Kimseye haber vermeyin adresi kendim bulurum, dediğine bin pişman olmuştu otogarda elinde valizle kalakalınca. Güneşin en kızgın saatleriydi. Saçını ensesinde toplayıp az ilerdeki taksiye doğru ilerledi. Bavulunu aldı taksi şoförü, bagaja yerleştirirken “hoş geldiniz” dedi. Nezaketen bir gülümsemeyle karşılık verirken elindeki adresi uzattı adama.- Bedesten’e mi?- Bilmiyorum işte kâğıtta ne yazıyorsa orası…Cama dayadı başını. Yorgun ve uykusuzdu. Tüm minarelerden aynı anda ezan sesleri yükselmeye başladı. Ne garip bir havası var şehrin diye geçirdi içinden. Ulvi, uhrevi…Ana caddelerin modern havasının uzağında dar sokaklardan oluşan bir çarşıya girdiler. Birçok eski mağaza yan yana dizilmiş, top top kumaşlar, çeyizlik eşyalar, oymalı sandıklar kaldırımları kaplamıştı. İnsanın genzini yakan bir koku sararken etrafı, camı kapattı ama o garip koku hala burnunu sızlatıyor gibiydi.Kalaycılar, dedi taksi şoförü. Evet, kalay kokusuydu bu… Daha önce de almıştı bu kokuyu çocukluğunun bilinmeyen, karanlık, unutulmuş günlerinden birinden kalan bir koku… Sesler, renkler, simalar hiç biri yoktu ama kalay kokusu burnundan beynine doğru geziniyor, kapalı camdan üstüne üstüne geliyordu sanki…-Kötü kokuyor, bakır kullanan var mı hala?Taksi şoförü Konyalı olduğunu işaret eden yöresel ağzıyla:- Olmaz mı, buralarda bakır kazanlarda yemek pişer, bakır cezvede kahve kaynatılır. Hele düğün yemekleri koca bakır kazanlarda yapılır. Salçaydı, reçeldi… Her evde bulunur bir kaç tane bakır kazan.Üstü çadırla kaplı bir sokakta durdular.- Adres burası kapı numarası yok kâğıtta.- Tamam, ben bulurum gerisini, sağ olun.Bagajdan bavulunu aldı.Tüm sokağı kaplayan kalay kokusunun yanı sıra her yerden ayrı ayrı nükseden çekiç sesi sokağın bestesi gibiydi. TAK TAK TAK !!!Herkesin birbirine benzeyen ama aynı olmayan bir şarkısı vardı.Şimdi kime sorsa gösterecekti Bakırcı Hacı Rüstem’in dükkânını. Acaba bakırcı olduğuna göre o da kalay yapıyor muydu?

Bakırcı, bakırcıyı tanırdı nasıl olsa. Gözüne çarpan ilk dükkâna girdi.- Kolay gelsin!Yerde kalay ocağının önünde yaşlı bir adam, kocaman bir kazanın içini kalaylamaktan kan ter içinde kalmıştı. Yorgun bir ifadeyle baktı sesin geldiği yana doğru.- Buyur kızım!- Hacı Rüstem’i arıyorum ben, bakırcı… Tanır mısınız?Ateşin başındaki adam gözlerini kısıp, çizgileri derinleşmiş alnını iyice buruşturarak:-Hayırdır ne yapıcan Rüstem’i?- Kendisi dedem olur, daha doğrusu babamın amcası, ziyaretine geldim.İhtiyar elinde tutuğu maşayı bıraktı ateşin yanına. Biraz düşündükten sonra kaşlarını hafifçe kaldırarak:-Sen bizim Selim’in kızı mısın?Sıcak bir temmuzda ateşin yanı başında sarıldılar. Hala kalay kokusu sızlatıyordu burnunu…Dükkânın bir köşesindeki eski bir sehpa üstüne gazete serdi yaşlı adam. Tek tek herkesi soruyordu. Annen, baban, amcan… ?Tulum peyniri, domates, salatalık çaycıdan iki de çay söyledi Rüstem. Bu çok uzaktan gelen yarı torun sayılan misafirini elinden geldiğince iyi ağırlamak telaşındaydı. Taze ekmeği eliyle bölerken:- Dediydim anana çok göresim geldi, ölüm var zulüm var bir ayağımız çukurda şu kızı bir görüversem diye. Allah razı olsun salmış seni.

Etrafta gezindi gözleri genç kızın. Ateşin hemen yanında kocaman, kalaylanmak için sırasını bekleyen kazanlar, ancak yemek kataloglarında gördüğü bakır, kenarı kırpık kırpık tabaklar… El işçiliğinin en güzel örneği benim der gibi süzülen işlemeli şekerlikler, semaverler…Dükkânın içinde sürekli yanan ateşin isi karatmıştı duvarları. Vergi levhası ,üstünde “Bismillahirrahmanirrahim” yazan bakır bir levha, bir sürü tabela asılıydı duvarlarda…-Güzel kızım e hadi yiyiversene!Domatesi eliyle böldü Rüstem “bak bunu böyle yiyeceksin bıçak değdimi tadı kalmaz”. İkisi de elleriyle bölerek yediler domatesleri. Fırından yeni çıkmış sıcacık ekmeği tulum peynirine katık ettiler. Çaycının getirdiği sararmış bardaktaki çaya üç şeker atıp uzattı genç kıza. Ben çaya tek şeker atarım demedi, diyemedi. Çay acımıştı, kahvecinin çırağı metal ve papatya gibi yaprak yaprak çay tabağına damlatmıştı çayı. Üstelik üç şekerliydi ama yaşlı adamın gözlerine bakarken eskimiş ve yıpranmış bir hayatın çay kadar sıcak bakışlarından başka bir şeyi umursamadı o an.Bakırcı Hacı Rüstem çayından höpürdeterek bir yudum alırken genç kıza dönüp:-Daha çok küçüktün Sülüman deden seni alıp getirmişti buraya bir kere bildin mi? dedi. Birden hatırladı o tanıdık kalay kokusun esbab-ı mucibesini.- Evet, gelmiştim, hatta siz yine böyle çay söylemiştiniz bize. Fırından yağlı ekmek yaptırmıştınız.Kalay kokusunun çocukluğunun en neşeli zamanlarına ait bir koku, bir his, uzak bir hatıra oluşuydu hatırladığı. Dedesi yani Hacı Rüstem’in kardeşi hayattaydı o zaman. Böyle sıcak bir yaz günü tutup elinden getirmişti onu, bu “hanım köylü” olmuş kardeşinin yanına.-Bugün erken paydos edelim, nenen de şaşıracak seni görünce. Keşke haber verseydin hazırlık yapardı o da……………………………………………………………

Oldukça kısa bir yolculuktan sonra iki katlı ahşap bir evin önünde durdular. Hacı Rüstem bir deste anahtar çıkardı, kapı gıcırdayarak açıldı. Her basamağı tıpkı kapı gibi yaşlılıktan inleyen bu evin, üst kata çıkan merdivenlerini birlikte tırmandılar. Üst katta daracık bir holden sonra buzlu camla kaplı, çift kanatlı kapıyı açmadan evvel seslendi: Hatuuun!!! Bak sana kimi getirdim!!!Unuttuğu ya da hiç yaşamadığı bir aile sıcaklığına doğru uzandı tahta kaşıkla. Mis gibi tarhana kokusu, yerde bağdaş kurup sinide yemek yeme keyfi, sofranın değil de gönüllerin zenginliği tebessüm olup yerleşti yüzüne…Gece usul usul çökerken kente kanaviçe işlemeli yün bir yastığa dayadı başını. Hayatında göreceği en sıcak düşlere doğru dalıp gitti bu evliyalar diyarı kentte, bu sevimli iki ihtiyarı bir daha hiç göremeyeceğini bilmeden…