(*-Cevapsız kalmışlara...)
(*-Cevapsız kalmışlara…)

Nice zaman önce geçmiş kervanın, silik izlerini takip ederek geldim bu Han’a… Elimdeki kahverengine çalan yaprakları ve önceki okuyana ait, önemli paragraflarına notlar düşülmüş, içindeki yazılanlara inat, üç bilemedin beş solukta okuna bilecek bir kitapla. Son yolcunun bıraktığı izler, devrilmiş tabure ve tozlu masanın üzerinden gülümsüyor, gelmemden rahatsız olan şimdiki konuklar örümcekler ve fareler iyice uzağıma sinip hoşnutsuz gözlerle seyre koyuluyor… Neresi olduğunu sorma bana. Biliyor muyum sanıyorsun? Hiç bir şey bilmiyorum aslında. Neden bu çölde olduğumu, kaç zaman olduğunu yâda kaç yaşam daha göreceğimi mesela… Bilmiyorum. Bilmekte istemiyorum nasılsa…Ah! Unuttum… Zamanın koyuluğuna, ağdalaşmış günlere ver unutkanlığımı, kusuruma bakma. Sana da “Merhaba” Dediğin gibi. Gitmedim aslında. Buralarda gibiyim. Belki de değilim. Yeni bir “ad” vermişler sana. Ben beğenmedim. Ama “Merhaba”n iyi geldi. Bunu rahatlıkla söyleye bilirim. Başka şeylerde söyleye bilirim sana. Bunca geçen zamanda merak ettiklerin, yâda sadece benim fikirlerim…
Bir yolculuk halindeyim. Nereye gittiğimi bilmediğim gibi, ne zaman varacağımı da bilmiyorum işin ilginçliği. Hepimizin bildiği, yâda çoğumuzun yaptığı gibi bir yolculuk aslında benimkisi. Hep geçersiz kılınanlardan. Dönüp arkama bakmayı yazmışlardı elimdeki kitabın bir yerlerine belki de. Belki de ben yazmıştım bir yerlere… Her geçersiz yolculukta, kıyılarım çoğalıyordu belki zamanla, ama bir o kadar da kendime daralıyordum o kıyılarda.Bu yüzden buralardan birkaç kez geçtim. Bildiğimi bilmeden olsa gerek, geri döndüm ve tekrar geçti ömrüm. Evet; beni bildiğin gibiyim halen. Bir talan olarak kalmayı seçtim kendime. Benim seçimim mi? Yoksa kör bir yazgı mı? Ne fark eder ki? Sonuç ortada. Mutlak bir talihsizlik gibi duruyor ya… Ahşap yalanlar yazdım aralarda bu çöl sarısına inat. Sakındım bileklerimi çivilerden ve akrep iğnelerinden. Hangi kelimelere hizmet ettiyse dilim, boşalmayan bardaklara döndü yüreğim. Kızacaksın bunlara bilirim. Olmuşken tam olsun bari. Yine başladım çiviler çakmaya tabutuma. Çünkü iki yâda üç nefes dayana bildim riyakârlıklara.Bunları neden mi anlatıyorum sana? Biliyorsun aslında çölü yaşamadan anlatanlardan değilim ben. Bu kızgın çöl kumunu yutup ciğerlerimi dağlamazsam yâda kıl çadırlarda soğukta titreyerek uyumaya çalışmazsam nasıl doğruyu söyleye bilirim ki sana? Oysa bütün bu olanlardan sonra hala alaca akşamlarda hevesi nereden buluyorum yaşamak için? Bilmez gibiyim alacanın sonu kör gecedir. Ay’sız karanlıktır, ufka uzak çöl kumundan diyarlarda… Hatırlamak daha da derinleştirmek değil midir iki kum zerresi arası uzaklığı?Gülüyorum şimdi, katılarak hem de… Kendime. Bu çölün ortasında uyandığımda iğrenmiştim ve her yerime sızan bu incecik kumdan tiksinmiştim. Yağmuru özlemiştim ilk zamanlarda. Oysa şimdi kim kimin parçası oldu unuttum bile. Zamansız yağan yağmurlar da cabası. Özlemi dindiremeyecek kadar ansız ve hızlı…Sana bu çölü tavsiye etmem. İstesen de gelemezsin zaten. Çünkü kendi içinde. Bu dünyada ki herkesi sığdırabilecekken içine, yine de tek kişilik nedense. Kuralı yâda yasası yok. Kendi koyduğun sözü bile, canını yakarak geri yutturur bu kum ırmağı insana. Seraplar diker önüne. Teninde hissedersin denizin meltemini. Kıyısına vardın mı hayalin, alır yutar kumlar birini. Ya seni yâda hayalini. Dalga geçer seninle rüzgâr. Haykırsan da, kinlenip en ağır küfürler savursan da kar etmez dumansız yanan ruhuna. Sen bilmesen de o zamanlarda, “Doğmak bir vebal, ölmekse en ağır külfettir bu dünya da
Elimdeki kitaba şöyle not düşmüş bende önce okuyan;“Aklım kanıyor artık.Kalbi dağılan Anka’yım,
Havva’dan uzak.Hep yangına mı benzerDüştüğüm toprak.Bir kelimeye sar beni,Rüzgâr aşkına,Yağmur aşkına,Ateş aşkına.Bir gün ışığı anında…Kalbindeki toprağa,Kelimelerim ile“Göm” beni…”
Bunları yazarken ne düşünüyordu acaba? Ya ben ne düşünüyorum okurken? Daha kirpiklerim kıpramadan doluşan anılarda bıraksın beni istedim. Bir kör kadar sabırlı olamadım aslında, alaycıysa hiç. Yazık sağırlar kadar da alıngandım. Ve her duyduğum nağmede kanadım.Çok oturdum bu istenmediğim handa. Zaman iyice ağdalandı. Ani gelecektir gece karanlığı, akşamdan önce bastıracaktır yine. Baksana duymuyor musun? Uzaktan davulların sesi duyulmaya başladı bile. Birazdan yüzü peçeli bir kadın, Kum ülkesinin sultanı için raks etmeye başlayacaktır en dişi haliyle. Şehveti güneşin altında kızan kum tanelerini bile kıskandıracaktır. Daha çocuk sayılacak bir saki, kilden şarap testisini düşürüp kıracaktır, o delici bakan gözleri yüzünden. Baş muhafız Sultana kin duyacaktır içindeki bastırılmış erkekliğiyle. Sebebiyse kadının iç gıcıklayıcı ezgilerle, kışkırtıcı hareketlerine kapılması olacaktır kendince. Ve nispet yapar gibi raks edecektir kadın. Zar’ın altından vücudunun kıvrımlarını daha çok belirginleştiren figürlerle… Uzayacaktır dans şarabın kırmızılığınca. Gecenin karanlığına saklanan o kıldan çadırın içindeki yaşananlar, sır olarak kalacaktır her zaman olduğu gibi dünyanın sonuna… Kalkmalı ve yoluma devam etmeliyim artık. Daha yapmam gereken çok iş var. Dünyanın dengesini sağlayacağım böylece. Benden habersiz bir yerlerde yeni umutlar gebeleşecek, yeni çöller kumlanacak…Dalga geçme yâda yanlış anlama söylediklerimi. Bağışla beni diye anlatmadım bunlara sana. Sakın… Sakın beni bağışlama. Bu uzaklarda bırak beni. Geri al sonsuzluğunu. Koyu hüzün bir gecenin sabahında, som sıkıntında, fırtınanı dinlendir ilk gün ışığında. Ve anlat bunları, bir insanın hiç yaşamadığına. Kırılganlıkları gezmelere götür. Mesela… Mesela dolgun bir su sesi olsun yanında. Sürekli ve sarmaşık bir umut. Kal orada; gelip çarpacaksın yoksa bir yüreğin ansızın yalnız kalmasına…Bu rüya çok “an”sız anla. Ama her nefes alışta insan olan yerlerim ağrıyor ya… Çölün sonuna varırsam ağlamam bundan. Balı içinde kurumuş bir heves gibiydi an… Ve bana kalanlarla…
Dedim ya…Biliyor muyum sanıyorsun?Her şey söylenmiş olduğunda,Bir şey söylenmek için kalacaktır daima…Oysa hiçbir şey bilmiyorum aslında!Hoşça Kal