huzursuz oluyorum, gel bizimle yaşa” dediğinde hemen kabul etmedi önce. Yalnız yenilen hatta yenemeyen akşam yemekleri, duvarlarla yapılan uzun sohbetler, hastalanıp yatağa düştüğü günler, pazara, alışverişe gidememenin mağdurluğu, torunlarını özlemesi ve daha pek çok nedenden dolayı kabul etti oğlunun teklifini. Ne de olsa tek erkek evladıydı. Bu günler için yetiştirmişti onu.İlk haftalar her şey iyiydi, güzeldi. Huzurluydu… Gelini cana yakın davranıyor, hastanesiyle, ilacıyla ilgileniyor, torunları boynuna atlıyordu okuldan geldiklerinde. Akşam işten dönen oğlu hal hatır soruyordu “bir sıkıntın, bir isteğin var mı anneciğim?” diye.Feleğin çarkı dönüverdi bir gün tersine. Önce Kâzım işten çıkarıldı, sonra kirayı ödeyemediler. Sonra eşinin yadigârı küçük apartman dairesi satıldı. Sonra eşinden kalan emekli maaşını kendi gidip alamadığı için Kâzım’a verdiği vekâletle eline geçecek üç beş kuruşu da oğluna devretti iç huzuruyla…Sonra her şey ardı ardına dizili tren vagonları gibi tek tek devrildi üstüne. Ve bir gün kendini, “tüm hayatını ve anıları” sığdırdığı iki küçük valizle buldu burada. Burada çok huzurlu olacaksın annecim dedi gelin, bir sürü akranın var. Sohbet eder, konuşur gülüşürsünüz… Biz seni zaten hiç yalnız bırakmayız sık sık gelip gideriz.İnşallah, dedi Rukiye Hanım. Gelin hanım gülümsedi. Olur mu annecim seni burada yalnız bırakacak değiliz içim rahat etmez valla huzursuz olurum ben.Gelin hanım huzursuz oldu ilk birkaç hafta. Kâzım da öyle. İlayda’nın elinden tutup geldiler. Hem kendine hem arkadaşlarına ev yapımı pastalar börekler hazırladı gelin hanım. Ziyaretçi odasında, bahçede uzun uzun oturdular. Sonra daha seyreldi ziyaretler, elleri boş gelmeye başladılar giderek. Giderek uzadı aradaki mesafe, giderek koptular annelerinden yavaş yavaş, ağır ağır, sinsi sinsi gelen bir ölüm gibi hem varlığını hatırlatarak, hem unutturarak koptular.

Gözlerinin dolduğunu fark etti. Gözlüğünü çıkarıp başının üstüne taktı. Başörtüsüyle gözyaşını sildi bu kez. Oğlan, gelin neyse de torunu çok özledim keşke az daha büyük olsa kendi gelirdi o bana, diye düşündü. Kavak ağaçları huzurlu bir hışırtı yayıyordu havaya rüzgârla dans ederek… Ölüm gibi sessizdi her yer ve her şey. Ana binanın kapısındaki huzur evi yazısına baktı puslu ve ıslak gözleriyle. Evet, huzur doluydu her şey, sahte bir huzur. Tıpkı oğlu Kazım’ın gelini Neşe’nin sevgisi gibi “sahte” ve tıpkı torunu İlayda’nın çaresizliği kadar “mecbur” bir huzur kokuyordu her şey…Gözleri ağırlaştı ağırlaştı. Güneş tepede şehri yakmaya yemin etmiş bir zebani gibi kavururken toprağı, gözleri sessiz ve huzurlu bir uykuya daldı.-Babaanne, babaanne!!!Sıçradı birden uykusundan. Gözlerini ovuşturdu önce, yoksa hala uykuda mıydı?-Bi saattir içerde seni arıyoz tontişim, napıyosun bahçede??Cennette umduğu kokuydu şimdi doyasıya içine çektiği. Sarıldı, kokladı defalarca…Şimdi gerçekten huzurluydu…