Bundan bir süre önce Küba’ya gittim. Bu, farklı ve ilginç ülkeyi size biraz anlatmak istiyorum.İsterseniz en sonda söyleyeceğimi en başta söyleyeyim: Birgün mutlaka Küba’ya gidin, gezin. Mümkünse Fidel Castro ölmeden evvel 🙂 Hele dans etme meraklıları herkesten önce koşsun. Millet salsa için deliriyor. Küba’lıların bu kalça sallama kapasitesi karşısında saygı duymamak ve ezik hissetmemek mümkün değil.Küba 11 milyon nüfuslu bir ülke, bunun 2 milyonu Havana’da yaşıyor. Nüfusun yarısı beyaz, üçte biri zenci ve melez, geri kalanı değişik kökenlerden geliyor. %1 Çinli bile var (Bunlar Amerika’ya göçecekken dedeleri yolu şaşıranlar herhalde 🙂 Şehir epeyce büyük, öyle yürüye yürüye dolaşılabilecek gibi değil. Ama her köşe başında envai çeşit taksi var. Bunun yanında bir de gözle görülür boyutta bir hava kirliliği. Bunun en önemli sebebi otomobil sayısının fazlalığı ve kullanılan kalitesiz yakıt. Castro’nun bu konuda yaptığı icraatlardan biri halka bisikleti sevdirmek olmuş. Ancak Küba’nın en turistik özelliklerinden biri sokaklarda gördüğünüz eski Amerikan arabaları. Bir zamanlar bu arabalar sayıca çok daha fazlaymış. Castro burada bir gelir kapısı görmüş ve Nissan’la bir anlaşma yapmış. Antika araba sahiplerine yeni bir araba verip eski arabaları da dünyadaki çeşitli koleksiyonerlere satmışlar. İyi para tabii…Kitaplar diyor ki, Küba’yı anlamak için devrimi anlamak lazım. Fidel Castro 1959’da diktatör Batista’yı devirerek iktidara geçmiş. O gün bugündür, yani tam 47 yıldır Amerikan ambargosu altında yaşıyorlar. Hepi topu 3 gelir kaynakları var: Turizm, puro ve şekerkamışı. Bununla beraber sağlık sektöründe dünyanın en ileri ülkelerinden biri, ayrıca eğitim düzeyi çok yüksek. Hatta Sovyetlerle var olan işbirlikleri sayesinde uzaya astronot bile göndermişler. Ama bakkalda alacak birşey bulamıyorsunuz. Ayranı yok içmeye tahterevanla gider mıçmaya durumu… Ambargo Küba’ya pahalıya patlamış, ancak kendileriyle gurur duyuyorlar. Bu kadar yokluk içinde yaşayıp aynı zamanda bu kadar mutlu olan başka bir millet yoktur herhalde. Sokaklarda dans eden, şarkı söyleyen veya bir müzik aleti çalan birilerini görmek gayet olağan.Bazı endüstrilerin yokluğu günlük hayata tuhaf biçimde yansımış. Örneğin Küba’da cam endüstrisi yok. Bu nedenle mümkün olduğu kadar az miktarda cam kullanıyorlar. Evlerde pencerelerinde genelde cam yok. Yerine ahşaptan yapılmış jaluziler kullanılıyor. Cam olmadığı için öyle mahalle arasındaki bakkal, manav tarzı dükkanların vitrini de yok. Her yer kapı-duvar. Lafın gelişi değil, gerçekten kapı ve duvar. Kapı ortadan ikiye ayrılmış, üst parçası açık, alt parçası tezgah görevi görüyor. Kapı-tezgahın arkasında bir adam veya kadın duruyor. Onun arkasında bir tahta masa üzerinde de artık ne satıyorsa o. Muz, domates, kurabiye veya et! Evet, hava sıcaklığı 35 derece, ama ne farkeder? Etleri tahta masaların üzerine yanyana dizip yanına da bir vantilatör koydun mu, al sana şahane bir kasap.Nasıl ki Prag Kafka’nın şehridir, Havana da aynı şekilde bir Hemingway şehri. 20 küsur sene burada yaşayan ve en meşhur kitaplarını burada yazan Hemingway’in kaldığı otel odası, en sevdiği restoran El Floridita, en sık gittiği bar La Bodeguita del Medio turistlerin mutlaka uğradığı yerler. Açıkçası ben restoran ve barın atmosferini çok beğendim ve çok iyi vakit geçirdim. Sizlere de gitmenizi, birer mojito içmenizi ve çalan canlı müziğe kendinizi bırakmanızı tavsiye ederim.Son olarak Küba denince istisnasız herkesin aklına ilk gelen şeyden, purodan bahsederek bitireyim. Tabii ki dersini çalışmış gezginler olarak ilk günümüzde koştur koştur bir puro fabrikasını ziyaret ettik. Yine bir kitapta okuduğuma göre Küba’ya gelen turistlerin en büyük hayalkırıklıklığı, puroların genç kızların baldırlarında sarılmadığını görmekmiş. Evet, arkadaşlar, maalesef baldır hikayesi yalan. Gittim gördüm onaylıyorum. Puro, tahta tezgahlar üzerinde elde sarılıyor. Ayrıca işçilerin yarısı erkek olduğundan baldır konusunu bir daha düşünmenizi tavsiye ederim 🙂 Benim gezdiğim Partagas puro fabrikası dünyanın en meşhur puro markası Cohiba’nın da üreticisiydi. Ayrıca 10 markaları daha var. Her puro 4 farklı tütün yaprağının bir araya getirilmesinden oluşuyor. Markaları ya da marka içindeki çeşitleri biribirinden ayıran ise bu 4 farklı yaprağın hangi kombinasyonda kullanıldığı. Bunlardan biri yanıcılığı sağlarken, diğeri puroya tadını, üçüncüsü ise kokusunu veriyor. En dışa sarılan yaprak ise puronun rengini belirliyor. Bir puro işçisi 9 ay çıraklık yaptıktan sonra işçi olabiliyor. Bu 9 ay boyunca sardığı purolar çöpe gitmiyor, iç pazarda satılıyor. Her işçi, sarmakta olduğu puro tipinin uzunluğu ve kalınlığına göre, günde 100 ila 180 adet arasında puro sarmak zorunda. Çalıştığı saatler boyunca istediği kadar puro içmekte serbest. Ayrıca her gün kendi sardığı purolardan iki adedi eve götürebiliyor. Daha fazla götürmesi yasak. Puroların yaklaşık yarısı birebir kalite kontrolden geçiriliyor. Bu kontrolde puronun uzunluğu ve çapı cetvelsi bir aletle, sarma sıkılığı ise vakumla ölçülüyor. Olması gerkenden sıkı veya gevşek sarılan purolar saran işçiye geri gönderiliyor, işçi puroları açıp tekrar sarıyor.Bu ziyaret sırasında çok matrak 2 karakter gördük. Biri kalite kontrolcü (!) bir amca. Amcanın işi her allahın günü belli üretimlerden çıkan puroları “içerek” kalitesini kontrol etmek. Tam 55 yıldır aynı işi yapıyor. İkincisi fabrikanın maaşlı “okuyucusu”. İşçilerin canı sıkılmasın, ayrıca kültür faaliyetlerinden uzak kalmasınlar diye her gün bir amca sabahtan öğlene kadar günlük gazeteleri, öğleden sonra klasik romanlardan birini mikrofondan tüm fabrikaya car car okuyor. İşini nasıl ciddiye alıyor, anlatamam!Aslında anlatacak daha bir dolu anekdot var, ama yeterince uzattım. En başta söylediğimi burada da tekrar ediyorum ve birgün mutlaka Küba’ya gidin, etkileneceksiniz diyorum.Adios.