Saat 14:20. Yer “adliye arkası” diye tabir edilen Heykel’ de ki Atatürk anıtının arkasında ki park. Burada bir çay ocağı ve birkaç çınar altı oturma grubu var.

Gün içinde ve gece şu anda olduğu gibi kalabalık ama bir o kadar da sakin olur burası. Bir işi için bu taraftaydım ve biraz da boş vakit geçirmem gerekiyordu. Bende burayı seçtim. Marjinal gençliğin sıklıkla takıldığı bu mekanda çokça gözlem yapma şansım oluydu çünkü. Sigaramı ve bir taraftan da çayımı yudumlarken etraftaki insanları analiz etmek büyük bir keyif benim için. Tespitlerim sonucu burada 3 tip insan olduğuna kanaat getirdim.

1- Ortamın dinginliğinden ve etrafta ki gençli ateşinden(!) haz eden 40-45 yaş üzeri insan grubu. Bu grup genellikle çay ocağının varlığından yararlanıyor. Gazete okuyup etrafı seyrediyor ve rutin memleketi kurtarma çalışmalarını sürdürüyor. Bu gruptan fazla söz etmeye gerek yok o yüzden.
2- Ben ve benim gibi bir iş için burada olan ve belli bir zaman dilimini boş geçiren insanlar topluluğu. Bizlerde çay ocağının ve oturma yerlerinin varlığından dolayı buradayız. Genellikle bir sigara molası, bir bardak çay ya da su ve yahut açsak çayın yanına bir simit. Bize de değinmeye pek gerek yok.

İşte üçüncü ve en tehlikeli grup.,

3- Zavallı gençlik. Onlara böyle hitap ediyorum çünkü hiçbir üreticilik esamesi göstermiyor bu insanlar. Sadece tüketiyor ve tüketiyorlar. Dış piyasaya para kazandıran sigara tüketiyorlar. Ömürlerinin en güzel zamanını tüketiyorlar. Ve bence en önemlisi benim ülkemi ve akıl sağlığımı tüketiyorlar. Tüm zamanlarını boş geçirdikleri yetmiyormuş gibi düşünsel bir üretim çemberine de katılmıyorlar. Sadece oturup eblek eblek geyik yapıyorlar. Bu yaşta ki insan verimliliğinden oldukça uzaklar. Genellikle saçma sapan imaj kaygılarında boğuluyorlar. “Nasıl giyinsem”, ”ayyy siyah makyaj iyi olur değil mi?”, “ahhh bu body’ e Hakan bayılacak”, vık ve de vuk vık ve de vuk. Hayatları böyle geçiyor bunların yahu. En elle tutulur(?) sohbetleri müzik üzerine. O da ne kadar kaygısal olur bilemiyorum.

Birkaç sene önce hayatıma en büyük iyiliği yapıp kendimi sıyırana kadar bende bu ortamlarda çokça vakit geçirirdim. O zamanlarda düştüğüm bir tereddüdü sizlerle paylaşmak isterim. Sizce çalışıp ses verebilmek için elektriğe gereksinim duyan elektro gitarı bir cep amfisine dahi bağlamadan çalma, çalıyormuş gibi yapma girişiminde bulunan zatımı; yoksa etrafına toplanıp ritim tutmak ve kafa sallamak(headbang) suretiyle kendisine ultra gaz veren cemaati mi tekme tokat dövmeliydim?

Maalesef memleketimin hızla sürüklendiği kaos ortamından oldukça habersiz bu kitle tam içimizde. Bazen duacıyım diyorum. Faşist ya da yobaz olmadıklarına, sokak ortasında bir laf yüzünden adam vurmadıklarına, aydınları otele doldurup yakmadıklarına. Ama bu kadar anti-üretken, bu kadar duyarsız bir gençlikte İS-TE-Mİ-YO-RUM…

A.B.D ve benzeri sömürgeci ülkelerin hedef devletlerde kullandığı bir method.

a- Önce ülkenin dili ezilir. (İngilizce dünya dilidirrrrrrr.)
b- Sonra parası (Abi bu model ne kadar? – 15$ artıı KDV – İyi de Türk lirası ne kadar? Eeee dolar oldu sana 1.680.000…….)
c- Ve gençlik….

Bu sistem tamamlandığında o ülkenin bir kaçarı yoktur. Yavaş yavaş hortumlanır. Ve bizde bu tip sömür sömür sömürülmeye müsait ülkelerin en başında yer alıyoruz. Ve adamlarda bu işi gayet sistemli devam ettiriyorlar. Adamların çalışma sistemine hayran kalmamak elde değil. Ve önümüzde ki bu ufacık örnek bile bizlere neleri anlatıyor. İşte benim canımı sıkan ve elim kolum bağlı ülkemin batışını izliyormuşum gibi hissettirende budur. Bu insanların çoğu yaşıtım. Ve umarsızlıkları bulaşıyor üzerime burada oturdukça. Felaket tellalı olmak istemem ama silkinip etrafa bakmadıkça ne menem bir bataklıkta olduğumuzu görmek zor. Çünkü gözümüz boyanmış. Ve çırpınmadığımız halde o denli hatta daha da hızlı batıyoruz.